Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Merve Kavakçı'yı dinlerken ve de İran seçimleri yahudi şeriati, vs..

Mart akşamı, HT tv. kanalında, Merve Kavakçı hanımla yapılan uzuuun bir röportaj vardı..

3 Mart tarihli yazımda Merve Hanım'ın durumuna bir vesileyle değindiğim için bir dostun haber vermesi üzerine, programın yaklaşık son yarısını takib etmek imkânı oldu..

Nisan-1999 seçimlerinde, -28 Şubat sürecinde kapatılan Refah Partisi'nin ardından kurulan- Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilen Merve Kavakçı, bilgi ve kültür birikimiyle yine dopdolu idi ve inandığı değerleri güçlü bir mantıkla, nezaket sınırları içinde anlatıyordu. Sanırım, kemalist-laikler başta olmak üzere, o günlerde onun atılması için tempo tutan herkes onun şahsiyetli, vakûr açıklamaları karşısında, -eğer az biraz nasibleri varsa-, utanmışlardır..

Çünkü, Merve Hanımın anlattıklarından hele bazı tablolar, anlayana bir şamar mahiyetinde idi..

M.vekili seçildiği halde, sırf, başörtülü olarak Meclis'e girdiği için -ki, başörtülü olarak Meclis'e girilemez diye hiçbir kanun olmadığı halde- mâruz kaldığı siyasî zorbalıklar ve bu zorbalıkların hukuken de yapılıp, m.vekilliğinin geçersiz hale getirilmesi ve dahası, o gürültülü yemin töreninden sadece 11 gün sonra, Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan bile atılmasında izlenen anormal zorbalık yolları bu cümleden..

Bu haksızlıklara, zulümlere karşı, Merve Hanım'ın T.C. rejimi aleyhine 2005 -2006'larda, yani, Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, Strasbourg'da AİHM'ne müracaat ettiğinde; T.C. sisteminin o zorbaca tasarruflarının, yakın geçmişte kendisiyle birlikte aynı çizgide siyaset yaptığı dâva arkadaşlarınca savunulması karşısında insan diyecek söz bulamıyor..

Merve Hanım, bu duruma da, bir ironi olarak değinip geçti.. (Ki, AİHM de, istemiye-istemiye verdiğini hissettirdiği bir kararla, sonunda, Kavakçı'nın seçilme hakkının ihlal edildiğine hükmediyor, Türkiye'yi suçlu buluyordu..)

*

Merve Hanım'ın vatandaşlıktan atılmasının kanunî gerekçesi, onun T.C.'den izin almaksızın Amerikan vatandaşı da olmasıydı.. Ki, bu şekilde 'çifte vatandaşlık' statüsü taşıyan ve Amerikan vatandaşı olan onbinlerce T.C. vatandaşı bulunmaktadır ve bu 'çifte vatandaşlık' durumu bir de teşvik edilmektedir.. (Hatırlayalım ki, en yüksek idarî mahkeme konumunda olan Danıştay'ın o günlerdeki başkanı E. Çakır isimli kişi, 'çifte vatandaşlık' statüsünde olan veya o statüyü kazanmak için talebde bulunanlara bir zarar gelmemesi için, 'Merve Kavakçı konusu istisnaî bir konudur, çifte vatandaşlık konusunda bundan dolayı, aynı durumda olan başkalarının da rahatsız olmasına gerek yok..' demek zorunda kalıyordu..) Bugün de, onbinlerce kişi, hem T.C. ve hem de -özellikle Almanya olmak üzere- Batı Avrupa ülkelerinin vatandaşı olduğu gibi..

O gürültülü yemin töreninden sadece 11 gün sonra, paldır-küldür, vatandaşlıktan da atılması için hemen, Amerikan makamlarından normalde verilmeyen belgeleri alıp Ankara'ya gönderen Houston Başkonsolusu'na da değindi, Merve Hanım.. Evet, o kemalist-laik histeri krizinde, operasyonel etkisi büyük olan öyle bir seçkin 'başarı'(!)sından dolayı o diplomat, AK Parti döneminde, bir de terfi ettirilmiş ve Merve Hanım'dan öğreniyoruz ki, bugün Bosna'da büyükelçi imiş!

*

Merve Hanım o günleri anlatırken, 'evimize gireni çıkanı takib eden bir medya ordusu vardı. Çocuklarımız öğretmenleri tarafından sözlü tacizlere uğradı. Okul Müdürü, 'bir süre getirmeyin' dedi. Bir süre götürmedik. Bu sefer de 'dindar olduğu için çocuklarını okula bile göndermiyor' denildi.' diyordu..

Evet, o günlerin medya infazcılarının hemen herbirisi, bugün de, yine sahnedeler, ama, özgürlük havarisi rolünde..

'28 Şubat' benim için bitmedi, ' diyen Merve Kavakçı, 'Türkiye'de bir takım normalleşme mesafeleri kat'edilmiş olsa bile, '28 Şubat'ta ortaya konulan tavrın özü itibariyle korunduğuna dikkat çekiyor ve başörtüsü yasağının 30 yıllık bir geçmişi olduğuna, dindar kesimlerin başörtüsü yasağına sessiz kaldıklarına, bir çok yasağın kalktığı üniversitelerde başörtülü öğrencilere psikolojik baskı yapılmasının sürdüğüne, kamu alanında başörtülü hanımların vazife almalarına yine engel olunduğuna' değiniyor ve buna dayanarak, 'başörtülü kadınlar için '28 Şubat' döneminin devam ettiğini' belirtiyordu..

*

Engizisyon, ruhları kurtarmak adına bedenleri yakıyordu; 'İkna Odaları' ise, bedenleri kurtarmak adına, ruhları ateşe attı!

Merve Kavakçı, '28 Şubat' günlerinde İstanbul Üni'de Rektör Yardımcısı (şimdi CHP m.vekili) Prof. Nur Serter'in öncülünde 'icad olunan' ikna odaları'na da değiniyor ve bu 'ikna odalarını -Hitler Almanyası'nda varolduğu söylenen- gaz odaları'na benzetiyor ve 'Bu kızların ruhları yavaş yavaş zehirlendi. O odalarda, korkutularak, sindirilerek başlarının açtırılmasına çalışıldı.. Kimi zaman erkekler tarafından saçlarının okşanması gibi tasallutlarda bulunuldu..' diyor; İkna Odaları ile Avrupa'da, Ortaçağ'ın Engizisyon Mahkemeleri arasındaki ilişkiye işaret ederek, merhûm Ali İzzet Begoviç'in Engizisyon Mahkemeleri'nde 'insanların ruhlarının kurtarılması için bedenlerinin yakıldığı' şeklindeki ifadesini hatırlatıyor ve buradan hareketle, 'İkna Odaları'nda ise, 'genç kızların bedenlerinin kurtarılması adına, ruhlarının yakıldığını' belirtiyordu..

*

Merve Hanım, yıllarca parti teşkilatlarının çeşitli kademelerinde çalıştıktan sonra, aday gösterildiği halde, 'dışarıdan getirilmiş birisi gibi lanse edildim..' diyor ve kendisini o zamanlar makamını ve görevini kötüye kullanarak, 'ajan-provokatör' olarak suçlayan dönemin C.Başkanı Süleyman Demirel'i de eleştiriyor, -şimdi hayatta olmayan- Bülend Ecevit'in sergilediği o zorbalıklar hatırlatıldığında ise, 'O gibileri Büyük Mahkeme'ye havale ettim..' demekle yetiniyordu.. Kavakçı'nın, 'Devletin tepesi, Demirel, beni ajan-provokatör ilan etti. Bölücükle suçlanmış birisiyim. Kemalist çevre yemin etmeme fiilen engel oldu. Hem 'eşitsiniz' denildi, hem de ayrımcılık yapıldı. '' şeklindeki sessiz feryadına, Demirel'in dünya hayatındayken verecek bir cevabı var mıdır? O, çeşitli konularda görüşlerini hâlâ da açıklarken, bu konuda niye susuyor? Galiba, o da 'Mahkeme-i Kübrâ'ya bırakmış gibi, o konuyu.. Halbuki, hatasını dünya hayatındayken itiraf edebilse, nicelerinin daha benzer zorbalıklara yeltenmemesi için bir ibret tablosu oluşturabilir..

Kavakçı bugün, Amerika'da bir üniversitede öğretim üyesi.. Herhalde, dünya normları açısından da, onun çapında akademik beyin seviyesine sahib bir benzerini kemalist- laik hanımlar arasında,bulmak o kadar kolay olmasa gerek.. (Var olan birkaç hanım, kemalist olmadıklarını ısrarla vurguluyorlar..)

Merve Hanım'ın, o tv. proğramındaki çarpıcı cümlelerinden birisi de, 'Rejimin istediği kadın modeli, dindar kadın modeline ters.' şeklindeki ifadesi..

Burada bir ekleme yapıp, aslında günümüzdeki çoğu müslümanların kafalarındaki kadın modeli, günümüzde sayıları giderek artmakta olan mütedeyyin ve tahsilli hanım modeliyle de uyuşmuyor, büyük çapta..

Yani, kemalist-laiklerin, İslamî örtünme -tesettür- hicab şartlarına riayet etmek dikkatinde olan müslüman hanımlara kamu alanında biçtiği rol, 'temizlikçi kadın' olmaları ve hep öyle kalmaları veya sadece çarşı-pazarda alışveriş yapabilecek sınırlar içinde hareket etmeleri rolü olduğu gibi; nice müslüman çevreler de, hanımların İslamî örtüleriyle sosyal alanda bulunmalarına pek sıcak bakmıyor, bazı aykırı örnekleri genelleştirerek..

Ama, her insan toplumunun yaklaşık yarısını teşkil eden hanımların, hele de müslüman toplumlarda okumaları ve yüksek tahsil kademelerinde, insan şeref ve haysiyetini, yani müslüman kimliklerini koruyarak bulunmaları şeklindeki yürüyüş, durmamalı ve daha da geliştirilmelidir..

Bir takım yetersiz veya yanlış örneklerle bu yolculuk kesilmemeli ve iyilerle kötülerin, iyiliklerle kötülüklerin ezelî ve ebedî mücadelesinin bu alanda da sürmekte olduğu unutulmamalıdır..

*

Hollanda'lı siyasetçinin atatürkçülüğü çok şeyi izah etmiyor mu?

Sözün burasında 28 Şubat günü, Hürr. gazetesinde yern alan bir röportaja da değinmek gerekiyor.. Hollanda'nın ırkçı ve İslam düşmanı siyasetçisi Geert Wilders 'in Özgürlükler Partisi'nin Avrupa Parlamentosu'ndaki temsilcisi Barry Madlener, sözkonusu röportajda, 'Bütün Müslümanların kötü olduğunu söylemiyorum ama işte genele bakarsak..' diye devam ediyor ve 'Türkiye, Müslüman bir ülke.. Müslüman ülkelerden gelen göçmenler bizim ülkemizi değiştirmek istiyor..' diyordu. Muhabir, 'Türkiye"nin Müslüma değil de Hristiyan bir ülke olması durumunda neler olacağını' sorduğunda iş değişiyor ve Madlener, 'Hollanda"da, İslam arttığı için eşcinsellerin sokaklarda rahat yürüyemez hale geldiği'nden yakınıyordu.. Muhabir hanımın, 'Avrupa ülkelerinde de, burka yasağının yayılmakta olduğu ve 'burka' giyen kadınlar bırakın rahat yürümeyi, sokağa bile çıkamıyor. Sizce bu ifade özgürlüğüne aykırı değil mi?' şeklindeki hatırlatması üzerine, Madlener"in ezberi, tıpkı kemalist-laikler gibi şaşıp, 'Bazı durumlarda ifade özgürlüğünün de bir sınırı olmalı' noktasına geliyor ve 'Türkiye"de İslam dinini eleştirme özgürlüğü olmadığından, dolayısıyla ifade özgürlüğü olmadığı'ndan şikayet ediyordu..

Sözlerine, 'İslamcılar özgürlük istemiyor. Atatürk akıllıca bir yaparak İslamcıları siyasetin dışına çıkardı' diye devam eden Madlener, 'Bu durumda size kemalist diyebilir miyiz ?' şeklindeki soruya da, 'Bu bağlamda 'evet' karşılığını veriyor ve bununla da yetinmeyip, 'Atatürk"ün Türkiye"de laik bir devlet kurup, bunun koruyuculuğunu orduya vermiş olmasının yaptığı en akıllıca olduğunu' da belirtiyor ve 'Bir Batılı ülkede ordunun böyle bir gücü olması düşünülemez. Ama Müslüman bir ülkede yapılacak en akıllıca şey budur. Çünkü İslamcılar siyaseti er ya da geç ele geçiriyor..' diyordu..

*

Ve, İran seçimleri..

İran'da da seçimler yapılıyor, elbette..

Üstelik de, 8 yıl süren İran-Irak Savaşı sırasında, o en zor durumlarda bile, devamlı olarak seçimler, referandumlar yapıldı..

Ancak, bu seçimlerin başka ülkelerde yapılan seçimlere pek benzemediği, yapılan seçimlerin halkın iradesini yansıtmadığı şeklindeki iddialar sık sık dile getirilmektedir.

Ama, bu tür iddialar, İran açısından da, tersinden değerlendirilebilir; 'diğer ülkelerde yapılan seçimler halkın iradesini ne kadar yansıtıyor ki?' diye.. Bu gibi karşı iddialar ilk planda, şeklî mantık açısından doğru gibi gözüken bir mügalata diye nitelense bile, dünyada da böyle şeyler devamlı olmakta değil midir?

Nitekim, Cezayir'de 1992 başında yüzde 85'lik oyla seçilen İslamî Selamet Cebhesi'nin nasıl bir kanlı askerî darbe ile önlendiğini ve o kanlı darbeyi yapan laik generallerin demokrasiyi kurtardıkları iddiasıyla, 'demokrasi dünyası' tarafından nasıl kutlandığını ve desteklendiğini hatırlıyabiliriz.. 1997'de Türkiye'de halkın iradesine kemalist-laik generaller eliyle nasıl karşı çıkıldığını da.. Filistinde de, 2006 başında yapılan seçimleri, HAMAS, El'Feth karşısında yüzde 65 oyla kazanınca, HAMAS'ın kapitalist emperyalizm tarafından hemen 'terör örgütü' olarak ilan edildiğini de hatırlayabiliriz. Veya, Türkiye'de AK Parti'nin, halkın yüzde 47'sinin oyunu alarak iktidara ikinci kez geldiği 2007 seçiminden birkaç ay sonra, Mart-2008'de, mâlum 'ilke / inkilablar ve laik cumhuriyetin temel nitelikleri için tehlike oluşturduğu' gerekçesiyle kapatma davasına muhatab olduğunu ve Anayasa Mahkemesi'ndeki yargılamanın, tek bir oy farkıyla, kılpayı, AK Parti lehine sonuçlanarak, durumun kurtarılabildiğini de hatırlayabiliriz..

Hani, Osmanlı Bankası'nın hayatta olduğu dönemlerde, 'Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız!.' diye bir reklam vardı ya, işte öyle bir şey..

*

Bazıları da, her türlü Meclis'lerde yapılan kanunların şirk olduğunu ileri sürerek, İran'daki Meclis'in de kanun yaptığını, bu yüzden 'şirk'e saplanıldığını' ileri sürüyor; 'Anayasa da, kanun da Kur'an'dır..' deyip geçiyorlar.. Ama, bu sözün muhtevasını pek düşünmüyorlar.. Çünkü, Kur'an'da, çok büyük bir yekûn teşkil eden 'qıssa'ların kanun halinde devlet mekanizmasına nasıl tatbik edilebileceğini düşünenler bilmektedirlerki, Kur'an'da, o 'qıssa'larda da müminlere genel çerçeve çizilmektedir.. Evet, müslümanların hayatının nasıl şekilleneceğinin genel çerçevesi, Kur'an'ın temel hükümlerine göre düzenlenmelidir..

Bu doğru..

Ama, 'Anayasa da, kanun da Kur'an'dır..' diyenler, herhalde Kur'an'ı da bilmiyorlar veya düşünmüyorlar; sosyal hayatın düzenlemesinin nasıl olacağını da..

Bu açıdan, uygulamadaki bir takım aksaklık veya yanlışlıklara bakıp eleştiriler elbette dile getirilebilir.. Nitekim, bu gibi konular bugünkü İran'da da tartışılıyor.. Bir örnek olarak, İran'da da, bazı m. vekilleri veya diğer bazı kişiler, kamuoyu önündeki tartışmalarda, -Türkiye'deki bazı heyecanlı kimselerin yaptıkları ve 'lider/ rehber her ne derse doğrudur..' şeklindeki iddialarında olduğu gibi-, her konuyu İnqılab Rehberi'nin iradesine bağlamaya çalışırken; merhûm Murteza Mutahharî'nin İran Meclisi'nde Tahran m.vekili olarak bulunan oğlu Ali Mutahharî, üstelik bu yakınlarda, 'huccetulislam' ünvanlı bir zâtın kamuoyunda yaptığı açık tartışmalara karşı çıkıp; 'Her şey sadece Rehber'in iradesine bağlı olacaksa, o zaman bu Meclis'e veya diğer kurumlara ne gerek var?' diye sormakta; son günlerdeki tartışmalarda.. Yani, bazılarının zannettiği gibi, tartışılmayan veya yukardan ne denilirse ona göre hareket edilen bir toplum sözkonusu değil..

Ve orada da Meclis'te kanunlar yapılmakta ve bunların İslam'ın açık hükümleriyle zıdlaşıp zıdlaşmadığı açısından, ulemâ ve hukukçulardan oluşan 'Şûrâ'y-ı Nigehban/ Gözetleyiciler Şûrâsı) tarafından kontrol edilmekte..

Bu konuya bu kadarca değindikten sonra..

Geçtiğimiz Cuma günü yapılan m.vekili seçimlerine değinebiliriz..

Önce haberlerdeki bir temel yanlışa işaret etmek gerekiyor..

Sanki, bu seçimler İnqılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî ile ile C. Başkanı Mahmûd Ahmedînejad arasında cereyan etmiş gibi, 'Khameneî kazandı, Ahmedînejad ağır yenilgi aldı..' diye sunulmakta.. Bir defa, İnqılab Rehberi için böyle bir seçim sözkonusu değil ki, iki taraf arasında bir rekabetten sözedilebilsin..

İran'da da siyaseti ve sosyo-politik hayatı şekillendirmeye çalışan sivil toplum kuruluşları (STK) denilebilecek sosyal örgütlenmeler var, elbette..

75 milyon nüfuslu bir ülke için, 290 kişilik bir Meclis bulunuyor.. Aynı nüfusa sahib Türkiye'deki gibi 550 m.vekilliği bulunmuyor ve 290 milletvekilliği de yetiyor, herhalde..

Ve her seçim çevresinde, aday olmak isteyenler müracaatlarını yapıyorlar.. Bunlar kanunî ve objektif şekil şartlarını haiz olup olmadıkları açısından sözgeçten geçiriliyor, elbette.. Orada bir eleniyorlar, gereken şartları haiz değilseler..

Ondan sonra, bir de subjektif değerlendirmelerle elenenler de oluyor..

Bu hususta eleştiriler de oluyor tabiatiyle..

Ve meselâ, başkent Tahran'da 30 m. vekili seçilecek.. Yaklaşık bin kadar aday adayı müracaat ediyor.. Bunlar arasından yapılan ayıklamadan sonra, genelde 180-200 kadar isim kalıyor geriye.. Bunlar teyid olunmuş isimler olarak liste halinde halka açıklanıyor ve seçmen konumunda olan halk da, bu 200 kadar aday arasından 30 ismi işaretleyip seçiyor..

Bu işlem yapılmadan önce, tabiatiyle, o adaylıkları kabul edilenler için, çeşitli kuruluşlar, hattâ Ulemâ Birlikleri, Muallimler Birliği, Tabibler Odası, Baro, çeşitkli sendikalar, vs., Keza, Meclis içindeki bazı fraksiyonlar da kendi adaylarını veya kendilerine yakın buldukları 30 ismi açıklıyorlar.. Bazen bir çok ismin, birçok listede yer aldığı da görülüyor..

Ve kullanılan geçerli oylar sayılıp, en çok oy alanlar birinciden 30'uncuya kadar sıralanıyor.. Kullanılan oyların dörte birinden fazlasını alamıyanlar ise, seçilemiyor ve geride boş kalan sandalyeler, seçilemedikleri halde en çok oy alanların iki misli isim, bir ay içinde yapılacak olan ikinci merhale seçimlerle belirleniyor.. Sözgelimi, 15 m.vekili belirlenememiş ise, en çok oy alan 30 m.vekili adayı, seçimlerin ikinci merhalesine katılıyor ve onlardan en çok oy alan 15 kişi de böylece Meclis'e gidiyor..

Yani, biraz karışık gibi gözükse bile, partilerin vela liderlerin dayattığı listeleri seçmek gibi bir durum yok.. Belki, seçilenler, kendi eğilimlerine göre, Meclis'te şu veya bu grup içinde bulunuyorlar..

Bu son seçimlerde de, 290 m. vekilinin yaklaşık üçte ikisi belirlendi.. Geriye kalanlar ise, seçimlerin ikinci merhalesinde belirlenecek..

Bu açıdan bakıldığında..

Son seçimlerde, kazanan taraf, İslamî Şûrâ Meçcisi Başkanı Ali Erdeşir Laricanî'nin tarafında yer alan ve 'Usûlgerayan' / (temel ilkelere bağlılar) diye bilinen grup, büyük çapta kazançlı çıkmış gözüküyor..

Ahmedînejad'ın etrafındaki grup ise oldukça erimiş bulunuyor.. Yani, Meclis'in yaklaşık yüzde 75'i Laricanî tarafında, yüzde 15-20 kadarı da Ahmedînejad tarafında yer almış gözüküyor..

Bunların dışında, 2009 Haziranı'nda yapılan ve Ahmedînejad'ın kazandığı açıklanan C. Başkanlığı seçimlerinde hile, yolsuzluk yapıldığı iddialarıyla başlayıp, toplumdaki derin yara izleri ve sonuçları henüz de giderilememiş olan büyük karışıklıkların sorumlusu olarak gösterilen (1982- 1989 arasındaki başbakan) Mîr Huseyn Musevî, (eski Meclis Başkanı) Mehdî Kerrubî ve (1997-2005 arasındaki İran cumhurbaşkanı) Muhammed Khâtemî cenahı ise, o karışıklıkların sorumlusu olarak gösterildiğinden seçimlere girmeleri pek mümkün olmadı, tasfiye olundular..

Şimdi.. Üçünçü bir dönem için aday olması kanûnen mümkün olmayan Ahmedînejad'ın, aday göstereceği düşünülen ve hele de son üç yıldır, 'itiqadî sapkınlık cereyanı' (cereyan-ı inhirafî)'nin lideri olarak gösterildiğinden oldukça tartışmalı bir durumu bulunan dünürü İsfendiyar Rahîm Meşaî'yi, 15 ay sonra yapılacak olan C. Başkanlığı aday gösterse bile onun seçilmesi ihtimalinin bertaraf edildiği tahmin ediliyor..

Bu durumda denilebilir ki, gelecek Haziran-2013'de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin parlayan yıldızı şimdiden Ali Laricanî gibi gözükmektedir..

Ali Laricanî, muhatablarında saygı uyandıran ve Ahmedînejad gibi populist söylemlere pek itibar etmeyen birisi..

İİC için bir kazanç olabilir..

Ancak, bir mahzur..

Laricanî şimdi Meclis'in kanun yapma organının başı ve yarınlarda C.Başkanı.. Kardeşi ise, Yargı Gücü'nün başkanı..

Yani, iki temel kurumun başında da iki kardeş..

Laricanî bulunduğu makamlara itibar kazandıran bir şahsiyet olarak bilinir..

Ahmedinejad ise, 30 yıldır zâten var olan nükleer teknoloji çalışmalarını, halkı coşturmakta bir faktör olarak kullanıp ve içerde ve dışardaki müslüman toplumlarda heyecan uyandırırken; öteki dünyalarda ise, korku, vehimler ve paranoialar oluşturan bir isim olarak zihinlerdeki yerini alacaktır.. Elbette belirtilmeli ki, onun bu populist yaklaşımı İran içinde de eleştiriler alıyor ve 'niye düşmanları üzerimize saldırtacak şekilde bu gibi açıklamalar yapıyorsun..' diye aleştiriliyordu..

Gerçi, fakir halk kitlelerine geçmişteki dönemlere nisbetle, daha geniş imkanlar verdiği söylenebilirse de, 2009'daki C.Başkanlığı seçimleri sırasında (aday olmadığı halde Refsencanî'yi ağır şekilde yolsuzluklarla suçlayan) ve sonrasında ortaya çıkan büyük sosyal karışıklıkların ve kırgınlıkların sorumlularından birisi olarak gösterilmekten kurtulamıyacaktır..

Ayrıca, Meşaî'ye atfedilen ve 'Mehdeviyet ' inancı çerçevesinde geliştirilmeye çalışılan bir cereyanla ilgili suçlamalarda onu korumakta, hattâ İnqılab Rehberi Khameneî ile bile ters düştüğü görülen Ahmedînejad'ın, geride kalan 15 ay içinde içerde de, dışarda da eskisi gibi etkili olamıyacağı tahmin edilebilir..

Bu seçimlerin ilginç gelişmelerinden birisi de, son üç senedir İslam İnqılabı'nın karşısındaymış gibi gösterilen/suçlanan Mîr Huseyn Musevî, Mehdî Kerrubî ve Muhammed Khâtemî cenahından, -ilk ikisinin, üç yıldır göz hapsinde olduklarından, seçimlerde açık bir etkileri yoktu, ama- Muhammed Khâtemî, seçimlerde açıkça bir tavır takınmadığından, seçimlere katılmama yolunda zımnî çağrı yaptığı iddia edilmişken, seçim günü oy verdiğinin belirlenmesi, geçmişte yaşanan kırgınlıkların atlatılmasında yeni bir ümid ışığı doğurabilecek mahiyette bir gelişme olarak görülmektedir.. Esasen, Meclis Başkanı Laricanî de, bu konuda, ılımlı ve bütün cenahlarla saygıya dayalı ilişkiler kurabilen şahsiyetiyle bu gelişmeyi daha da bir teşvik edebilecek durumdadır..

Hatırlanacağı üzere, Ali Laricanî, siyasete atılmadan önce, yıllarca İİC. Radio- Televizyon Kurumu (IRIB) Genel Müdürdüğü'nü ve ayrıca İran'ın nükleer teknoloji konusunda AB ülkeleri ve Amerika ile olan ihtilafında, Özel Müzakereci vazifesini yapmıştı..

*

Bu arada yeri gelmişken, bugünlerde, Washington'u ziyaret etmekte olan İsrail rejimi başbakanı Netanyahu ile, Amerikan Başkanı Obama arasında, İran'ın nükleer teknoloji elde etmek yönündeki çalışmalarından elçekmemesi dolayısiyle, İran'a saldırılması konusunda ciddî tartışmaların ve görüş ayrılıklarının olduğuna dair haberler dünya medyasını meşgul ederken, bir ilginç tartışmaya da değinelim..

*

Yahudilerin İran'a saldırması ihtimalinin yahudi şeriatindeki yeri tartışması..

İran'ın etkili internet sitelerinden Tabnak'da 15 İsfend, /5 Mart 2012 tarih ve ' 231011 kod no.ile yer alan haber- yorum dikkat çekici.. Bu haber-yorumu özetleyerek aktaralım:

Haham Michael Neuf, yahudilikte, askerî gücü ve savaşçılığı isbatlamak veya toprakları genişletmek için savaşa öngörülmüş olsa bile, yahudiliğin binlerce yıl geçmişinden gelen kaynaklarında, hattâ yahudilerin canını korumak adına bile olsa, savaş başlatıcılığının caiz olmadığını, bu gibi savaşların haram ve memnu/ yasak olduğunu ve bu hükmün bugün de gözönünde bulundurulması gerektiğini belirtmekte..

Bu makale, İsrail rejiminin medyasında da yer almış..

Haham Neuf, Endulus'de müslümanlar arasında 800 yıl önce yaşayan ünlü Tevrat müfessiri İbn Meymun (Meymonides)'in savunma savaşı anlayışına da değinmekte.. Meymonides, savunma savaşını, İsrailoğullarını yoketmeye yönelik saldırılara karşı onlara yardım için yapılan savaş türü olarak anlatıyor.. Bu durumda da bile Haham Neuf, saldırı olmasını, saldırının düşman tarafından başlatılmasını şart koşuyor..

Ama, hemen arkasından da Talmud'daki, 'Birisi seni öldürmek kasdı ve planı taşıyorsa, sen ondan önce hareket et..' emrini hatırlatıyor ve amma onun arkasından da, 'Ancak, ilaç hastalıktan daha beter olmamalı..' diyor..

Amma, Haham Neuf, yine de bunun şahsî saldırılara karşı bir savunma emri olmaktan öte, milletlerarası ihtilaflar için de geçerli olup olamıyacağını gündeme getiriyor ve bir çok hahamın, 'her türlü savaşa karşı olduklarını' belirtiyor..

Ve sonra, sözü İran- İsrail konusuna getiriyor ve şunları soruyor:

*İran'ın nükleer silah yaptığına ve yaptı ise bunu kullanacağına dair bilgimiz var mı?

-Hayır!

*İran'ın atom saldırısı planı olduğu zannedilse bile, bundan hedef, yahudilerin öldürülmesi ve İsrail'in yokedilmesi midir?

-Hayır!

*Eğer, İran'ın İsrail'e bir saldırı ihtimali olsa bile, bunun hemen gerçekleşeceğini biliyor muyuz?

-Hayır!

Haham Neuf, daha sonra, Amerika'nın, nükleer silaha sahib olduğu gerekçesiyle Irak'a saldırmasını ve 150 bin kişinin bu zannla öldürüldüğünü hatırlatmakta ve bütün bunlardan sonra savaşın doğru olmayacağını belirtmekte ve şu hatırlatmayı yapmakta: Unutmayalım ki, Talmud'un bildirdiğine göre, miladdan 586 yıl önce Yahudiyye yokolmuştu.. Sebebi, savunma açısından zayıf olduğundan değil, tersine, kan dökülmesine duyarsız kalmasından dolayı idi..'

*

Evet, ilginç bir açıklama..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1777 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar