Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

’Zeitgeist’, Ferd, Cemaat, Devlet ve Yezid..

Bilindiği üzere, (1770-1830) yılları arasında yaşamış olan ünlü alman filozofu Friedrich Hegel, zeitgeist / zamanın ruhu’  diye bir terim kullanmıştı. Bu deyim belki ondan önce de kullanılmış olabilir, ama, o, felsefi, fikrî, ideolojik konularda ilk kullananlardan olduğu için olmalı ki, bu terim, hep ona mal edildi. Tıpkı, dialektik düşünce metodunu ilk kez onun kullandığının söylenmesinde olduğu gibi.. Halbuki, müslüman dünyasında, bu âlemin ’âlem-i ezdâd / zıdlar âlemi’ , ’her şeyin kendi zıddıyla kaim olduğu  düşüncesi, bin yıl öncelerden beri  ifade ediliyordu.. Ama, bu sözü Hegel  de söyleyince, sanki ilk kez onun tarafından farkına varılmış ve keşfedilmiş gibi, özellikle de son asırlarda okumuş sınıflarımızda çokça görülen bir aşağılık kompleksiyle bayraklaştırılıp ona mal edildi.

Sahi, zamanın ruhu var mıdır ve nedir?

Ruh deyince gerçekte, elle tutulamıyan , maddî olarak algılanamıyan ve amma, her varlığın görünmeyen iç muhtevasını yansıtan şeyler toplamı olarak da anlaşılabilir.

Bu bakımdan herkes, her şeyin bir de ruhundan sözedebilir.

Kanunların ruhundan da sözedilir, nitekim.. ’Bu kanunun lafzıyla ve ruhuyla, temas ettiği konularda geçerlidir..’ gibi tanıtmalara sık sık rastlanır.

*

35 yıl öncelerde, Şûrâ, Tevhîd, Hicret gibi dergiler yayınlanıyordu..

Bugünkü İslamî muhtevalı yığınla yayınlar gibi cicili-bicili dergiler değildi, onlar.. Lüks kağıtlar kullanılamıyordu.. Renkli resim basılması bile bir mes’eleydi..

Ama, o günkü atmosferde ve o sahada, belki emsalinin az olmasının da etkisiyle, bu dergilerin fonksiyonları özellikle genç müslüman nesillerin yeni ufuklara yönelmesinde etkili olmuştu.

Bu bakımdan, bazıları şimdi, o günleri hatırladıkta, ’Yahu, o günler neydi.. O dergiler nasıl da Anadolu’yu derinden derine etkiliyordu.. Bugünkü gibi lüks olarak ve gelişmiş teknikle yayınlanan yığınla dergiler, yayınlar belki daha doyurucu, ama, onların etkisinden çok uzak.. Bunun sebebi nedir?’  diye sorulduğunda, bazen, ’Onlar zamanın ruhunu yakalamıştı..’ denildiğini bile duyabilirsiniz..

Bu, tamamen yanlış da sayılmaz. Çünkü, o günün ülke ve dünya şartlarında, yaşanan ağır şartlar içinde, siz, en azından bir kesim genç nesil tarafından zamanın ruhunu yakalamış gibi değerlendirilen yayınlar yapıyordunuz.

Böylece, o dergilerin o günkü etkisinin, o günün şartlarından ayrı düşünülemiyeceği de anlaşılabilir. Aksi takdirde, aynı tarz yayınlar bugün tekrarlanacak olsa, dudaklarda tebessümler oluşturabilir.

’Zamanın ruhu’ deyiminin nasıl anlamak gerektiği konusuna alınız bir örnek..

İdeallerimizin, hedef, emel ve eylemlerimizin içinde bulunulan zamanın şartları içinde  uygulanabilecek veya o şartları değiştirebilecek tarzda olması da denilebilir, buna..

O haftalık dergilerden Hicret dergisinin ismi altında devamlı olarak yer alan, ’Cemaat’ten Devlet’e..’  şeklinde bir ibare yazılıydı. Birlikte okunduğunda, HİCRET- Cemaat’ten Devlet’e...’  şeklinde olurdu. Bir bakıma, o noktada da bir ’hicret’in gereğine işaret olunmuş oluyordu.

*

Bu noktaya biraz daha eğilmek gerekiyor..

’Ferd olarak kalmak’, günümüz hastalıklarının en yaygınlarından birisidir. Hele de ekonomik açıdan kendine yeterlilik durumunda olduğunu düşünen ve özellikle iletişim alanında çeyrek yüzyıl öncelerde düşünülemiyecek derecedeki (internet, cep telefonları, navigasyonlar, akıllı telefonlar, tweet’ler, vs.. gibi) müthiş teknolojik gelişmeler içinde, kendisine mahsus daha dar ve kapalı ve bütün dünyaya açık bir dünya bir ferdiyetçi düşünebilmekteler, bugün..

Ama, bu son derece dar ve kendi etrafına bir hisar örmüş gibi manzara bir o kadar kırılgandır da.. Bir büyük felaket ânında, hastalık, deprem, sosyal karışıklık, savaş,  vs. gibi durumlarda, insan, hemen yanında olabileceği, birlikte hareket edebileceği kimseleri aramak noktasına geliverir. Ve kendisinden başkasını düşünmeyen, görmeyen ferd, başkalarına ihtiyaç duyduğu  anlarda, etrafında kimseyi görememek noktasına gelmiş olmanın ruhî perişanlığını yaşar.

Bu bakımdan, ferd olarak kalmak ideal olarak düşünülmemelidir, çünkü geleceği yoktur.

Bir cemaat, bir topluluk halinde olmak, insanın fıtratinin gereğidir. Çünkü, insan cemiyet halinde yaşamak zorunda olan bir varlıktır.

’Cemaat’  kelimesine gelince..

’Cemaat’ de esasen cem’iyyet kelimesinden, cem’ olmak, toplum halinde bulunmaktan gelir.

Cemaat..

Cemaat olmak, kalabalık olmak değildir.

Câmide, mescidde cemaat oluruz.. Eğer, belirli bir disipline tâbi değilsek, cemaat olamayız, kalabalık oluruz. Câmide de bir İmam / lider etrafında ve onun yönetiminde hareket ettiğimiz zaman kalabalık olmaktan çıkarız.

Bazen iki-üç kişilik bir cemaat, yüzbinlerce ton kömürün vereceği enerjiye tekabül eden bir atom çekirdeği gibi güçlü olabilir ve dünyaya şekil verebilir. Hz. İsâ (a)’nın 11 -12 kişiden ibaret bir havarîyyun denilen bir cemaati vardı, Hz. Peygamber (S), Mekke’de 40 kişiyi bulunca, Kâbe’ye alenî olarak gidip, oradaki putları temizlemeye koyuldu. 

*

Ancaak, cemaat olmak ayrıdır, cemaatçi olmak ayrıdır.. Cemaat olmak, bir merhaledir. Ama, cemaatçi olmak, kendi kozasının içine kapanıp, dışındaki dünyayla irtibatını kesmek, onları dışlamak, onları kendinden ayrı ve yanlış yolda ve hattâ düşman olarak görmeyi gerektirir.

Birbirlerine düşman taifeler, gruplar, fırkalar, partiler haline gelmek cemaat oluş’un değil, cemaatçi oluş’un kaçınılmaz neticesidir. Her kişi, kendi cemaatini korumanın çabasını sergileyebilir; ama, giderek, kendi cemaatini doğrunun tek merkezi olarak görmek, işte orada problem başlıyor.

Ancaak, bu noktada, bir hadis rivayetinin çok kullanıldığını da unutmamak gerekir.

’Ümmetin sonunda 72 fırkaya bölüneceği, bunlardan ancak birisininfırka-i nâciye /kurtulmuş fırka - taife’ olacağı’na dair bu rivayetin nasıl kullanıldığını görmek gerekir. Çünkü, hiç kimse kendi ayranının ekşi olduğunu kabul etmiyor, ’işte o fırka-i nâciye biziz..’ diyorlar ve diğerleri ise sapkınlıkta.. Kendisini ’fırka-i nâciye’ olarak görmeyen, nitelemeyen herhangi bir taife, fırka, cemaat var mı ve olur mu?

*

Devletsiz Müslüman, başkalarının devletinin kölesi olmaz mı?

Devlet..

Devlet için yığınla tarifler yapılmıştır.

Devlet’i kimisi güçlülerin, kendilerinden zayıf olanları kontrol altında tutmak ve gerektiğinde ezmek için; kimisi, güçlü olmayı zengin olmakla eş tutup, servet sahiblerinin fakirleri, yoksulları köleler halinde tutmak için geliştirdikleri bir mekanizma olarak görürler.

Ama, her halukârda devlet kaçınılmaz bir sosyal üstyapı kurumu halinde insanoğlunun karşısına çıkmaktadır. Çünkü, böyle bir yönetim mekanizmasının olmadığı her yerde, herkesin herhangi bir sınır tanımadan, gücü nisbetinde ve gücü yettiğinde, başkalarını kendi itaati önünde eğilmeye zorlayacağı bir kaos halinin, bir vahşî boğuşmanın kaçınılmaz olduğu, insanoğlunun binlerce yıllık tecrübelerinden de bellidir. Bu bakımdan, devlet mekanizmasına karşı oluşları dolayısiyle, devletsiz bir hayat sosyal hayat hayal edip, her türlü devlet ve  yönetim tarzına karşı çıkmak gerektiğini düşünen ’nihilizm’ cereyanının bağlıları bile, kendi hayal ettikleri bir dünyayı oluşturmak için, yığınla kurallar koymak gerektiğini peşinen kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Biz müslümanlar ise, devleti, zayıfların, mustaz’afların -hakları zorbalar tarafından ellerinden alındığı için zayıf duruma düşürülmüş olanların-,  fakirlerin, yoksulların güçlüler, zenginler, zorbalar tarafından ezilmek istenmesine karşı bir koruma ve savunma mekanizması olarak anlamak zorundayız. Bu açıdan, bugün bir kısım zorba sultanların, hanedanların, kuvvetli kılıç veya servet sahiblerinin bazı toplumların ensesine çökerek gerçekleştirdikleri yönetim mekanizmasını reddetmek de vazifemizdir.

Ama, devlet yönetiminde söz sahibi olmak için, inancımızın temel ilkeleri ve kuralları çerçevesinde, Allah’ın kullarına zulmeden yönetim sahiblerine karşı, hak ve doğru olduğuna inandığımız ölçüler içinde bir yönetim oluşturmak ümid ve hayaliyle devlet mekanizmasına hâkim olmak istenmesi de tabiîdir.

Gerçi, bazıları, zaman zaman, ’İslam’da Kur’an’da devlet kelimesinin geçmediğini, İslam’ın müslümanlara devlet olmak- oluşturmak- kurmak gibi bir mükellefiyet yüklemediğini’ de söylemişlerdir, ama, böyleleri, Kur’an-ı Kerîm’de ’hududullah/ ilahî hadler’ olarak belirtilen yaptırımlar başta olmak üzere, insan toplumunun,  Allah’ın yaratış hikmetine uygun olarak yönetilmesi için yapılması gerekenleri irade edecek olan gücün nasıl olacağı konusunda açık bir söyleyememişler ve ütopik -hayalî bir dünya kurmuşlardır.

Açıktır ki, sosyal yönetim mekanizmasını , devletini kuramayan toplumlar, başka sosyal yönetim mekanizmalarının çarkları ve dişlileri arasında ezilmekten kurtulamazlar. Bu,  müslümanlar için de böyledir.

*

Doğrudur ki, Hz. Peygamber (S) ve Khulefâ’y-ı Râşidîyn’den hemen sonraki dönemden bugüne kadar, 14 asrımız, yazık ki, hep, kılıç ve servetin gücüne, zer (altın) ve zor’a dayalı olarak ortaya çıkan yönetim mekanizmalarınca idare edilmiştir müslümanlar.. Ama, bu, hep böyle devam edecek demek değildir.

Bir kısım müslümanlar, hemen her devirde, bazıları çok hayalci planda kalmış olsa bile, ideal mânâda, İslamî mânâda bir devlet yönetimine erişmeyi hayatlarının en ideal çabaları görmüşlerdir. Buna bir müslüman olarak ancak saygı duyulabilir.

Bunu yaparken, elbette ideallerle gerçekler arasında sıkışıp kalan, bocalayan, hayal kırıklığına düşen veya geçmişte karşı çıktıkları zorbaların durumuna düşenler de olmamış değildir.

Ama, hele de zorbaların, zâlimlerin tesis ettikleri yönetimleri değiştirmek ideali etrafında yol almaya çalışmak adına hareket edenlerin, böyle bir iddia taşıyanların, başkalarına ve hele de diğer müslüman gruplara da ’taqıyye’ yaparak, hattâ uluslararası ve emperyalist güç odakları boyutları da olan karanlık ilişkiler içine girmeleri kabul edilemez. Aksi halde, karşımıza bir ’gulyabanî’,  bir umacı çıkar.  Nitekim, bugünlerde, karşımıza çıkan tablo böyle bir tablodur.

Hayırlı bir çalışma yaptıklarını düşünün bir kesim müslümanların, sırf kendi cemaatlerinin menfaatlerini, cemaatçi bir refleksle her şeyin üstünde tutmaları sebebiyle, ülkenin tamamının ve hattâ daha geniş bir çerçevede, ümmetin tamamının maslahat ve menfaatini düşünmek durumunda olabilecek bir müslüman lider ve onun kadrosu ile amansız bir mücadeleye girmeleri ve acaib uluslararası entrikalar kombinezonlar geliştirmeleri anlaşılır bir durum değildir.

Kaldı ki, son 100 yıla yakın tarihimizde, -merhûm Şeyh Saîd’in 1925’lerdeki ’qıyâm’ı hariç-, hiç bir İslamî grup, hareket veya cereyanın, kemalist-laik rejim ve başındakilerle böylesine bir mücadeleye tevessül etmedikleri ve hele de, bugün müslüman kimliğiyle bilinen Erdoğan’la korkunç bir dalaşına girmiş olanların, çok uzak olmayan yakın geçmişte, laik diktatörlere, zorbalara, nasıl selâm durdukları, temennâlar çaktıkları, övgüler düzdükleri bilinirken..

*

Yezid’i, ’muhteşem bir insan’ olarak niteleyebilmek..

Bu vesileyle bir konuya da  değinmek gerekiyor.

AK Parti’yi değil, Tayyîb Erdoğan’ı siyasî hayattan yok etmek için her yolu kendilerine mübah görürcesine bir mücadele içine girmiş olan bazı müslümanların bu hallerine bakıp da üzülmemek elde değil.. Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir elbette.. Bu açıdan, Tayyib Erdoğan’a da karşı çıkılabilir; başkalarına da..

Ama, bu yapılırken..

Zaman’ın Genel Yayın Md. Ekrem Dumanlı’nın yaptığı tuhaf yorumlar karşısında şaşırmamak elde olmasa gerek.. 

Bu arkadaş, Tayyîb Erdoğan’ın bir taifeyi, bin yıl öncelerdeki Hasan Sabbah’ın fedaîleri olan haşhaşiyyûn’a benzetmesinden rahatsız olmuş..

Olabilir..

Bu satırların sahibi de, arada bir takım benzerlikler bulunsa bile, o beyanın yine de ağır olduğunu ifade etmiştir.

Ama, buna karşılık verirken, Dumanlı’nın da bir tv. proğramında, Tayyîb Erdoğan için dolaylı olarak Yezid benzetmesi yapması ve bunun medyada bu şekilde belirtilmesinden sonra da, ’Yok canım, o kadar da değil!.’ diye lafının törpülemeye çalışmasını haydi geçelim.

Ama, bu benzetmeyi yaparken..

Dumanlı’nın Yezid  hakkında topluma çok yanlış ve yanıltıcı bilgiler vermesini nereye koymalı?

Dumanlı diyor ki, -özetle-, ’Yezid, 3,5 yıl kadar saltanatta kaldı.. Başlangıçta, bir kahramandı, bir muhteşem bir insan idi.. Ama, sonra etrafını goygoycular sardı, onların oyununa geldi ve tarihe nasıl geçtiği ortada..’

Bu örnekten hareketle, âdetâ demek istiyor ki, ’Tayyîb Erdoğan’ın da, ilk yılları iyi geçti, ama, son zamanlarda etrafını goygoycular sardı ve o da tarihe Yezid gibi geçecek..

Evet, sözlerinin muhtevasından anlaşılan bu..

Tayyîb Erdoğan’a öyle bir dolaylı benzetme yapması önemli değil.. Dumanlı’nın hocasının o korkunç bedduasının yanında bu sözler hafif bile kalıyor.

Ama, E. Dumanlı gibi bir arkadaşın, hem de tv. ekranlarından, milyonlara, Yezid hakkında tamamen gerçek dışı bir bilgi vermesi ve onu başlangıçta ’muhteşem bir insan’ olarak nitelemesi.. Eveet, işte burası, anlaşılır gibi değildir.

Çünkü Yezid, babası Muaviye ölüp de, -babasının hayattayken oğlu için aldığı bey’atler sâyesinde- Şam Sarayı’ndaki saltanat makamına oturur oturmaz, derhal adamlarını Medine’ye göndermiş ve  Hz. Peygamber’in torunu Hz. Huseyn’in bey’at etmesinin sağlanmasını istemişti. Hz. Huseyn’in de bu dayatmadan kurtulmak için Medine’den Mekke’ye ve oradan da Kûfe’ye doğru yola çıkmış ve Kerbelâ’da Yezîd Ordusu tarafından, bir avuç yârânıyla ve Ehl-i Beytiyle birlikte korkunç şekilde katledilmişti.

Yani, bu korkunç cinayet, Yezid’in saltanatının daha hemen başında olmuştu.. Dumanlı’nın deyimiyle, Yezid, ’muhteşem bir insan’ iken, goygoycularının oyununa gelmiş de sonradan sapmış birisi değildi. 

Tarihî gerçek bu iken, bu durumun çarpıtılıp, Dumanlı’nın, ’Yoksa, Yezid muhteşem bir insandı, saltanatının son yıllarında goygoycularının etkisinde kaldı..’  demesi, tarihin çarpıtılmasından da öte bir mânâ taşır.

Umarım, Dumanlı o yanlış bakışını düzeltir ve yanılttığı kitlelere de gerekli açıklamayı yapar. Yanlışın itirafı, kişiyi küçük düşürmez, tam tersine insana bir de itibar kazandırır.

Bu, kendisinin manevî dünyası için de hayırlı olur, her halde..

haksöz

Bu yazı toplam 1007 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar