Eleştiri ve Dâvetçinin Usûl ve Üslûbu

ELEŞTİRİ VE DÂVETÇİNİN USÛL VE ÜSLÛBU

(Vakit Ayırabileceklere Özet Bir Dâvet Usûlü Dersi)

1) BİR ARKADAŞIN DEĞERLENDİRMESİ

ACABA DİYORUM BAZEN, ACABA..?

Hep yapmak istediğim ama hiç yapamadığım bir sünnet var.

Musa nebimizin sünneti.

Bazı mü'min kardeşlerimin sakallarını yolmak!

Aynı Musa a.s'ın kardeşi Harun a.s'ın sakallarını yolduğu gibi.

Bazen aklıma Rabbimizin yüz bin kişilik bir toplumun içinden seçip, insanlara mesajlarını iletmek görevi verdiği Yunus nebimiz geliyor.

Acaba diyorum, balığın karnında karanlıklar içinde mahkum kalmasına yol açacak kadar Yüce Allah'ı gazaplandırdığı o hatayı yapmaya kendisini iten sebep neydi?

Acaba kafirlerin yola gelmez tavırları, yaptıkları eziyet ve hakaretler değil de kendisine iman eden tevhid ehli mü'minlerin sorumluluktan kaçan, samimiyetten uzak, ciddiyetsiz ve umursamaz tutumlarına daha fazla tahammül edememesi miydi?

Yoksa Yunus nebimizin, Yüce Allah'ın onayı olmadan kaçarcasına görev yerini terkedecek bir cinnet hâline sürüklenmesinin nedeni; Allah'ın mülkü tağutlar tarafından talan edilirken dünyaya dalan, keyif ve konforlarını bozmayan, fırkalaşan, cahiliye ahlâkından vazgeçmeyen, çakma iman kardeşliği yaşayan mü'minlere kızıp, 'bunlardan bir halt olmaz' düşüncesine kapılması mıydı?

Ya Yasin Suresi'nde anlatılan, şehrin öbür ucundan ölüme koşan kardeşimiz için ne demeli?

Düşünebiliyor musunuz bir şehre Rabbimiz arka arkaya üç tane rasul gönderiyor.

Gelinen son aşamada, güya Allah'a iman eden muhafazakâr halk Allah'ın elçilerini lince kalkışıyor.

Nefesler tutuluyor.

Gıkını çıkaranın paramparça edileceği bıçak sırtı bir atmosfer.

Ve derken inanılmaz bir şey oluyor.

Şehrin bir ucundan bir yiğit koşarak geliyor.

Harekete geçtiği anda öldürüleceği apaçık ortada.

Buna rağmen, ne yarın dükkânı kim açar ne de çocuklarım babasız ne yapar gibi endişelere kapılıp hızını kesiyor.

Hiç tereddütsüz gözü dönmüş kalabalığın karşısına dikilip yaşanan zulme tek başına da olsa itiraz ediyor.

İnsanları hakka davet ederken kendisi de Hakka yürüyor.

Acaba diyorum, Rabbimizin bu isimsiz kahramanı Kur'an'a koyarak kıyamete kadar tüm müslümanlara örnek göstermesindeki hikmetleri nasıl anlamamız gerekiyor?

Acaba gözlerinin önünde Allah'ın hükümleri ayaklar altında çiğnenirken, bunca zulüm ve haksızlık yaşanırken sessiz kalma acizliğinden sıyrılamayan günümüzün silik, tepkisiz ve kimliksiz muvahhidlerine yönelik sarsıcı bir uyarı niteliği mi taşıyordu?

İnsanlarla araları bozulmasın, ticaretleri sekteye uğramasın diye yanı başlarında işlenen haramlara ve azgınlıklara yutkunmaktan öteye gitmeyen bizlere, '-mış gibi yapmayın, olacaksanız işte böyle sahici olun' mesajı mı verilmekteydi?

Yoksa, yoksa evlerdeki çaylı kurabiyeli Kur'an sohbetlerinde Allah'ı tekbir eden, dışarı çıkınca 'aman ha tedbir' diyen kardeşlerimize; 'sizin kendiniz için alacağınız tek tedbir nerede olursa olsun, bedeli ne olursa olsun hiç çekinmeden Rabbinizi tekbir etmektir' altın nasihati mi verilmekteydi?

Mümkün belki de linç esnasında, meydandaki kalabalığın içinde bulunmalarına rağmen İslami kimliklerini gizleyen başka müminler de vardı.

Ve mümkün belki 'şimdi biz de ortaya çıkarsak, İslami mücadelenin arkası kesilebilir' düşüncesiyle önceden belirledikleri gizlilik esasına dayalı metotlarına sahip çıkmakla meşguldüler.

Acaba Rabbimiz, "Eğer söz konusu hakikati söylemek ise, bütün metotlarınızı ayaklarınızın altına alın.

Ölün ama hakkı haykırın!

Kahraman mı olmak, istiyorsunuz?

İşte benim kahramanım!

Benim kahramanlarım, Benim hakkımı korkusuzca savunanlardır."

Peki, ya Kehf Suresinde anlatılan ilim sahibi kul ile Musa nebimiz arasında geçen kıssa ile ilgili bir düşünceniz var mı?

Hani öylesine bir ilme sahip kul ki, kendisine talebe olmak isteyen Musa nebimize bile açık açık 'sen benimleyken yaşayacaklarına sabredemezsin' demişti.

Acaba diyorum günümüzde de -çok az istisna hariç- ilim ehli kardeşlerimiz ya da önderlik yapmak isteyen dava adamı abilerimiz de yaptıkları akıl almaz, saç baş yolduran davranışlarla kendilerini takip etmek isteyenlere, 'siz bizimle yaşayacaklarınıza sabredemezsiniz' demeye mi çalışıyorlar?

Oysa Kur'an da bahsedilen ilim sahibi kul, arka plandaki hikmetlerini bilmemesinden dolayı Musa nebinizin dayanma sınırlarını aşan davranışları tamamen vahiyle, yani Allah'ın emirleri doğrultusunda yapıyordu.

Her zaman haklı, nasihata kapalı, istişareye kulakları tıkalı, eleştiriye tahammül edemeyen, kendisinden başka herkesin kusurlarını gören, etraflarındaki kalabalıklarla tatmin olup liyakatı göz ardı eden, bir türlü bir araya gelip bir birliktelik ortaya koyamayan değerli öncülerimiz, bu halleriyle Allah'ın emirlerinin tam ters yönününde hareket ettiklerinin farkında değiller mi?

Acaba diye soruyorum bazen kendi kendime, acaba hep vardır bir bildikleri deyip eksikliği kendi cehaletimizde aradığımız büyüklerimizin artık bildikleri ve anlattıklarıyla örnek olma zamanı gelmedi mi?

Ey ön plana çıkmayı öncü olmak zanneden kardeşlerim,

Ey öne geçtiği için kendini fazla önemseyen abilerim.

Lütfen artık samimiyetimize suikast düzenlemekten vazgeçin!

İyi bilin ki egolarınızı ve enelerinizi yıkamadığınız sürece, geriden gelen bir çok gencin sadece hayallerini yıkmakla kalmayacaksınız.

Dinden uzaklaşıp ahiretlerinin de yerle bir olmasına sebep olmaya devam edeceksiniz.

(Burak Tahaoğlu yazdı, Hızır Yıldırım alıntı yaptı, Ahmed Kalkan üzerinde düşünülmesi için tekrar alıntı yaptı.)

2) KUR’AN, SADECE SAVAŞAN MÜ’MİNLERE KARŞI MI HADDİ AŞAN TARAFA HADDİNİ BİLDİRİN DİYOR?

(Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.” (49/Hucurat, 9).

Bu âyeti, günümüze ve mesajı yok saydırmaya çalışıp yazarı sırf mahcup etmek için tartışma çıkaran ve hakaret ve iftiralarla hücum edenlere karşı bir tavır, bir yaptırım içerip içermediği şekilde değerlendirme yapmak zorundayız.

3) Üslûp Eleştirileri ve Dâvetçinin Üslûbu

Eleştirinin Faydası Üzerine: Eleştiriye müsaade etmeyen kendine yazık eder. Aynaya kızıp, aynanın gösterdiğine bakmayan ve kendi üzerindeki düzeltilecek şeyleri görmeyen kimse acınacak kimsedir. Hepimiz çokça zaafları olan kullar olarak bizleri rahatça eleştirecek dostlar, arkadaşlar ve istişare edeceğimiz kimselerle beraber olmalı, eğer talebe yetiştiriyorsak eleştirel okuyan, eleştirel dinleyen öğrenciler yetiştirmeliyiz; örnek olarak bizi, kendimizi eleştirmelerine giden yolları tümüyle açabilmeliyiz. Ama, eleştirdiği şahsa karşı kul hakkını gözeten, eleştirisinde insaflı ve âdil davranan, eleştiri ahlâk ve âdâbına riâyet eden, soyut laf kalabalığı yerine, yanlışlara somut örnekler vererek onları tashih etmeye, doğrusunu sunmaya özen gösteren bir eleştirici… Aslında internet sitelerindeki yorumlar ve değişik sitelerin forum köşeleri yazar yetiştiren okul işlevi görebilir, güzel bir hizmet sunabilir. Ama, günümüzdeki şekliyle çoğu yazarı küstüren, kaleminin payını vermek adına kalemi, mürekkebi emdiğine bin pişman edip onu istifraya zorlamak gibi büyük hizmetler(!) peşinde genç yorumcular…

İkili diyaloglarda muhâtabın üslûbuna göre cevap vermek tercih edilebilir. Sert üslûba aynı sertlikle cevap vermek, tatlı ve saygılı üslûba karşı daha fazla saygılı olmaya çalışmak tavsiye edilebilir. Hak edene hak ettiğini vermektir adâlet. Âdil olmaya çalışmalıyız her şeyden önce. Tabii ki, olgun davranıp bir kötülüğü en güzel tarzla def etmek fazilettir. Gazete ve dergilerde makale yazanların köşeleri, kamuya açık siteler, forum köşeleri şahsî müdafaalara yönelik mecburiyet dışında kullanılmamalı, gündem sadece tebliğ içerikli olmalı. O yüzden sert eleştirilerle, suçlamalarla yazarı, köşesinde kendini müdafaya mecbur etmemeli. Ama, Hz. Ali’nin dediği gibi; kişi haksızlığa uğradığında kendini savunmazsa, hem hakka-hakikate ve hem de kendi izzetine/onuruna zarar vermiş olacağı için hakkı savunmak adına cevap verme ihtiyacı duyulacağı durumlar olacaktır.

Eleştiriler yazarlar için çok önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızarak çamur atıp onu kirletmeyiz; tam tersine, teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu biz düzeltiriz. Ama, bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. İşte o aynalara çamur değilse de üzerine toprak atılmalı. O aynalara da gereğinden fazla önem vermek ya da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna kendisi çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak sunar, tek doğru olarak takdim eder ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek ve iftira cezası olarak gerekirse kırmak gerekir.

Üslûp ve Yazı Beğendiremeyeceğiniz Yorumcular: İslâmî hassâsiyetle yazı yazan ve tevhidî ilkeleri net şekilde ortaya koyan bir yazının içeriğini eleştiremeyen bazıları, olanca güç ve hınçlarıyla yazarın üslûbuna saldırıyor. Yazının muhtevâsı doğru olsa, yazıda içerik yönüyle eleştirecek yanlış bir fikir bulunmasa dahi, üslûbunu sert olarak eleştirdikleri yazardan çoğu zaman daha da sert bir üslûpla yazarı suçlayabiliyorlar. “Çok bilmiş, burnu büyük, her konuda ahkâm kesen şu yazar geçinen kişiye bakın. Ulan bu ne biçim kaba üslûp?” şeklinde bir üslûpla üslûp eleştirisi... Kendileri tevhidî ilkeleri çiğneyenlere ister kaba, ister nazikçe eleştiri yapmadıkları halde, hak adına bâtıla gereken tavrı koymaya çalışanları üslûp adlı sehpada asmanın dayanılmaz keyfiyle rahatlıyor bazıları. İnternet haber sitelerine yazılan veya iktibas edilen aktüel veya ilmî bir yazı, meselâ sağcılaşıp düzene doğru kaymayı kınayan bir makale oldumu, onun mesajını yok etmenin en kolay yolu olarak “üslûp” tartışmaları açılıyor. Yorumcuların çoğu yazının özüyle, mesajıyla ilgili yorum yapmıyor, bir-iki cümledeki bir-iki tartışılabilecek ifadesinden dolayı “üslûbunun sert” olduğu yaftasıyla itham edip yaftalamaktan da öte, yazıyı böylece sabote etmiş oluyor. Üslûp eleştirisi adına belki çoğunlukla kendisinin de katıldığı mesajın etkisini yok etmeyi büyük bir kahramanlık veya dinî bir görev gibi görebiliyor nice yorumcu.

Bundan daha insafsız olanı, yazıda hiç geçmeyen bir konunun enine boyuna eleştiri konusu edilmesi. Buna bu kadar tartışılmaya sebep olan benim yukarıdaki yazım örnek verilebilir. Yazıda hiçbir yerde hiçbir şekilde şiîlere olumlu bir yaklaşım ifade eden cümle geçmediği, tam tersine Irak’taki şiî lider Malikî’nin zulmüne atıfta bulunulduğu halde, konunun şianın ne kadar kâfir, yazarın da şiîleri toptan tekfir etmediği çıkarımıyla ne kadar aşağılık biri olduğu konusunda kümelenen yazılar... Konu, IŞİD değil de sanki Şiîlik övgüsü yapılan bir makale var ve ona yapılan itirazlar, eleştiriler. 7 sayfalık bir yazının içinden en fazla bir, bilemedin iki cümle eleştirilmiş. Ama hiçbir şekilde yazıda geçmeyen Şiiliğin aklandığı varsayımı ile ardı arkası kesilmeyen hücumlar ve hakaretler yapılmış. Bu da yetmeyip, kimi açıkça “sapık!” diye hitap etmiş, kimi net olarak tekfir silahıyla ateş etmiş. Bu, eleştiri filan değildir. Bu sevap filan değildir. Bu nehy-i ani’l-münker filan değildir. Bu, ilim, fikir, hikmet filan değildir. Bu yorum bile değildir.

Yorum adı altında, eleştiri zırhına bürünerek kinlerini ortaya koyan bunca bizi sevmeyenlere karşı, sevenlerim (sözgelimi bu yazımı 3 kişinin ismi verilerek, “ve 46 kişi beğendi” denilmiş, istatistiğini tutan bilgisayar tarafından. 53 kişi de bu yazıyı bir başka sitede (vs.) paylaşmış. Bu kadar beğenip bir yerlerde yayınlayan kişilerden beğendiği yazıyı savunan iki kişiden başka çıkmamış. Ne yapalım, ben de bu dostları el altından beni desteklemeleri için teşvik edecek değilim elbet. Sevmeyenlerimiz daha gayretli. Siteme cevap olarak gelen hiçbir yazıyı da silmedim, sansürlemedim.

“Muhtevâ (içerik)” ne söylendiği, “üslûp” ise nasıl söylendiği demektir. % 90 oranında isimlerini de (üslûp özelliği olsa gerek) gizleyip takma isim kullanan yorumcu kahramanlarımız yazının içeriğini bir-iki cümle ile geçiştirip sözü hemen “üslûp hazretlerine” getiriyor ve aşırı didaktik tarzda üslûp dersi veriyor, üslûbunu suçladıkları yazarın kulağını üslûbuna uygun tarzda(!) çekiyor, çekiyorlar. Yazara moral veren bir-iki yazıyı da gölgede bırakıp bazı yazarları yazdığına bin pişman ediyorlar. İş, eleştiri boyutlarını çokça aşıyor, kulak çekme yarışı kulağı koparana dek devam ediyor.

Üslûp; Yazma tarzı, herkesin kendine has ifade şekli demektir. Aynı dili konuşan ve yazan insanlar aynı dilin kelimeleriyle söylemek istediklerini ifade ederken her birinin kendine has anlatım tarzı olduğu görülür. Usta yazarların kendine has üslûbu vardır ki, onu takip eden okuyucuları imzası olmasa bile o yazının o yazara ait olduğunu genellikle bilir. Üslûp, bir yazarı diğer yazarlardan ayıran söyleyiş tarzıdır. Aynı çimento, aynı tuğla ve aynı malzeme ile mimarî olarak aynı kategorideki eserlerden çok farklı yapılar oluşturmak ve kendine has bir tarz geliştirmek gibi bir şeydir üslûp. Halk tâbiriyle “her yiğidin kendine göre bir yoğurt yiyişi vardır” yani, her yazarın kendine göre bir anlatım tarzı, üslûbu… Necip Fazıl’ın kendine has üslûbu ile, meselâ Cemil Meriç’in üslûbu birbirinden çok farklıdır. Birinin herhangi bir yazısı, diğerine mal edilemez.

Esas olan yazının “ne” anlattığıdır; muhtevâsının doğruluğu, hayra hizmetidir. Zaten fikir olarak doğru olan bir yazı, genellikle üslûp açısından da geçer not alabilecek bir yazıdır. “Genellikle” kaydı düşüyoruz, çünkü bazen güzel fikirler ve doğru görüşler yanlış bir üslûpla anlatılıp yazılmış olabilir. Ama bu zannedildiği gibi çok görülen bir vâkıa değildir. Geride kalıyor, bir diğer durum: Hata ile tek-tük üslûp yanlışlığı, kasdı aşan bir ifade, kalemin sahibine nasılsa bir ihaneti, kontrol dışına çıkışı. Düzeltilmesi gereken husus, bu olmalı. Ama, esas tartışılması gereken husus; yazının mâhiyeti, ne anlattığı, mesajı, anafikridir. Bu da (istisnâlar dışında) yorumlarda görmeye hasret kaldığımız bir eksiklik, hatta zaaf.

Sözlerin En Güzeli Olan Kur’an’da Güzel Söz: Kur’an’da güzel söz konusunda; “Kuulû li’n-nâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin” ve “Ve kul li ıbâdî yekuulu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle: ‘Sözün en güzelini konuşsunlar.” ifadeleri geçer. Kur’an, içerik ve üslûp yönüyle güzel sözün, bazı sadakalardan daha hayırlı olduğunu belirtir: “İyi bir söz ve bir ayıp örtme, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.”

Kur’an bize güzel sözü şöyle açıklar: Muhtevâsının (içeriğinin) Allah’a davet olduğu, dâvet edenin en azında davet ettiği konuda anlattığına ters düşmeyecek şekilde sâlih amel sahibi olan ve Allah’a teslimiyet gösterip kendisinin başka bir ayırıcı gruba değil Müslümanlardan olduğuna atıf yapan kişinin sözüdür: “(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” Demek ki sözün güzel olması için ilk olarak kişinin Müslümanlardan olması ve insanları Allah’ın kitabı Kur’an’a uymaya dâvet etmesi, sözünün eri olması gerekiyor. Üslûptan önce içerik öne çıkartılıyor güzel sözün tanımı olarak. Güzel söz niye söylenir? İnsanlarda güzellik duygusunu uyandırıp hoşlansınlar diye mi? Hayır, Kur’an’a, davete uysunlar diye. Kişinin kendisini Allah'a, Kur’an’a çağıran en güzel söze uyması, azaptan kurtuluşu için, dünyada ve âhirette güzelliklere ulaşması içindir: “... Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele...”

Allah’ın dinini anlatmak, Kur’an ile öğüt vermek, iyiliği emredip kötülükten men etmek, Allah’ın âyetlerini hatırlatmak; bunların hepsi birer çağrıdır ve bir insana söylenebilecek en hayırlı, en güzel sözlerdir. Mü’minlerin insanları Kur’an ahlâkına yönelten bu sözleri, doğrudan karşılarındaki kişiyi hoşnut etmeye yönelik olmadığı gibi, herhangi bir menfaate yönelik de değildir. Tüm bu sözlerin tek bir hedefi vardır; Allah’ı râzı etmek ve muhatabın da Allah’ın râzı olacağı ahlâkta bir insan olmasına vesile olmak. İnsanların hoşuna gitmesi, hayrın ölçüsü değildir: “Nice hoşlandığınız şey vardır ki, sizin için şerdir; nice hoşlanmadığınız şey de vardır ki, sizin için hayırdır.” ; “Onlar (müşrikler) istediler ki, sen yumuşak davranasın, müdâhene edip tâviz veresin de onlar da sana yumuşak davranıp tâviz versinler.”

Konuyla ilgili âyetlerden yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini başlıklar halinde şöyle sayabiliriz: Allah'a dâvet, sâlih amel, hayırlı ve faydalı şeyler konuşup yazmak “Ben müslümanlardanım” demek, yani bir cemaat mensûbu, bir klik, grup olarak değil; “müslüman” olarak tebliğ yapmak; sadece bu kimlikle muhâtabın karşısında olmak gerekir. Aksi gerekmediği müddetçe sevindirici, müjdeleyici sözler, muhâtabın seviyesine ve psikolojik durumuna uygun ifadeler.

Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:

1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir. Güzel ahlâkın temeli şu üç şeydir: Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, haksızlık yapanı affetmek.

2- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.

3- En güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.” “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.” “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.”

4-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,

5- Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,

6- Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak.

Usûl ve üslûp konusunda dikkat edilecek hususlardan biri de, eleştirip yasakladığımız münkerin yerine hayırlı bir seçenek, yani alternatif sunmaktır.

Alternatif sunma: Meşhur hadisi bilirsiniz:“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.” Bu hadiste "münkerin eleştirilmesi" veya "kaldırılması" değil; değiştirilmesi emredilmektedir. Kötülüğü kaldırıp yerine iyisini yerleştirme, yani alternatif sunma. Bu özellik, çoğu zaman göz ardı edilir. Sadece kötülük eleştirilir, yasaklanır. Hâlbuki hayat boşluk kabul etmez. Alternatif gösterilmeyince kötülüğün kaldırılması çok zordur; bu zorluk aşılsa bile başka bir kötülük onun yerini alabilecektir.

Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.”

Konuşmalar; yumuşak, tatlı, yalın, doğal ve sade olmalı. Bağırıp çağırmanın gereği yok. Rabbimiz, Lokman’ın oğluna tavsiyesini şöyle anlatıyor: “Yürüyüşünde mûtedil ve mütevâzı ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) eşeklerin sesidir.”

Münker işleyen kimseleri, elindeki basit oyuncakla oynayan çocuklara benzetmek mümkündür. Çocuk, çocukluk edip eline kendisine zarar verecek bıçak alıp onunla oynamaya başladıysa, onu gören adam, onu zorla almaya çalışır, ya da kızarak bağırıp çağırırsa, büyük ihtimalle çocuk elindekini vermek istemez, vermemek için koşmaya başlar ve bıçağı bu usûlle almaya çalışan kimse, istemeden de olsa çocuğa zarar verebilir. Böyle yapmaktansa, çocuğun hoşlanacağı zararsız ve güzel bir şey, meselâ bir çikolata çocuğa gösterilirse, çocuk kendiliğinden elindeki bıçağı atacak ve çikolataya koşacaktır. Dâvetçi de münker işleyen çocuk akıllı kimselere böyle davranabilmeli ki, netice alabilsin ve kimse zarar görmesin. Yasaklardaki câzibe, başka fıtrî câzip şeyle değiştirilmeli; önündeki engeller kaldırılan fıtrat, güzeli seçip tercih edebilecektir. Tattırmak gerekiyor. Muhâtap; örnek alınacak güzel yaşayışları, yapılması gerekenleri yapanları görmek istiyor, tebliğcinin sözünün eri olmasını istiyor.

Sözün Allah indinde makbul olması için söze uygun eylem yapılması gerekir. Kur’an, (ister mü’min olsun ister kâfir,) insanlarla konuşurken güzel konuşmayı emreder. Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar. Burada önemli olan; püf noktası diyeceğimiz husus, güzel söz ve çirkin sözün ne olduğudur? Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, sövmek, gıybet, söz taşıma, yalan, iftira gibi haram kılınan sözlerdir.

Kibarlık ve yumuşaklık, daha çok davranışlarla gösterilmesi gereken şeydir: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış (onlarla istişare et). Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”

Sövmek Yasaktır: Muhâtaplara, onların putlarına bile sövmek yasaklanmıştır: “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.” O yüzden çağın en büyük tâğutu bile olsa, birinin babasının kim olup olmadığını, ona dede ve babaanne bulunamadığını diline dolamak, Kur’an talebesine yakışmaz. Önemli olan onun zihniyetidir, inancı ve toplumu ıslah mı ifsad mı ettiğidir ve yönetici olarak en önemli olan şey, onun Allah’ın kitabının hükümleriyle insanları yönetip yönetmediğidir. Sövmek kabilinden anası ve atalarıyla uğraşmak yerine, yönetim konusundaki ilkeleri, kanunları ve uygulamaları yönüyle suçlamak gerekir.

Bilmeyen, kendisine henüz dâvet ulaştırılmayan kimseye, Firavun cinsinden birisi bile olsa ona tatlı dille, yumuşak üslûpla tebliğ götürülür: “(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.” Ama o, tebliğ kendisine ulaştıktan sonra bilinçli şekilde Allah’ın diniyle mücadele etmeyi seçtiğinde, hâlâ yumuşaklık ve kibarlık sürdürülmez. Bırakın Firavun gibi zâlim tâğutlara, İbrâhim (a.s.) tebliğ ettiği halde putları bırakmayan babasına bile üslûbunu değiştirmiştir artık: İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı…" Artık üslûp, suçlayan bir üslûptur. Tebliğ edilmiştir ve tebliğe açık şekilde tavır alıp Allah’ın dinine düşmanlığı tercih ettiği durumda, ona karşı yumuşaklık sürdürülmez. Müslümanca tavrın, müslümanca üslûbun ölçüsü bellidir: Kâfirlere karşı tâvizsiz ve çetin, kendi aralarında merhametli, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu.

"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti." ; "Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu." ; "Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." Babasının tercihi netleştikçe, İbrahim’in de masajındaki netlik, üslûptaki sertliği gerektiriyor.

Kindar kâfirlere karşı nasıl bir üslûp kullanılması gerektiği Kur’an’da şöyle belirtilir: “…Onlar, sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizde (kahrolup) geberin!’ Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir."

Allah’ın çirkin gösterdiğine “güzel” hükmü vermek, onu tasvip eder şekilde bir üslûp kullanmak bir mü’mine yakışmaz. İmanı sevdiren Allah olduğu gibi; küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösteren yine Allah’tır: “…Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiş/süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”

Allah Kimleri Sevmez? Allah, kâfirleri, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyenleri sevmediği gibi ; zâlimleri , müstekbirleri, yani büyüklük taslayanları , haddi/sınırı aşanları , aşırı gidenleri , fesâdı/bozgunculuğu ve bozguncuları , hâin günahkârları , şımarıkları , kendini beğenip böbürlenen kimseleri , isrâf edenleri günahlarda ısrar eden nankörleri, fâizle uğraşanları sevmediğini belirtir. Allah’ın sevmediklerini bizim mü’min olarak sevmemiz veya seviyor gibi bir üslûpla onlara hitap etmemiz elbette bize yakışmaz. Allah’ın alçalttıklarını üslûbuyla yükseltmeye çalışanların kendileri Allah yanında alçalır.

Allah’ın, dua etmeyenlere ve faiz yiyenlere karşı eleştiri üslûbu da dikkat çekicidir: “De ki: Duânız olmasaydı, Rabbim size niye değer verecekti ki!?” Faiz yiyenlere karşı üslûp yine hayli enteresandır: “Faiz yiyenler, (mahşer günü kabirlerinden) ancak şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi (perişan bir halde) kalkacaklardır. Bunun sebebi, ‘ticaret de tıpkı faiz gibidir’ demeleridir… Kim yeniden faizciliğe dönerse, işte onlar cehennem halkıdır ve ebediyen orada kalacaklardır.” “…Allah’tan korkup sakının da, kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin. Şayet bunu yapmayacak olursanız, Allah’a ve Peygamberine karşı savaş açtığınızı bilmiş olun…”

"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah (toplumsal çöküş ve felâketinize dair) emrini getirinceye kadar bekleyin..." ; "Peygamber, mü'minlere, canlarından daha evlâdır/ileridir." Bu (ve buna benzer birçok) âyetlerin izahı sadedinde Ekrem Rasûl de şöyle buyurur: "Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz." ; "Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz." ; “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” ; “Kişi, dostunun dini üzeredir; insan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” Tüm bu hadis rivayetlerindeki üslûba dikkat edersek, sevgi veya bir davranışı imanla eşdeğerde tutan bir üslûp kullanıldığı dikkatimizi çeker. Demek ki, herkese hoşgörü ile bakmak, Kur’an ve Sünnet çizgisinin reddettiği bir problemdir. Demek ki, herkese aynı tatlılık ve yumuşaklıkla hitap etmek doğru bir üslûp değildir.

O çok merhametli ve çok tatlı üslûba sahip olan, önderimiz Rasûlullah’ın sünnetinde; sadece kâfirlere değil, ciddi bir günah işleyen mü’minlere karşı da sert üslûpla uyarı vardır: Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret eden Ebû Zer’e Peygamberimiz: “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı var.” demişti. Yine ırkçılık yapanlara ‘bizden değildir’ der.

Kendilerine dâvet ve tebliğ ulaştığı halde, Allah’a, O’nun peygamberine tavır alan topluma karşı da tavır ve üslûp sertleşir: “İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'…” Çağdaş putperestliğe, Kur’an’ın örnek gösterdiği İbrahimî içerik ve üslûpla tavır almayan, İbrahimî tavrı bile bile terk edip sözgelimi anıtkabir tazimine hoşgörü ile bakanlara karşı biz nasıl bir üslûpla hitap etmeliyiz? Yukarıdan beri Kur’an’ın hem örnek olarak, hem örnek göstererek ve hem de emir ve yasak içeren ifadeleriyle bu sorunun cevabının netliğe kavuştuğunu düşünüyorum. Konuyu perçinlemek açısından tekrar vurgulayalım: Kendilerine henüz dâvet ve tebliğ ulaşmamış câhil insana karşı tebliğ üslûbu ile, İslâm’ı bilen ve bile bile tavır alan kimselere karşı üslûp farklı olmalıdır. Örneğimiz Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huylu, yufka yürekliydi. Buna rağmen, bile bile putlara sevgi ve saygı besleyenlere karşı, onların Allah indinde hiçbir mazeretleri kalmayacak şekilde bilgilenmeleri oranında üslûbu çok daha sertleşiyordu: “Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ diyen kavmine karşı: ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi.” ; “İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” Ve üslûp konusu da dâhil, İbrahim’i kimler örnek almak zorundadır; Kur’an’a kulak verelim: "İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur."

Kur’an, üslûp özelliği olarak, kendilerine dâvet ulaşmış insanların bilinçli olarak putlara tapmayı savunmaları durumunda onlara nasıl bir üslûpla hitap edilmesi konusunda örnekler verir: “Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış (düzene ve bu saptırıcı düzenin yöneticileri olan tâğutlardan ve saptırıcı) kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları (gücü ve destekleyicileri) vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (gururunu kırıp rezil edeceğiz).” Kur’an, tâğutlara küfretmeyi, (inkâr ve nankörlük etmeyi) iman için şart koşar. Kur'an müşriklere "neces (pislik)" der; onları hayvanlardan daha aşağıda aşağılık varlıklar olduklarını ifade eder; Kur’an üslûbu budur.

“(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler.” ; “Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir.” “O (Allah), aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder.” ; “iman etmeyenleri de.” Puta tapma ve şirk konusunda üslûp, bu suçların çirkinliğine zıt düşmemelidir. Hak kendisine belli olduktan sonra, putperestliği veya şirki hâlâ savunan kimseye, yumuşak ve tatlı bir üslûp kullanmak doğru değildir, Kur’ânî değildir. Yoksa, putperestliğe ve şirke gereği gibi karşı çıkılmamış, bu suçların büyüklüğü kabul edilmemiş olur. Bu tutum, bu tavır, bu üslûp baştan sona adâlettir. Adâlet, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermektir. Hak ettiği ölçü, Hakk’ın belirlediği ölçüdür.

Kur’an; iman ettiğini iddia eden toplumun putperest eğilimlerine karşı nebevî tavrın nasıl net ve sert olduğunu Hz. Mûsâ ve İsrailoğulları örneğiyle gözlerimizin önüne serer. Pput yapmaya ve yaptıkları puta tapmaya kalkan kavmine karşı ve onları durduramayan kardeşi peygamber Hz. Harun’a karşı Hz. Mûsâ’nın tavrına bir bakalım, Allah için nasıl buğz etmektedir:

"Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.” (7/A’râf, 148) Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı. “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.” (7/A’râf, 150)

Mûsa (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibadet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsa levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsa’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti (S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265). Anlaşılıyor ki Hz. Mûsa, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak insanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında ahkâm ve amellerle uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Tevhid olmadan şeriat da olmazdı çünkü. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber (4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72), şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir (6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147). Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsa da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.

Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsâ’nın (a.s.) Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsa, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden kendi kavmini tevhid dinine dâvet etmeye başladı.

Hz. Mûsâ’nın bir başka peygamber olan kardeşi Harun’un sakalını asılması, başını tutup çekmesi, kavmine kızması ve Sâmirî’ye büyük bir ceza vermesi, Kur’an’da eleştirilmeden (dolayısıyla tasvip edilerek) anlatılır. Ama yine Kur’an, bu peygamberin kardeşi ile Firavun’a tebliğ için gittiğinde yumuşak üslûpla konuşmalarını emrediyordu (20/Tâhâ, 44). Henüz kendisine net bir şekilde tevhidi hakikatler tebliğ edilmeyen kişilere Firavun özelliklerini taşısa bile, yumuşak üslûpla anlatılıp yumuşak davranılmasını emreden Kur’an, tevhidi bildikleri halde putperestlik eğilimi içinde olanlara ve onları kötülükten uzaklaştırmaya çalışmayanlara karşı çok net ve sert tavır gösterir (5/Mâide, 78-80). Hele, iman etmiş insanları puta tapmaya teşvik eden Sâmirî gibi karakterleri tümüyle toplum dışına atmak, onu kovup sürmek, beddua edip âhiret azâbından kurtulamayacağını haykırmak (20/Tâhâ, 97) Kur’an’ın onayından geçmiş bir tavrın, peygamberî üslûbun bir özelliğidir.

Sadece putperest müşrikler için değildir bu üslûp. Şirk ve puta tapma konusu başlı başına üslûbu sertleştiren en önemli problemdir. Şirke ve putperestliğe sert tavır, bunu savunanlara da sert tavrı gerektirir ve bu net tavır ve sert üslûp tevhide sahip çıkmanın, Kur’an üslûbuna riayet etmenin zaruri bir gereğidir. Muhâtabın âlim veya dâvâ adamı olması üslûbu yumuşatmaya sebep değildir; peygamber olsa bile azapla uyarılır. Hz. Peygamber’e bile, faraza şirk koşmuş olsa, Allah’ın nasıl tavır alacağı net bir üslûpla beyan edilir: "Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edinirler. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” ; “Eğer (Peygamber) Bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kuvvetle yakalardık; Sonra can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” (69/Haakka, 44-47); “Andolsun sana da senden önceki peygamberlere de (şu husus) vahyolunmuştur: Andolsun ki, Allah’a şirk koşarsan, amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.”

İnsan, tartışmayı seven bir varlıktır. Daha çok yüz yüze tartışırken, bazen de yazı ile kendisini veya inancını savunurken, muhâtabının kışkırtıcı sözlerinden dolayı duygularını kontrol edemeyip öfkelenir ve bu gadabı, konuşmasının ve yazısının üslûbuna hâkim olur. Kişi, öfkesi icabı bir şeyler yapmaya kalkarsa, çoğunlukla mâkul ve meşrû bir şey yapamaz. Öfkesi geçince pişman olacağı şeyler yapabilir. Öyleyse Rasûlullah, kişinin öfkeliyken bir şeylerle oyalanmasını veya öfkesi doğrultusunda faâliyetten kaçınmasını sağlamaya çalışır. Rasûlullah’ın öfkesini yenen insanı, kuvvetçe insanların en güçlüsü olarak ilân etmesi gösteriyor ki, duyguların kontrolü ve nefsin terbiyesi, hasım veya rakiple yapılacak mücadeleden daha zor ve belki daha faziletlidir.

Öfkenin bizzat kendisinin yasaklanması düşünülemez. Çünkü öfke, fıtrî/doğal bir haldir; insan karakterinden yok edilemez. Bu yasaktan maksat, aynı zamanda öfke gibi duygularımızı bastıracak alışkanlıklar kazanmak, ruh terbiyesine önem vermek demektir. Yine, öfkeyi ortaya çıkaran en büyük kaynak kibirdir. Çünkü insanın arzu ettiği bir şeye muhâlefetten kibir ortaya çıkar; kibir de onu öfkeye atar. Bu durumda, mütevâzi olan kimseden nefsi savunma duygusu çabuk geçeceği için, kibirlenmeyen kimse, öfkenin şerrinden selâmette kalır.

Sadece gazap değil; fıtratımıza verilen bütün duygular, yok edilemez; zaten yok edilmiş olsa, insanın dengesi sarsılır, o duyguların hayırlı istikamette ve ölçülü olarak kullanılmasından doğacak dünyevî ve uhrevî güzellikler iptal edilmiş olur. O yüzden “öfkelenme!”, “inat etme!” demek, “fıtratını değiştir!” emrinde bulunmak gibi, yapılması mümkün olmayan bir şeydir. Bu değerlendirmeye göre, hadis-i şeriflerdeki “gazaplanma!” emri, “meşrû olmayan konularda ve aşırı şekilde öfkelenme!” anlamındadır. Böylece, bu fıtrî duyguları, sadece “hayırda kullanma” tavsiye edilmiş olmaktadır. Her uzvun ve her duygunun meşrû ve ölçülü bir kullanma yönü vardır. Allah’ın yarattığı ve ihsan ettiği özellik ve nimetler, insana zulüm olsun diye değil; rahmet ve sınav aracı olarak verilmiştir. Özellikle tasavvufî yaklaşımda “nefsi öldürmek” tâbiriyle, olumsuz kabul edilen duyguların tümüyle yok edilmesi ısrarla tavsiye edilir. Bu, hem imkânsız, hem de yanlış bir yaklaşımdır. Yapılacak iş, onları yok etmeye çalışmak değil; hayır yolunda ve ölçülü bir tarzda kullanmaktır. Öfke konusunda, nefsin isyanlarına öfkelenip terbiyesine çalışmak; küfür, zulüm ve fesat sergileyenlere öfkelenip İslâm’ın hâkimiyeti için gayret göstermek en mâkul yoldur. Ölçü bellidir: Allah için sevmek, Allah için öfkelenip buğz etmek.

Rasûlullah (s.a.s.), şahsını ilgilendiren meselelerde sabredip öfke göstermediği halde; dini ilgilendiren konularda öfkesini izhar etmiştir. Bu hususta birçok örnek verilebilir. Bunlardan biri, şu hadis-i şeriftir: İbn Mes’ûd anlatıyor: “Bir adam gelerek Rasûlullah’a: ‘Ben sabah namazına falanca (imam) yüzünden gelemiyorum, çünkü namazı fazla uzatıyor’ dedi. Ben, Rasûlullah’ın o günkü kadar öfkelendiğini hiçmi hiç görmedim. Gazapla şöyle dedi: “Ey insanlar! Sizden bazıları nefret ettiricidir. Hanginiz halka namaz kıldırırsa, kısa tutsun; zira cemaatte hasta var, yaşlı var ve ihtiyaç sahibi vardır.” Allah Rasûlü’nün bu şekilde Allah için öfkelendiği olaylar çoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin de Allah için öfkelendiği belirtilir. Meselâ, Mûsâ’nın (a.s.), kendisi Tur’da iken, kavminin altından buzağı heykeli yapıp bu puta tapmalarından dolayı gazaplandığını, hatta kızgınlığından Tevrat levhalarını yere attığını ve kardeşi Hârun’un (a.s.) başını ve sakalını çekip asıldığını Kur’an haber vermektedir. Yine, bu olay üzerine kavmine çok gazaplı/öfkeli ve üzgün bir şekilde döndüğünü ve onlara kızarak nasihat ettiğini, bunun Allah’ın gazabını, dünyada da alçaklığı istemek olduğunu açıkladığını, Kur’an bize bildirir. Demek ki, öfke yasağı mutlak bir yasak değildir; bu fıtrî özelliğin kullanılması gereken durumlar vardır.

Adâletin tam olarak yerine getirilmesi için, hem öfke ve kibir gibi haksızlığa yol açabilecek duyguların etkisinden sıyrılmanın, hem de âcizlik ve aldırmazlık şeklindeki tutumlardan uzak durmanın gerekliliği de bilinmeli ve ona göre davranmalıdır.

Her fıtrî duygu gibi, gazabın da hedefi İslâm’ın gösterdiği istikamette olmalıdır. Yine tüm duygular gibi ölçülü, dengeli olmalı, ifrat ve tefritten uzaklaşılmalıdır. Yersiz gazap veya haddi aşan ifrat noktasındaki gazap yerilmiştir. Gazap, fıtrî bir duygu olduğundan, hiç gazaplanmayan kimse, dininin, dâvâsının ve şahsının onurunu koruyacak ve düşmanlara tepki gösterecek cihadı gerçekleştiremez. Ilımlı bir gazap duygusu, fazilet sayılır. Ilımlı bir öfke duygusu, “şecaat” veya “hamiyet” diye adlandırılır. İnsanın onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için hamiyet ve şecaat sahibi olması gereklidir. Gazap gücünün ifratına tehevvür (saldırganlık), tefritine de cübn (korkaklık) denilir.

Öfke, dili, özellikle üslûbu da olumsuz etkiler. Aklı başında bir kimsenin söylemekten hayâ edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü, kaba ve çirkin sözlerin söylenmesi çoğunlukla öfkenin eseridir.

Tabii, öfkenin bütün bu zararları, dünyevî ve ölçüsüz öfke hakkındadır; yani, kontrollü ve Allah için, meşrû hedefe yönelik öfke rezilet değil, bir fazilettir. Meşrû öfkedir Hz. Mûsâ’yı Hz. Mûsâ yapan, Ömer’i Ömer yapan.

Sözün en güzelini, eksiksiz bütün güzel vasıflara sahip mutlak güzel olan Allah söylemiştir. O’nun güzel kitabından daha güzel söz söylenmiş değildir. Herkes kendini hesaba çekmeli. Nelerle meşgul olduğuna bakmalı. En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa romanlar, gazeteler, televizyonlar, filmler, dizi dizi diziler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor? Üslûbu, hangi kitabın etkisinde? Kur’an kavramlarını ne kadar tahriften koruyup Kur’ânî anlamıyla değerlendirerek hayata o pencereden bakıyor?

Sözün en güzelini okumak, anlamak, yaşamak ve topluma hâkim kılmaya çalışmak, onu anlatmak, onunla konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecektir bizi. Üslûbumuzu güzelleştirmenin yolu da en doğruları en güzel üslûpla açıklayan o en güzel kitapla mümkündür.

Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. Başta şirk ve büyük günah olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun, dilin ve üslûbun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun!

41/Fussılet, 34

2/Bakara, 83

17/İsrâ, 53

2/Bakara, 263

41/Fussılet, 33

39/Zümer, 17-18

2/Bakara, 216

68/Kalem, 9

41/Fussılet, 33-35; 16/Nahl, 125

4/Nisâ, 63

4/Nisâ, 148

6/En’âm, 108

Müslim, İman 78

50/Kaf, 17-18

31/Lokman, 19

35/Fâtır, 10

2/Bakara, 83; 17/İsrâ, 53; 20/Tâhâ, 44

17/İsrâ, 53

3/Âl-i İmrân, 159

6/En’âm, 108

20/Tâhâ, 44

9/Tevbe, 113-114

48/Fetih, 29

5/Mâide, 54

6/En'âm, 74

19/Meryem, 44

19/Meryem, 45

3/Âl-i İmrân, 119

49/Hucurât, 7

3/Âl-i İmrân, 32; 30/Rûm, 45

3/Âl-i İmrân, 57, 140; 42/Şûrâ, 40

16/Nahl, 23

5/Mâide, 87; 7/A'râf, 55

2/Bakara, 190

2/Bakara, 205

5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77

4/Nisâ, 107; 22/Hacc, 38; 8/Enfâl, 58

28/Kasas, 76

4/Nisâ, 36; 31/Lokman, 18; 57/Hadîd, 23

6/En'âm, 141, 7/A'râf, 31

2/Bakara, 276

25/Furkan, 77

2/Bakara, 275

2/Bakara, 278-279

9/Tevbe, 24

33/Ahzâb, 6

Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11

Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275

Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9

Buhârî, İman 22

Müslim, İmâre, 53 hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39

60/Mümtehıne, 4

9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75

21/Enbiyâ, 53-54

21/Enbiyâ, 66-67

3/Âl-i İmrân, 68

68/Kalem, 8-16

2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60

9/Tevbe, 28

7/A'râf, 179

2/Bakara, 171

8/Enfâl, 22

10/Yûnus, 100

6/En’âm, 125

17/İsrâ, 73-75

39/Zümer, 65

İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 12/300

7/A’râf, 150

20/Tâhâ, 86

39/Zümer,

Bu yazı toplam 806 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar