Abdurrahman Dilipak: Biz Kobay Fareleri Miyiz?

Abdurrahman Dilipak: Biz Kobay Fareleri Miyiz?

Habervakti.com yazarı Abdurrahman Dilipak'ın yazısını iktibas ediyoruz

Abdurrahman Dilipak: Biz Kobay Fareleri Miyiz? /HABERVAKTİ.COM

"Siyaset bilimcilerin kafasını en çok yoran şeylerin başında “geleceği öngörme” çabası vardır. Herşey olumlu ya da olumsuz bir yöne doğru gitmektedir. O bu süreci kendi lehine çevirmek, zararı en aza indirirken faydayı en üst seviyeye çıkarma çabasındadır, kendi için.
Bir kobay faresi düşünün. Ve bir labirent. Labirentin çok girişi ve iki çıkışı olsun. Siz fare değilsiniz, Labirente yaklaşmayın, çıkamazsınız. Oraya sizi ihtiras, hayal, öfke, korku ve aşkınızla, algı operasyonları ile, subliminal yöntemlerle, siz farkında olmadan birileri tarafından yönlendirilebilirsiniz...

Elbette “Kobay fareleri” değiliz ama, bedavaya DENEK yapıldık, hem de yalan beyana dayalı bir kendi ONAM’ımızla, Plandemi günlerinde.
Siz korktuğunuzdan emin olmak ve arzularınıza vasıl olmak istersiniz. Labirente giden yolda hep sopa ve havuç göreceksiniz. Gideceğiniz yolda “Pavlov’un köpekleri” gibi eğitilir bu yolun yolcuları. Şeytan vadisinden geçer bu yol. Vadi’den yokuş aşağı koşar gibi giden insanlardan geri dönen yok gibidir. “Gidenin her biri memnun ki yerinden dönen yok seferinden” diye şarkılar mırıldanır bu cehennem vadisinin yolcuları.

Labirente herkes kendini ifade eden bir renkle boyanmış, sembollerle donatılmış, adeta gökkuşağının altında geçerek girersiniz. Müzik olarak caz, naz, borazan, çan, ilahı herşey var. Ve labirenten geçerken dikkat edin düşüncelerinizi okuyan sensörler vardır ve sizin suali mukadderlerinize cevap verecek uygun profilde kişiler vardır.

Labirenti kurgulayanlar, dindar için mescid, ya da LGBT’liler için uygun mekanlar da hazırlamışlardır. Çünkü onların kadrosunda Şeyh de var Fahişe de. Hani bize denmişti ya, “Şeytan bizi Allah’la aldatmasın” dikkat edelim.
Labirentin sonuna geldiğinde 3 kapıda Şeytanın 3 atlısı sizi bekler olacak. Ya Şeytanın ordusuna asker yapılırsınız, ya ölüm vadisine atılırsınız. Ya da sonunda bu iki kapıdan birisine çıkışı olan bekleme odasına alınırsınız.

Aslında Grip19 sürecinde insanoğlu böyle bir teste tabi tutuldu. Ve sonuç ortada. Şeytanın kirli oyunu uyananlar tarafından bozuldu da, Şeytanın labirenti çökmeye başladı ve yola çıkanlar panik içinde ne yapacağını bilmez haldeler. Artık kime ve neye inanacağını bilmeyen kalabalıklar sokaklarda.

Yaşadığımız süreçte daha buna benzer bir çok Labirentler var.. Dün Komunizm, Kapitalizm, Faşizm hepsi böyle bir labirent için yine aynı lanetli güç tarafından üretildi. Bugün de, bizi balık gibi görenler, bu vadide, Demokrasi, Laiklik, Özgürlük, Laiklik, hatta, vatan gibi sloganlarla önümüze çıkıyorlar. Bürün bunlar onlar için oltaya taktıkları yemden başka bir şey değildir.
Halkı yönetenler olarak, halkı sürüleştirdiyseniz, siz çoban olursunuz, onlar sürü, o zaman onları güdülemeniz gerek. Birilerinin sizi gütmesini istemiyorsanız, Moliere’nin “Tartuffe”sini okumanız gerek. 1664 yılından bir tecrübe de olsa, soyluların halkı kandırmak için kutsalı ve kiliseyi nasıl kullandıklarını bilmek, bazı gerçeklerin farkına varmak için bir bir fırsat olabilir. Tabi onlar Westefelya sürecinde, kilisenin otoritesini zayıflatmak istiyorlardı. Ama bu dindarları eleştirirken, onların günahlarını yüzlerine vururken, Dine, hakikat arayışına karşı bir şeytani vadiye bizi savurmamalı. Sonra dinin yerini, ideoloji alır, bilim alır.

Şeytan binbir suratlı bir mahluk. Kişinin egosunu ele geçirirse onunla oynar da oynar.
Halkı yönetme iddiasındaki kimselerin, halkın nabzını ellerinde tutmaları, devlet işlerindeki fırtınaları önceden kestirebilmeleri yerinde olur. Bugün böyle birilerini bulmak kolay değil. Kaht-ı Rical dönemindeyiz. Siyaset, Bürokrasi, Akademi, İş dünyası ve Medianın hali malum. Onun için lider, örgüt ve yöneticilerinize “Raina” demeyeceksiniz, “Unzurna” diyeceksiniz. Yoksa yöneteniniz ya da o din büyükleriniz, ruhbanlarınız, ruhanilerinizi İlah ve Rab konumuna yükseltirsiniz ve onlar da kendilerini öyle gösterirler ya da öyle zannetmeye başlarlar.

Bu fırtınalar en çok bütün güçlerin dengede olduğu zamanlarda azar, tıpkı doğadaki fırtınaların da gece ile gündüzün eşit olduğu gündönümü zamanında azması gibi. Fırtına kopmadan önce nasıl birtakım uluyan rüzgârlar çıkar, deniz için için köpürürse devlette de böyle olur:
Bacon (1561-1626)’un“Ayaklanmalar ve toplumsal kargaşalar üzerine” isimli bir denemesinde ki uyarılartını bir kez daha hatırlatmak isterim:
“Devlete kara çalan sorumsuz konuşmaların sık sık ve uluorta yapılması, bir yandan devlete zararı dokunacak yalan-yanlış söylentilerin ağızdan ağıza dolaşarak büyük bir ilgi görmesi kopacak bir fırtınanın ilk işaretleridir.” (…)
Devletin dört ana direği olan Din, Adalet, Yönetim, Hazine’den biri sarsılacak ya da güçsüz düşecek olursa insanların işi artık çok zordur. Ayaklanmaların sebebi iki’dir: Büyük yoksulluk ve büyük hoşnutsuzluk. Yıkılan ocakların sayısı ne kadar çoksa, karışıklığı destekleyenlerin sayısı da o kadar artar. Ayaklanmanın sebepleri ve körükleyici etkilerine gelince, dinde reform girişimleri, yeni vergiler, yasada ve törede değişiklik, tanınan imtiyazların geri alınması, toplumda genel bir baskı, değersiz insanların ve yabancıların yükselmesi, açlık, ordudan çıkarılan askerler, umut kırıklığına uğramış partililer, küskün bir toplumu ortak bir gaye etrafında toplayıp birleştiren bütün buna benzer şeyler..”

Söylentileri duymamak ya da susturmaya çalışmak aynı sonucu doğurur. Söylenti şüyu bulur ve vukuundan daha beter bir sonuç doğurur. Olması gereken sorulara anlaşılabilir, doğru, efradına cami, ağyarına mani cevaplar vermek, yanlış giden işlerin sorumlularını cezalandırıp, yerlerine ehliyet ve liyakat sahibi insanları getirmektir. Bilenlere danışmak, işi ehline vermek, ahlaklı, namuslu, şeref ve haysiyet, edeb sahibi, söz verdiğinde sözünde duran, bilgili, dürüst, tevazu sahibi, cesur insanlarla birlikte olmak en önemli kurallardandır.

“Machiavelli de, pek yerinde bir görüşle, toplumun babası olmaları gereken hükümdarların bir partiye bağlanıp yan tutmaları durumunda, devletin, bir yanına çok ağırlık yüklendiği için dengesizlikten batan bir gemiye dönüşeceğini söyler. Tıpkı Fransa Kralı 3. Henri'nin önce Protestanları yoketmek için kurulan birliğe girmesi, hemen sonra da aynı birliğin krala karşı dönmesi gibi. Yetkilerini herhangi bir amacın gerçekleştirilmesine yarayacak bir destek durumuna düşüren, böylece kendini gerçek sorumluluğundan başka sorumluluklara adayan kral, ülkenin denetimini gitgide elden kaçırmaya başladı. Uzlaşmazlıkların, kavgaların, bölünmelerin uluorta sürdürülmesi de, o günkü yönetime saygı kalmadığının bir belirtisidir.”

Uysal başlılar, homurdanmaya başladıklarında, dertlerini anlatacak kimse bulamayıp, dışlandıklarında ve susturulmaya çalışıldığında unutmamak gerekir ki, aldatılmış duygusu, uysal başlı insanları bile, çileden çıkartıp, öfkeli birer muhalife dönüştürebilir. Son Rus Çarı 2. Nikolay’ın taç giyme törenine 200.000 en çok 300.000 kişi bekleniyordu. Ama 800.000 kişi geldi. Törendeki bir kargaşada binden fazla insan öldü ama bir pek az kişi diye açıklandı. Önce halk Çar’a inandı. Çar yalan söylemeye devam edince o kalabalıklar etfarından uzaklaştı, sonunda devrim sonrası bütün aile öldürüldü. Aşk ile öfke komşudur. Aman dikkat. Fazla naz, aşık usandırır.

Selam ve dua ile.