Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı (2. Bölüm)

Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı (2. Bölüm)

İmam Hameney'in resmi sitesi olan Khamenei.ir Lübnan Hizbullah'ı Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah ile bir röportaj gerçekleştirdi. İlk kez yayınlanan röportajın içeriğinde Seyyid Nasrallah, birbirinden önemli konulara değinerek açıklamalarda bulundu

Khamenei.ir web sitesinin Seyyid Hasan Nasrallah ile yaptığı röportajın 2. bölümü:

Şimdi söz konusu dönemi bir kenara bırakıp İmam Humeyni'nin Allah'ın rahmetine kavuştuğu ve halkımız ile İslam Devriminin bütün bağlılarının yas tuttuğu 1989 yılı hakkında konuşalım. Böyle zamanlar hem ülkemiz hem de İslam Devriminin bağlıları için kritik zamanlardır. Ayetullah Hamaney, İmam Humeyni'nin halefi olarak seçildiği zaman sizin meselelerinizin durumunu kısaca anlatır mısınız? Ayrıca İmam Humeyni'nin vefatının ardından bölgesel ve uluslararası alanda karşılaştığınız hadiselerden de bahseder misiniz?

O zaman oldukça kritik bir dönem geçirdik zira Sovyetler Birliği'nin çöküşü, ABD'nin tek kutup olduğu düzenin başlaması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi aynı döneme rastladı. Aynı zamanda Siyonist rejimin barış görüşmelerine başladığına şahit olduk. Diğer yandan da İslam İnkılabı özel bir durumun içindeydi. Açıktır ki Amerikalıların İmam Humeyni (r.a.) sonrası dönem için planları vardı. Sizinle bu şartları konuşmak istiyoruz. Bu şartları bize anlatır mısınız? Ayrıca Komutanın bölgesel ve uluslararası seviyelerde cereyan eden hadiseler karşısındaki tutumundan da bahseder misiniz?

Sizin de bildiğiniz gibi İmam Humeyni'nin yaşamı boyunca Lübnan'daki Hizbullah üyelerinin ve direnişi destekleyenlerin hem entelektüel hem de kültürel anlamda yakın ilişkileri vardı. Bununla birlikte Hizbullah üyeleri İmam Humeyni'ye duygusal ve tutkulu bir bağlılık taşıyordu. İran'a açılan savaşta Saddam'a karşı savaşan çok sayıda İranlı gibi onlar da gerçekten İmam Humeyni'yi (r.a.) seviyordu. Lübnan Hizbullahının üyeleri onun bir İmam, bir Komutan, bir rehber, bir Merci ve bir baba gibi seviyordu. Lübnanlıların birisini bu kadar sevdiğini görmemiştim. Sonuç olarak o dönem İmam Humeyni'nin irtihali Lübnanlılara dağ gibi bir üzüntü ve yas getirdi. Hissettikleri keder ve yas kesinlikle İranlılarınkinden az değildi. Bu, Lübnanlılar ile İmam Humeyni (r.a.) arasındaki duygusal ilişki idi.

Diğer yandan o zaman ciddi bir kaygı vardı. Batı medyası sürekli olarak İmam Humeyni (r.a.) sonrası dönemi tartışıyordu ve esas sorunun bu adam olduğunu, ardından onun yerine ülkenin liderlik makamına geçecek birisi olmadığını ve İran yönetiminin düşerek bir iç savaş çıkacağını iddia ediyorlardı. Bu bağlamda, İmam Humeyni'nin yüce yaşamının son yılında ve özellikle Rahmetli Ayetullah Muntezeri'nin vefatı gibi olayların ışığında, o dönem oldukça yoğun bir psikolojik savaş başlamıştı. Bu sebeple endişeler vardı. O zaman bize sizin yani güvendiğimiz ve inandığımız İran İslam İnkılabının destek kaynağının İmam Humeyni'nin vefatıyla birlikte çöküp sona ereceği söyleniyordu. Bu da ikinci meseleydi.

Üçüncü mesele de, psikolojik savaş bir yana, İmam Humeyni'nin (r.a.) vefatının ardından durumun ne olacağı hakkında bilgi eksikliğimiz vardı. Onun ardından ne olacağını bilmiyorduk. Nelerin yaşanacağını bilmiyorduk ve endişeliydik. İmam Humeyni'nin (r.a.) ölümünün ardından yaşananları televizyondan seyrediyorduk. Ancak İran'da halkın cenazeye muhteşem bir katılım göstermesini ve diğer yandan ulusal güvenlik ile sükuneti görünce güvenimiz ve iç huzurumuzu geri kazandık.

Bize İran'ın bir iç savaşa sürüklenmeyeceği ya da yıkılmayacağı ve İranlıların eninde sonunda mantıklı ve samimi bir atmosferde uygun bir Lider seçeceği teminatı verildi. Biz de İranlılar gibi Uzmanlar Meclisi'nin bu konudaki kararını bekliyorduk. Aslına bakılırsa Lübnanlılar, Ayetullah Hamaney'in Uzmanlar Meclisi tarafından İran İslam Cumhuriyeti'nin Komutanı seçilmesini beklemiyordu. Çünkü biz İran'daki figürleri çok iyi bilmiyorduk. Liderlik makamına geçebilecek daha iyi, daha ilim sahibi ve daha yeterli biri olup olmadığını bilmiyorduk. Biz sadece temas halinde olduğumuz İranlı yetkilileri tanıyorduk. Bu sorumluluğa Ayetullah Hamaney'in seçilmesi şaşırtıcı ve sıradışıydı. Kendimizi mutlu, talihli ve emin hissetmiştik.

Her halükarda bu aşamayı atlattık. İlişkilerimz başladı ve sürdü. Kısa bir süre sonra İran'a giderek İmam Humeyni'nin (r.a.) vefatı dolayısıyla taziyelerimizi sunduk ve Komutan ile görüştük. Hala Cumhurbaşkanlığı sarayındaydı ve halkı burada kabul ediyordu. Ona biatımızı şahsen ve doğrudan sunduk. Kardeşlerimiz ona şunları söyledi: 'İmam Humeyni'nin (r.a.) döneminde siz İran Cumhurbaşkanlığının yanında onun Lübnan, Filistin ve bölge meseleleri için atadığı temsilcisiydiniz ve bize vakit ayıracak vaktiniz vardı. Ancak şimdi hem İslam Cumhuriyeti'nin hem de bütün Müslümanların liderisiniz ve bu yüzden belki de bize eskisi gibi yeterli vakit ayıramayacaksınız. Bu yüzden bize bir temsilci atamanızı istiyoruz ki sizi sürekli meşgul etmeyelim.' O anda Komutan tebessüm ederek şöyle söyledi: 'Ben hala gencim ve Allah'ın izniyle vaktim var. Bölge meseleleri ile direnişe özel bir önem veriyorum ve birbirimizle doğrudan temas halinde olmaya devam edeceğiz.'

O zamandan beri Komutan, İmam Humeyni'den (r.a.) farklı olarak, bizim meselelerimiz için bir temsilci atamadı. Elbette biz de onu çok fazla meşgul etmek istemiyorduk ve ondan çok zaman ayırmasını talep etmedik. Özellikle ilk yıllar yani hareketin kurulduğu ilk yıllar o her şeye müdahildi. Sahip olduğumuz ilkeler, hedefler, temeller, kriterler ve rehberlik gibi konularda her soruna bir çözümü vardı. Bütün bunlar ilahi bir lütuftu. Rehberlik lütfu çok aşikardı ve sürekli ona sormak zorunda kalmadık. Yani Komutanın söylediği gibi yapmaya devam ettik. Bu, İmam Humeyni'nin (r.a.) vefatının ardından Ayetullah Hamaney'in Müslümanlar için Komutan ve otorite (veli emr el müslimin) seçilmesiyle ilişkilerimizin nasıl olduğuyla ilgisi sorunuzu cevaplamış olmalı.

Ancak yaşanan hadiseler dikkate alınırsa, İmam Humeyni'nin vefatının ardından yaşananların doğal olarak çok önemli ve tehlikeli olduğu gözlerden kaçmamalı. O dönem bizim için önemli konu Lübnan'da direnişin yolunun sürmesiydi. Bu, Komutanın başından beri vurguladığı bir konuydu. Komutan, İslam Cumhuriyeti yetkililerinin Lübnan ve bölgedeki direnişe katılmaları için pek çok yönlendirme ve tavsiyelerde bulundu. Komutan şu ifadeleri kullandı: 'İmam Humeyni'nin (r.a.) zamanında, gündemimizde onun düşünceleri, metodları, ilkeleri ve kültürü ile bu yolda ilerlediğimiz gibi bugün de bu yolda azimle ilerliyorum ve bu yolun sürdürülmesi gerektiğinde ısrar ediyorum.'

Böylece Yüce Allah'ın lütfuyla İslam Cumhuriyeti'nin bölgedeki ve özellikle Lübnan'daki direnişe desteğinde bir pozisyon değişikliği olmadı. İran'ın bazı politikalarında, bakanlıklarda ve resmi kurumlarında değişiklikler olsa da direniş karşısındaki pozisyon değişmedi. Böylece hiçbir değişiklik olmadığı gibi işler daha da iyiye gitti. Zira her yeni cumhurbaşkanı ve hükümet ile birlikte bu duruş güçlendi. Bu da Komutanın Lübnan Hizbullahı ile bölgedeki direnişe özel bir ehemmiyet atfetmesinin doğrudan sonucuydu.

Şimdi yaşanan hadiselerle ilgili konuşmaya başlayabiliriz. Nereden başlamamı istersiniz? Ben hazırım. Yani Komutan ile ilişkimiz ve İmam Humeyni'nin (r.a.) vefatının ardından onunla çalışmayı nasıl sürdürdüğümüz hakkında ayrıntılı bir şekilde konuştuk ve şimdi siyasi konuları ele alabiliriz.

O zaman yani Ayetullah Hamaney'in liderliği döneminde bizim için en önemli sorun Lübnan'daki iç problemlerdi. Sizin de iyi bildiğiniz gibi o aşamada Hizbullah ile Emel hareketi arasında bazı sorunlar mevcuttu ve Komutan bu meseleye özel bir önem veriyordu. Böylece Ayetullah Hamaney'in liderliğinin ilk yıllarında yaşadığımız en önemli hadise Hizbullah ile Emel Hareketi arasındaki fikir ayrılığına çözüm bulunmasıydı. Bu kutlu çözüme Komutanın özel rehberliği ve tavsiyeleri yanında İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri, Hizbullah yönetimi, aralarında Lübnan meclisinin mevcut başkanı Bay Nebih Berri'nin de bulunduğu Emel Hareketi yöneticileri ve Suriyeli yetkililerin görüşmeleriyle ulaşıldı. Sonuç olarak Lübnan'daki direniş grupları birleşti ve bu Komutanın birlik konusunu güçlü bir şekilde vurgulamasıyla başarıldı.

Komutan Lübnanlı gruplar arasında herhangi bir çatışma ve anlaşmazlığa karşıydı ve bunların arasında güçlü ilişkilere ve gerekli yöntemlerle aralarında barış yapılmasına sürekli vurgu yapıyordu. Bu çabaların meyve vermesi için yıllar geçti. Bir başka ifadeyle bu aşamayı geçmemiz 2-3 yılı buldu. Komutanın rehberliği sayesinde bugün Hizbullah ile Emel arasında tanık olduğumuz yakın ilişkilerin temeli stratejik değil, stratejik olmanın da ötesindedir. Hizbullah ile Emel Hareketi arasındaki problemlerin çözülmesi ve aralarındaki işbirliği sayesinde direnişi sürdürmeyi ve Lübnan ile Güney Lübnan'ı savunmaya muvaffak olabildik. 2000 yılında Siyonist rejime karşı elde edilen başarı ve büyük zafer bu birliğin sonucunda gerçekleşti. Bu birlik Siyonist rejime karşı 2006 yılında ve 33 gün savaşında bize tekrar yardım etti. Temmuz Savaşında direndik ve düşmana bir mağlubiyet daha tattırdık. Bugün Lübnan'da ve bölgede siyasi zaferler elde edilmeye devam ediyor. Hizbullah'ın siyasi, milli ve askeri gücünün temel faktörlerinden birisi bu uyum, birlik ve dostane ilişkilerdir.

Hatırlıyorum, o zaman Seyyid Abbas El Musavvi (r.a.) şehid olmuştu ve kardeşler genel sekreter olarak beni seçmişti. Sonra Komutan ile görüştük. Bazı konuları dile getirdi ve şöyle söyledi: 'Eğer İmam Mehdi'nin (Yüce Allah onun zuhrunu çabuklaştırsın) ve bütün Müminlerin gönlünü hoş etmek istiyorsanız ülkenizdeki sükuneti korumak için çok çalışmalısınız. Özellikle Hizbullah, Emel, Allame Fadlallah ve Şeyh Şemseddin başta olmak üzere birbirinizle çalışmak zorundasınız.' O zamanlar hem Şeyh Fadlallah hem de Şeyh Şemseddin hayattaydı ve Komutan Lübnan içindeki birliğin güçlenmesine vurgu yapıyordu. O aynı zamanda hem Şiiler arasında hem de Şiiler, Sünniler ve diğer Müslümanlar arasında vahdetin sürdürülmesinin üzerinde duruyordu. O ayrıca Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki birliğin gereğine de vurgu yapıyor ve toplantılarda bunun üzerinde duruyordu. Bu, onun desteklediği 'tüm Lübnanlılar için açık kapı politikası' idi. Bu ikinci meseleydi. Ana sorun Hizbullah ile Emel ilişkisi ve Şiilerin iç durumuydu. Vurgulanan diğer bir önemli konu da Hizbullah'ın dini, siyasi ve ideolojik farklara rağmen diğer gruplara karşı izlediği açık kapı stratejisiydi. Bu önemli projenin gerçekleştirilmesi de onun erdemli liderliği sayesinde oldu.

Direnişin sürmesi, iç çekişmelere karşı çıkma ve Güney Lübnan'ın kurtarılması kararlılığına vurgu yapılıyordu. Komutanın direnişe ve direnişin ilerlemesi meselesine odaklanmasının sebebi buydu. O, direnişin ilerlemesi, gelişmesi ve sonunda işgal edilmiş toprakları geri alması konusunda daima ısrarcıydı. Yani o, Direnişin yolunda ilerlemesini sabırla destekledi. Biliyorsunuz ki o zamanlar Hizbullah dışındaki bazı direniş gruplarının iç politik meselelerle haşır neşir olup direniş misyonundan tedricen uzaklaşması gibi bir problem vardı. Bu da direnişin Hizbullah ile Emel ama başta Hizbullah ile sınırlı kalmasına yol açtı. Hizbullah'ın içinde bile bazı kardeşlerimiz iç politik meselelerle ilgilenmeye eğilimliydi. Ancak Komutan her zaman önceliğin direniş misyonu ile Cihad görevine verilmesi gerektiğini vurguladı.

İmam Hamaney'in Oslo Anlaşması ile ilgili tahmini ve Netanyahu'nun hatası

O dönem bölgede gerçekleşen en önemli olaylardan birisi, Arap – İsrail müzakereleri aracılığıyla bir uzlaşma sürecinin şekillenmesiydi ki bu, 'barış süreci' olarak adlandırldı. Bu gidişat Arap – İsrail müzakereleri sonucunda şekillendi. 1993 yılında Bay Yaser Arafat ile İzak Rabin ve Şimon Peres tarafından temsil edilen İsrailliler arasında bir anlaşmaya varıldığını hatırlayalım. Bu anlaşma ABD gözetiminde yapılmıştı. Bu anlaşma daha sonra 'Oslo Mutabakatı' olarak adlandırıldı. Bu elbette tehlikeli bir konuydu ve Arap – İsrail çatışmasına olumsuz etkileri olmuştu. Tehlike şuydu ki anlaşmaya göre FKÖ İsrail'i tanıyordu ve böylece Enver Sedat'ın Mısır'ı değil de Filistinli bir grup etkin bir şekilde 1948 topraklarını, yani Siyonist rejimin 1948 yılındaki Arap – İsrail savaşında işgal ettiği toprakları terk ediyodu. Yine anlaşmaya göre başka bir büyük hata, Kudüs'ün Doğusu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi ile Filistin'in diğer bölgeleri ile ilgili müzakere başlıklarının tamamlandığının ifade edilmesiydi.

Diğer yandan bu anlaşma, pek çok diğer Arap ülkesinin İsrail ile müzakere edip anlaşması ve sonunda Tel Aviv ile ilişkilerini normalleştirmesine giden yolu açmıştı. Bu oldukça tehlikeli bir meseleydi. O dönem Komutan, aralarında Hamas, İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin bulunduğu Filistinli direniş grupları Oslo Mutabakatına karşı çıkmıştı. Başkomutan ile bazı Filistinli gruplar anlaşmaya karşıydı. Hizbullah ile Lübnanlı gruplar da öyle. Beyrut'un Güney Dahiye mahallesinde bu anlaşmaya karşı bir gösteri düzenledik ancak ateş açıldı ve şehitler verdik.

Her halükarda bu bir dönüm noktasıydı ve çok tehlikeli bir süreçti. Oslo Mutabakatına karşı nasıl tepki vereceğimiz üzerinde kafa yorduk. Ona karşı siyasi yollarla ve medya aracılığıyla karşı çıkıp Filistinli grupları direnişe ve hakları konusunda ısrarcı olmaya mı çağırmalıydık? Oslo Mutabakatı ile takip eden gelişmeler Hizbullah ile Hamas ve İslami Cihad arasındaki ilişkileri genişletip sağlamlaştırırken işgal altındaki Filistin topraklarında direnişi de güçlendirdi. O zamanlar Hamas ve İslami Cihad üyelerinin Tel Aviv ve Kudüs'ün göbeğinde gerçekleştirdiği ve Siyonist yetkilileri derinden sarsan büyük bir şehadet operasyonunu hatırlayalım. Bu operasyonun ardından Mısır'ın Şerm Eş Şeyh kentinde ABD Başkanı Bill Clinton ile dönemin Rusya Cumhurbaşkanı Boris Yeltsin'in yanı sıra pek çok ülke yetkililerinin katıldığı olağanüstü bir toplantı gerçekleştirilmişti. Öte yandan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad toplantıya katılmayı reddetmişti.

Toplantı sonucunda üç gruba savaş açıldı: birincisi Hizbullah, ikincisi Hamas ile İslami Cihad ve üçüncüsü de bölgedeki direnişe verdiği destek sebebiyle İran İslam Cumhuriyeti. Geniş bir katılım olmasına rağmen toplantı, Hizbullah ile bölgedeki diğer direniş gruplarının saflarında bir korkuya yol açmayı başaramadı. Özellikle o zamandan bu yana Komutanın direniş ile yani direnişin sürmesi ve direniş yolunda ısrar edilmesi ile ilgili tutumu kesinlikle açık ve kararlı olmuştur. Sonuç olarak Oslo Mutabakatının ardından bu süreç için oldukça önemli ve tehlikeli hadiseler meydana geldi.

Bir de Madrid Konferansı var.

Madrid Konferansı, Oslo Mutabakatından önceydi. Görüşmeler başlamıştı. Buradaki önemli nokta Komutanın gelecek ile ilgili derin bir sezgi ve tam bir anlayışı olmasıydı. Ben Komutanın doğru gelecek algısını Yüce Allah'a derin imanı, huşûu ve Onunla ilişkisi sonucu oluşmuş eşsiz yeteneklerinden birisi olduğuna inanıyorum. Bu, sadece mantıksal bir bakış açısından öte bir şeydir.

O zamanlar İsrail – Suriye müzakereleri adı verilen bazı görüşmeler başlamıştı. Dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad ve İsrail Başbakanı da İzak Rabin idi. Aralarındaki görüşmeler başlangıçta gizli olsa da daha sonra açık hale geldi. ABD'de ve Clinton'ın gözetiminde bir araya geldiler. Esad'ın temsilcileri ile Rabin'in bakanları  ABD'de birbirleriyle görüştü ve bir anlaşmaya varmak üzereydiler. O zamanlar İzak Rabin'in işgal altındaki Golan'ı Hafız Esad'a geri vermeyi kabul ettiği söylenmişti.

Dolayısıyla bölgede İsrail ile Suriye'nin bir anlaşmaya doğru gittiği varsayımı yapılıyordu. Suriye, Lübnan ve Filistin ile bütün bölgede böyle bir atmosfer mevcuttu. Bazılarının bize 'eğer İsrail – Suriye anlaşması imzalanırsa siz yani Hizbullah ne yapacaksınız? Eğer Suriye ile İsrail bir anlaşmaya varırsa Hizbullah'ın tavrı ne olacak? Eğer böyle bir anlaşma yapılırsa Hizbullah ve İslami Direniş gruplarının kaderi ne olacak?' diye sorduğunu hatırlıyorum. Bu konuyu tartışmak ve geleceği planlamak için bazı toplantılar tertipledik. O dönem Esad ile Rabin arasında bir anlaşma yapıldığını kabul ettik. Sadece Hizbullah değil bütün Lübnan, Suriye ve Filistinliler de aynı görüşteydi. Geleceği tartışmak için kendi içimizde toplantılar düzenledik. Siyasi ve askeri konular ile ağır silahlar ve hatta grubun ismi gibi meseleleri tartıştık. Bazıları 'Hizbullah' adını kullanmaya devap edip etmeme sorusunu gündeme getirdi. Yeni bir isim seçip yeni aşamaya uygun mu hareket etmeliydik? Bazı kardeşlerimiz ABD'nin kara listesindeydi ve onları Lübnan'da tutmak ya da Lübnan'dan çıkarmak konusu tartışılıyordu. Örneğin Şehid Hacı İmad Muğniyye de bunlardan birisiydi. Böylece çeşitli önerileri bir araya getirdik.

Hizbullah'ın bu kararla ilgili bilgi almak için Hafız Esad ile bir iletişim kanalı yok muydu?

Aslına bakarsanız elimizdeki bütün veri ve bilgilere bakarak İsrail – Suriye müzakerelerinin bir anlaşma ile sonuçlanacağından emindik. O zaman Hafız Esad'ın esas talebi Golan'ı geri almak ve İsrail'in da 4 Haziran 1967 sınırlarından çekilmesiydi ki Rabin her iki talebi de karşılamayı kabul etmişti. Sonra biz Komutanı görmeye gittik. Ziyaret sırasında farklı insanların dile getirdiği tüm sorunları ve önerileri kendisine anlattık ve o da sabırla bizi dinledi. Bazı İranlı yetkililerin de katıldığı toplantıda Komutan bütün sözlerimizi dinledi. Bu İranlı yetkililerin istisnasız hepsi Suriye – İsrail görüşmelerinin bittiğine inanıyordu. Ancak Yüce Komutan şunları söyledi: 'En kötü senaryo ve ihtimalleri düşünüp onlara karşı plan yapmanız güzel. Ancak ben size bunun olmayacağını söylüyorum. Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşması olmayacak. Bu yüzden yazdığınız ve hazırladığınız her şeyi bir kenara atın. Direnişe devam etmeli ve silahlarınızı, tesislerinizi ve insan kaynaklarınızı artırma çabalarınızı ikiye katlamalısınız. Üzülmeyin çünkü Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşması olmayacak.' Toplantıda hazır bulunan bütün İranlı ve Lübnanlılar, Ayetullah Hamaney'in bu ifadeleri ile şaşkına dönmüştü. Saygıdeğer Komutan 'Muhtemel görmüyorum' ya da 'başka ihtimaller olabilir' demedi. Hiçbirini söylemedi.Anlaşmanın gerçekleşmeyeceğini kararlı bir biçimde söyledi. Güçlü ve kesin bir şekilde 'Unutun ve bir kenara atın. Yaptıklarınızı öncekinden daha iyi ve güçlü bir şekilde yapmaya devam edin.' dedi.

Neyse, şaşırmıştık. Lübnan'a dönerek Komutanın bakış açısına göre çalışmalarımızı sürdürdük. Lider'e yaptığımız ziyaretten iki hafta sonra Tel Aviv'de 100 binden fazla kişinin katıldığı büyük bir tören düzenlendi. İzak Rabin bir konuşma yaparken aşırılık yanlısı bir Yahudi'nin silahlı saldırısı ile hayatını kaybetti. Rabin'in ardından Şimon Peres, Siyonist rejimin başbakanı olarak seçildi. Zayıf bir kişiliği vardı. Ne güvenilirlik ne de tarihi ve askeri geçmişi açısından İsrailliler tarafından Rabin'e denk görülmüyordu.

Daha sonra işgal altındaki topraklarda yani Tel Aviv ve Kudüs'te Siyonist rejimin gücünü temelden sarsan büyük operasyonlar gerçekleştirildi. Sonra da bahsetmiş olduğum Şarm El Şeyh zirvesi yapıldı. Daha sonra, 1996 yılında İsrail, Lübnan'a Gazap Üzümleri Operasyonu adını verdiği bir operasyonla saldırıp Kana'da benzersiz bir soykırım gerçekleştirdi. Bu olay daha sonra Kana Katliamı olarak anılacaktı. Buna cevaben biz de İsrail'e direndik ve muzaffer olduk. Bundan kısa bir süre sonra yani 2 – 3 hafta sonra Siyonist Rejim'de seçim yapıldı ve Şimon Peres ile başında bulunduğu İşçi Partisi kaybederken Binyamin Netanyahu'nun başında olduğu Likud Partisi kazandı. Başbakan olan Netanyahu İzak Rabin ve Şimon Peres'in Suriye'ye verdiği taahhütler ve Hafız Esad ile yaptıkları müzakerelerin kendisini bağlamadığını ifade eden sözler sarf etti. Böylece İsrail – Suriye müzakereleri sona erdi. 1996'dan bahsediyoruz ancak şu anda 2019 yılındayız. Barış süreci nerede? En kötü durumda.

Sizin de belirttiğiniz gibi o atmosferde, bir anlaşmanın eli kulağında olduğu hissi vardı ve diğer yandan da Filistin halkını hedef alan katliamlar devam ediyordu. Hizbullah'ın akıntıya uymaya teşvik etmek için sizinle temasa geçen başka ülkeler oldu mu? Bu anlaşmayı destekleyen ülkeler bu bağlamda sizinle görüştü mü? İsrail ile anlaşmanızı teşvik etmek için size mesaj gönderdiler mi?

Hizbullah ile doğrudan bir temas olmadı. Bizden umutları yoktu. Çünkü bizim erdem, irade, inanç ve kararlılık gibi meziyetlerimizi biliyorlardı. Ancak bazı Arap ülkeleri genel anlamda Lübnan'a baskı yaptı. İsrail'e taviz vermesi için Lübnan hükümeti ve halkına baskı yaptılar. Anlaşmayı kabul etmediği takdirde İsrail'in Lübnan'ı mahvedeceği ve Arap dünyasının Beyrut'tan yüz çevireceği tehdidinde bulundular. Böyle baskılar oldu ancak ciddi bir temas olmadı. Çünkü bizim duruşumuzu biliyorlardı ve bizden kesinlikle hiç umutları olmadığını gördük. Bu, Allah'ın bize bir lütfuydu.

Bazıları İran İslam Cumhuriyeti ile Lübnan Hizbullahının Oslo'dan Yüzyılın Anlaşmasına ABD ile Siyonist rejimin anlaşma için önerdiği hiçbir projeyi neden kabul edemediği hakkında sorular soruyor. İran ile Hizbullah'ın bu çatışmaları sona erdirecek ön koşulları neden sağlamadığını soruyor. Filistin ile ilgili başka bir konu da bazılarının Filistinlilerin kendilerinin bir çeşit anlaşma ile ilgilendiğini ima etmesi. Bu düşünceler hakkındaki görüşünüz nedir? Diğer yandan bazı Arap ülke yöneticileri de Filistin davasını ve Filistinlilerin arzularını destekleme konusunda gösteriş yapıyor. Bu hareket ve düşüncenin gerçek temsilcilerini ayırt etmek için hangi göstergeleri kullanacağız?

Sorunun ilk kısmıyla başlarsak Filistin davası için önerilen tüm projelerin Filistinlilerin hak ve çıkarlarını ihlal ettiğini söylemek isterim. Onlar Oslo Mutabakatına göre, 1948 yılında gasp edilmiş toprakların müzakerelere dahil edilmediğini söylüyor. Buna göre Filistin'in üçte ikisi müzakere dışı kabul ediliyor. Gerçekte bu büyük bir zulümdür. Yani temelden ve kökten bir zulüm şeklidir. Zira Filistin'in kalan üçte birini de vermiyorlar. Batı Şeria'yı Filistinlilere verip sadece Kudüs'ün doğusunu müzakere edeceklerini dahi söylemiyorlar. O zamanlar Siyonistler Gazze Şeridi için bile pasif davrandı. Şimon Peres 'Bir sabah uyandığımı ve Gazze'nin sular altında kaldığını duymayı hayal ediyorum.' dedi. Bu onların bölgeyle ilgili görüşüydü.

Kudüs'e gelirsek, Amerikalılar ile İsrailliler hiçbir öneride Doğu Kudüs'ü Filistinlilere vermeyi kabul etmedi. Yaser Arafat ile Ehud Barak arasında gerçekleşen son Camp David görüşmelerinde bile Kudüs konusu gündeme geldiğinde İsrailliler şunu söyledi: 'Kudüs' gelince, yerin üstündeki her şey sizindir. Ancak Kudüs'ün altındaki her şey ise bizimdir.' İsrailliler, evlerinden sürülen Filistinlilerin yurtlarına dönmesine izin vermeyeceklerini açıkça ifade ettiler. Yurtlarından çıkarılmış milyonlarca Filistinli Lübnan, Suriye, Ürdün ve diğer ülkelerde dağınık bir şekilde yaşarken bu oluyor. Akıllı bir insan bunu kabul eder mi?

Yukarıda bahsi geçen ve iki devleti temel alan önerileri kabul etsek bile bir soru gündeme geliyor: Hangi Filistin devleti? Ulusal egemenliği, sınırları, hava sahası, sahili, havaalanı vs olmayan bir devlet mi? Bu nasıl bir devlet? Yani Madrid müzakerelerinden ikili görüşmelere ve Yüzyılın Anlaşmasına kadar uzun bir süredir Filistin sorununa karşı sunulan öneriler durumun günden güne daha kötüye gittiğini gösteriyor. Yüzyılın Anlaşmasını konuşalım. Jared Kushner bir süre önce Yüzyılın Anlaşması hakkında konuştu ve bu plana göre Kudüs'ün İsrail'e ait olduğunu açıkça söyledi. Batı Şeria'da Siyonistlere ait büyük yerleşim birimlerinin işgal altındaki topraklara ait olduğunu duyurdu. Buna göre basitçe ifade edersek gerçek bir Filistin devletini içeren bir iki devletli çözüm tartışması yok. Filistinliler bile böyle planları kabul etmiyor.

Buna göre tedricen şu sonuca varıyoruz. İlk olarak, eğer İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan Hizbullahı ya da diğer direniş gruplarının Filistin sorununa getirilen önerileri kabul etmediğini görürseniz bunun sebebi bütün bu önerilerin hem Filistin halkı hem de İslam Ümmetinin tamamı için çok zalimane olmasıdır. İkinci olarak da Filistin halkının ezici çoğunluğunun bu planları kabul etmemektedir. Bugün çeşitli Filistinli grup ve partiler arasında Yüzyılın Anlaşmasına karşı tam bir fikir birliği olduğu açıktır. Bazıları kabul edip bazıları reddetmiyor. Aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen diğer hareketlerin yanında Fetih ve Hamas'ın Yüzyılın Anlaşmasını reddetme konusunda bir şüpheleri yoktur ve bu konuda aynı taraftadırlar. Hem yurtlarındaki hem de dışarıdaki Filistin halkı Yüzyılın Anlaşmasını reddediyor. Yani bu plana karşı muhalefet sadece İran ve bölgedeki direniş gruplarıyla sınırlı değildir. Gerçekte Filistinlilerin kendileri Yüzyılın Anlaşmasına karşıdır.

Diğer yandan, İmam Humeyni (r.a.), İran İslam Cumhuriyeti Lideri, Lübnan Hizbullahı ve direniş gruplarının Siyonist rejim karşısındaki duruşlarını derin bir şekilde anlamamız gerekiyor. Aslında İsrail sadece Filistinliler için bir sorun değildir. İsrail'in egemenliğinin sürmesi sadece Filistin'e tehdit teşkil etmiyor. Bu tehdit daha ziyade bütün Arap ve İslam ülkelerine yöneliktir. Bu rejimin sürmesi Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün ve hatta İran İslam Cumhuriyetine büyük bir tehdittir. İsrail'in nükleer silahları ve 200'den fazla nükleer başlığı vardır. Rejim her zaman bütün bölgedeki egemenliğini genişletmeye çalışmıştır. İmam Humeyni (r.a.) ile Ayetullah Hamaney'den öğrendiğimiz bir başka önemli nokta da İsrail rejiminin ABD'den bağımsız olmadığıdır. İsrail daha çok ABD'nin bölgedeki silahı olarak düşünülmektedir. Bölgede savaş çığırtkanlığını yapan kimdir? İşgal ve saldırıları gerçekleştiren kimdir? Başka ülkelerin işlerine kim karışıyor? Böylece İsrail'in varlığı, yaşaması, gücü ve desteklenmesi ister barışçıl isterse barışçıl olmayan yollarla gerçekleşsin İran'dan Pakistan'a kadar ve hatta Orta Asya ülkeleri ve Türkiye dahil bütün bölge ülkeleri için büyük bir güvenlik tehdididir.

Buna göre kim İsrail'e direniyorsa aslında Filistin halkını ve mahrum edildikleri haklarını savunmaktadır. Aynı zamanda kendisini ve mukaddesatını savunmaktadır. Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır, Irak ve diğer ülkeleri savunmaktadır. İsrail 'Nil'den Fırat'a' hedefinden vazgeçmeyecektir ve bu hedef İsrail'in gerçekleştirmeye çalıştığı bir Tevrat rüyası olarak takdim edilmektedir. İsrail bölgede askeri bir üs olarak ABD'nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Hepimiz biliyoruz ki ABD İran'ın Suudi Arabistan gibi devrim öncesi şahlık günlerine geri dönmesini ve böylece ne zaman petrol istese vermesini ve ne zaman petrol fiyatlarının düşmesini istese bunun gerçekleşmesini istiyor. Trump'ın kendisi Riyad'dan 450 milyar dolar aldığını açık açık beyan etti. Trump bu 450 milyar doları almanın New York'taki herhangi bir yasadışı satıştan 100 dolar almaktan çok daha kolay olduğunu açıkça duyurdu. İran'ın Suudi Arabistan gibi olmasını istiyor. Aslında bütün bölgenin Suudi Arabistan gibi olmasını istiyor. Suudi Arabistan kime güveniyor? Bölgedeki krallıklara ve nükleer silah sahibi olup bölge ülkelerini tehdit eden İsrail'e.

Sonuç olarak, eğer güvenli bir bölgemiz olmasını, sürekli barış içinde yaşamayı, ulusal bağımsızlığımızı savunmayı ve toprak bütünlüğü istiyorsak ve bölgedeki tüm ülkelerin ulusal egemenlik ve gerçek özgürlüğün tadına varmasını istiyorsak, İmam Humeyni'nin (r.a.) de önemli bir strateji olarak vurguladığı gibi İsrail var olduğu sürece bunların hiçbirisi gerçekleşmeyecektir. Onlar barış anlaşmaları yoluyla İsrail'in varlığını sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. (Khamenei.ir - Kudüshaber.com.tr)

Devam Edecek

 

Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı-1 

Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı-2

Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı-3

Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı-4

Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı-5

Seyyid Hasan Nasrallah Röportajı-6