“Muâviye’yi sevmem, ama ona sövmem”.

“Muâviye’yi sevmem, ama ona sövmem”.

Ehl-i Sünnet kaynaklarında Muaviye’ye zalim, bâğî (meşru devlet başkanına isyan eden) ve fâsık diyen Sünni âlimler vardır. Ben ise yalnızca şunu söyledim:

İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman, Yeni Şafak’taki köşesinde kendisi hakkındaki suçlamalara cevap verdi.
 
“Muaviye’ye dil uzatma, mezhepsizlik, Hz. İsa ve Mehdî’nin gelmesini inkâr”
 
Bunlar da benim küfre varan bid’atlarımdanmış.
 
Ehl-i Sünnet kaynaklarında Muaviye’ye zalim, bâğî (meşru devlet başkanına isyan eden) ve fâsık diyen Sünni âlimler vardır. Ben ise yalnızca şunu söyledim: “Muâviye’yi sevmem, ama ona sövmem”.
 
Bu konuda sağlam kaynaklara dayalı çok şey yazabilirim, ama ümmetin birliğe ekmek ve su kadar muhtaç oldukları bir zamanda bu konuyu uzatmak istemem, aklı az, vicdanı arızalı adamlar bana çamur atmasalar bu kadarını bile yazmaya elim varmaz.
 
Buhari ve Müslim dâhil sahih hadis kitaplarında yer alan “Peygamberimiz’in (s.a.) ahiretteki havuzu” ile ilgili hadiste, bazı kimselerin havuza gelmelerine engel oluyorlar, Peygamberimiz “Ya Rabbi bunlar benim ashabım!” deyince kendisine şu cevap veriliyor: “Senden sonra ne olmayacak şeyler yaptıklarını sen bilmiyorsun!”.
 
Muaviye’nin ve Hz. Hasan’a söz verdiği halde cayıp saltanata getirdiği oğlu Yezid’in, Peygamberimiz’in sevgilisi Ehl-i Beyt’e yaptıklarını bilenler bu ikiliyi sevmezlerse “ashabı sevmemekle ve onlara dil uzatmakla” itham edilemezler. Benim Ehl-i Beyt’e ve ashaba saygım ve sevgim tartışma götürmez, ashap hakkındaki övücü sözlerin istisnaları olabileceğini yukarıdaki hadis de gösteriyor. Tekrar edeyim: Ben Hz. Ali’yi, Hz. Talha’yı, Hz. Zübeyr’i, Hz. Aişe’yi, Muhacir ve Ensar bütün ashabı seviyorum; haksız suçlama ve bahanelerle ona savaş açan, yıllarca söven ve sövdüren şahsı sevmiyorum.
 
Mezhepsizlik meselesi
 
“Fıkıh mezheplerini inkâr etmek” ifadesini saçma buluyorum. Tarihte, kitaplarda ve ümmetin dini hayatında yerini bulmuş bir İslâm müessesesini inkârın mânâsı ve karşılığı yoktur.
 
S. Ramazan Bûtî’nin kitabında bahis konusu ettiği gibi, “Herkesin ictihad etmesini farz kılan ve taklidi de haram gören” kimselere mezhepsiz denebilir; bunun da mânâsı, “bu şahısların mezhebi yok” demek değildir; çünkü sözde ictihadları onların mezhebi sayılır, ama meşru mezhepleri taklit etmedikleri için ve bu mânâda mezhepsiz denebilir.
 
Beni bu kategoriye sokmak mümkün değildir.
 
Peki, ben ne diyorum:
 
1. İslâm’ın istediği ve ideal olan her bir müminin iman, ibadet ve işlerinin meşruiyetini; Kitap, Sünnet ve İcma’daki delili ile aklına dayandırmasıdır. Bunu yapabilenler tahkik ehli ulema ile müctehidlerdir. Dünya işleri genel olarak insanları daha ziyade meşgul ettiği için bu imkân ve ehliyeti elde edemeyenlerin bir bilene sorup bilgi alarak kulluk vazifelerini yerine getirmeleri zarureten meşru görülmüş, bu meşruiyet de mezheplerin oluşmasına sebep olmuştur.
 
2. İctihad kapısı kapanmamıştır ve İslâm durdukça kapanmayacaktır. İctihad ehliyetinin şartları bellidir ve bunları elde etmek kolay olmamakla beraber her zaman için mümkündür. Günümüzde muteber mektep ve medrese âlimleri ilmî bir tez hazırlarken veya ümmetin bir problemini çözerken öncelikle temel kaynaklara (Edille-i Şer’iyyeye), sonra fıkıh mirasına bakıyorlar, hangi müçtehidin delili güçlü veya çözümü ümmetin ihtiyacını karşılamaya daha uygun ise onu tercih ediyorlar, bunu bulamadıkları zaman da ictihad ediyorlar; bu iki davranış ise taklit değil, ictihaddır.
 
3. Müminlerin her zaman ve zeminde aynı âlime sormaları ve yalnızca onun fetvalarıyla amel etmeleri caiz olmakla beraber böyle bir mecburiyetleri yoktur. Bir yerde doğup büyümüş ve bilerek, seçerek değil, çevresinin telkini ile bir mezhebe göre amel eder olmuş bir mümin, gerektiği, ihtiyaç duyduğu, meselesinin çözümünü orada bulduğu takdirde başka bir mezhebin müftüsüne de sorabilir ve aldığı cevabı uygulayabilir. Mezhep müctehidlerinin yaşadığı çağda ve öncesinde bu böyle olmuştur.
 
4. Bu anlattıklarım, dört mezhebin fıkıh usulü kitaplarında vardır, ben yeni bir şey söylemiyor, kaynaklarımızda mevcut olanı naklediyorum; bu sebeple bana mezhepsiz diyen, onlara da mezhepsiz demiş oluyor.
 
Yazdıklarım hakkında geniş ve kaynaklı delil isteyenler “İslâm Hukukunda İctihad ve Taklid” isimli kitabıma bakabilirler.
 
Hz. İsa ve Mehdî
 
www.hayreddinkaraman.net adresli siteme bakanlar bu iki konuda geniş bilgi bulabilirler. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne de bakabilirler.
 
Özetle
 
El-Fıkhu’l-Ekber, el-Akidetu’t-Tahâviyye gibi temel ve kadim kaynaklarda Hz. İsa’nın -yalnızca geleceği, ineceği- yazılıdır, ama Mehdî ile ilgili bir kayıt yoktur. Detaylar şerhlerde vardır. Sitemde şu yazılarım vardır:
 
Mehdî inancı kesin bir inanç unsuru/ögesi değildir. Kur’ân’da yoktur. Hadislerde geçen de yoruma tabidir; her zaman bize rehberlik edecek iyi insanlar anlamına da gelir. O’nun geleceğine inanmayan da Müslüman’dır. Mesela İbn Haldun Mehdî ile ilgili hadislerin kesin dini bilgi kaynağı olacak nitelikte bulunmadığını ileri sürmüştür. Geleceğine inananlara göre de vakti belli değildir.
 
Müslümanın meselesi kıyametin ne zaman kopacağı ve Mehdî’nin ne zaman geleceği değildir; bunlara takılıp kalmanın anlamı yoktur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.), “Kıyamet kopmaya başladığında elinde bir fidan olan onu diksin” buyuruyor. Yani: “Sen vazifene bak, yapman gerekeni yap, kıyamet kopadursun, o seni ilgilendirmez, ecelin gelince gideceğin yere gidersin”.
 
Bir kurtarıcı beklentisi hep olagelmiştir; sebebi de acizlik, zaaf, himmeti ve hizmeti başkasından bekleme psikolojisidir. Fatih, İstanbul’u fethederken Mehdî beklemiyordu, bu vazifenin kendisine ait olduğuna inanıyor ve gerekeni yapıyordu. Bir küçük İsrail karşısında darmadağınık hale gelen bugünkü Müslümanlar ise akıl, imkân ve güçlerini bir araya getirecek, Allah’ın verdiği imkânları sonuna kadar kullanacak yerde oturup Mehdi bekliyor, gelişinin yaklaştığına dair alametler arayıp bularak avunuyorlar.
 
Hz. İsâ’nın ineceğine dair delâleti kesin bir âyet yoktur. Bu konudaki hadîslerden hiçbiri mütevatir değildir. Tamamında ortak olan “yeniden gelecek” kısmı için mütevatir diyenler vardır, onlara göre de -bu ortak kısım dışında kalan- detaylar mütevatir değildir, delîl olmaz. Bir iki kişinin rivâyet ettiği bir hadîsi, inanç konusunda delîl olarak kabûl etmemek, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) muhâlefet değildir; “O’nun böyle bir söz söylediğine dair güçlü delîl yok, söylememiş olabilir” demektir. Böyle ihtimâlli sözler ile de bir İslâm inancı oluşmaz…
 
Bir Mehdî ve Îsâ Mesîh beklentisi, çeşitli zamanlarda birtakım sahtekârların ortaya çıkıp mehdîlik ve mesîhlik iddiasında bulunmalarına sebep olagelmiştir. Hz. Îsâ’nın, Peygamberimiz’in dinine tabi olarak bir ıslâhat vazifesi ile dünyaya yeniden gelmesi mukadder ise bunun için maddi gövdesini ölümsüz kılmak ve onu –dünyadaki gövdesi ile- gökte bekletmek zarûrî değildir; şehitler de ölmemişlerdir, indellah mutlu olarak yaşamaktadırlar, ama maddi gövdeleri bu dünyada kalmış ve fani olmuştur. Allah onun gelmesini sonsuz kudreti ile başka şekillerde de gerçekleştirebilir. Müslümanların vazifesi de ıslâhat için Mehdî’yi veya Hz. Îsâ’yı beklemek değildir, kötülüğü engellemek, iyilik ve güzellikleri yaymak, yaşamak ve yaşatmak için ellerinden geleni yapmak, canla başla çalışmaktır. Allah müminlerden, ıslâhatçıyı bekleyip beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır.
 

“Küfre varan bid’atlar” 23 Kasım Yenişafak Yazısı...
Hangi küfre varan bid’at (Muhammed Resulullah demeyenlerin de cennete girebileceği, Hz. Muaviye’ye dil uzatma, mezhepsizlik, Mehdî-Mesih’in gelişinin inkârı vs.) varsa onun altında benim parmağım varmış, böyle diyor iftiracı.
Sonunda adam bizi tekfir de etti, “küfre varan bid’atların benim başımın altından çıktığını” ileri sürecek kadar denge ve ölçüsünü kaçırmış bulunuyor.

Bu konulara girmeden, “bak buna cevap veremedi” demesinler diye, kadınlarla tokalaşma meselesine de kısaca temas edeyim. Çağın önemli âlimi Karadâvî bu konuda genişçe bir makale yazmıştı, özetle şöyle diyordu: “Kadınlarla tokalaşma konusunda nas yoktur, rivâyetler ya zayıftır veya yasak/haram hükmüne delâlet etmez. Delil nas değil, sedd-i zerî’a (harama gidebilecek yolun kapatılması) ve ihtilâttır (kadın erkek beraberliğinin sınırlanmasıdır). Yaşlı erkek ve kadınlarla tokalaşmaya ve ellerini öpmeye çocukları okşamaya izin verilmesi bunu gösteriyor. Bu sebeple genç kadın ve erkekler genel uygulama olarak tokalaşmadan uzak durmalıdırlar. Kadın önceden elini uzatmamalıdır. Erkek uzatır da eli havada kalınca önemli bir sakınca doğacaksa ve cinsel bir duygu durumu da yoksa tokalaşma olabilir.”

Ben bunu da demiyorum, yalnızca şunu diyorum: Bazı kimselerin mevkii ve durumu bazı zamanlarda kadınla tokalaşmayı gerekli hale getiriyorsa -zaruret sayılan ihtiyaç çerçevesinde- bunu da istisnalar içine sokmak mümkündür. Meselâ uluslararası ilişkilerde devletimizi temsil eden bir kişi bir başka devlet temsilcisi kadın elini uzattığında tokalaşmazsa ortaya çıkacak durumu düşünmekte fayda var diyorum.

Bu ve benzeri yorumlar ve çözümlere farklı düşünenler “hatalıdır” diyebilirler, ama bid’at ve haram derlerse usulün dışına çıkmış olurlar..

Küfre varan bid’atlara gelelim.

“Muhammed Resulullah demeyen de cennete girer” sözü benim ağzımdan ve kalemimden çıkmadı, çıkamaz. Bir okuyucu bana şunları sormuştu, bakın ona ne cevap vermişim:

1. Hadis-i şerifte geçen; “La ilâhe illallâh, diyen cennete girecektir” ifadesini Ehl-i Kitap açısından nasıl anlamalıyız? Bu hadisten hareketle, kelime-i şehadetin ikinci kısmı kabul edilen “Muhammedün Resulullâh”ı söylemeyenlerin durumu hakkında ne söyleyeceksiniz?

2. Kur’ân-ı Kerim’in Ehl-i Kitap’la ilgili âyetleri bütün olarak göz önüne alındığında tarihsellikten bahsedilebilir mi?

3. Ehl-i Kitap’la “Âmentü”de ittifakımız var demek doğru mudur? Dini açıdan bunun bir sakıncası var mıdır?

Cevabım:

1.Kur’ân-ı Kerim bütün insanlara hitap ediyor, herkesi ve her kesimi (dinli dinsiz, Ehl-i Kitap, kitapsız, müşrik, agnostik...) İslâm’a çağırıyor. Özellikle Ehl-i Kitab’ı ortak kelimeye (Bir Allah’a kulluk etmeye, bir O’nu Rab bilmeye) davet ediyor, Ehl-i Kitab’ın Allah için ‘Baba’ demesini, Hz. İsa için ‘Oğul’ denmesini, bir başka varlığa tanrılıktan bir pay ayrılmasını kabul etmiyor, böyle yapanlara “kâfir ve cehennemlik” diyor, kurtuluşun İslâm’da ve Allah’ın kabul ettiği tek dinin İslâm olduğunu ilan ediyor. Son Peygamber’in yalnızca bir bölgeye, bir kavme değil, bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini bildiriyor. Yüzlerce âyet ve hadisin ortaya koyduğu bu gerçekler, bu temel açıklamalar karşısında, soruda naklettiğiniz hadisin muhtemel mânâlarına bir bakalım:

a) “Lâ ilâhe illallâh” diyen cennete girer, Peygamber’e ve diğer iman esaslarına inanması, ibadet etmesi, haramlardan uzak durması gerekmez.”

Hadise böyle bir mânâ verilirse Kur’ân’da ve hadislerde tarif edilen İslâm’dan vazgeçilmiş olur, yüzlerce âyet ve hadisin hiçbir anlamı ve yeri kalmaz.

b) Kelime-i Tevhîd’in bu ilk cümlesi bütünün özeti, sembolü olarak ifade edilmiştir, maksat “İslâm’ın getirdiği iman esaslarına inanan cennete girer” demektir.

c) Bu hadis müminlere hitap etmektedir, anlatmak istediği de şudur: “İnancı tam olan bir mümin, günahlarından dolayı bir süre ceza görse bile sonunda cennete girer.”

Bu son iki mânâ, diğer âyetler ve hadislerle çelişmez, bu sebeple bu iki mânâ üzerinden yürümek gerekir.

Ehl-i Kitab’a gelince:

Peygamberimiz’in bu hitabını duyan Ehl-i Kitap ona inanmaz, ama onun çağırdığı tevhîdi (yani lâ ilâhe illallâh demeyi) kabul ederse ortada bir çelişki olur; Peygamber’in (s.a.) çağırdığı iman doğru ise kendisi de hak peygamberdir, kendisi hak peygamber değilse çağırdığı tevhîd de bağlayıcı, kurtarıcı bir iman esası olmaz. Şu halde Peygamberimiz’e muhatap olan, onun davetini sahih olarak duyan Ehl-i Kitab’ın kurtuluşu, onu Peygamber olarak tanıyıp inanmalarına bağlıdır. Gördüğü, bildiği halde Kur’ân’ı ve Muhammed Mustafa’nın (s.a.) peygamberliğini inkâr eden bir kimse cennete giremez. Son Peygamber’in rehberliği olmadan Ehl-i Kitab’ın, bâtıl olan inançlarını tashih etmeleri de mümkün değildir; tecrübe, olup bitenler, kiliselerin resmi amentüleri bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Peygamberimiz hakkında sahih bilgi edinememiş Ehl-i Kitap ise tevhîd kelimesinin ifade ettiği “tek Allah’a inanma” esasını “düşünce, inanç ve hayatlarında” gerçekleştirdikleri zaman cennete girerler.

2. Kur’ân’ın Ehl-i Kitap ile ilgili âyetlerini ikiye ayırmak gerekir:

a) İnanç ile ilgili âyetler. Bunların tarihsel olmaları mümkün ve makul değildir, imanda hak her zaman haktır, bâtıl ve yanlış olan da her zaman bâtıldır, yanlıştır.

b) Ehl-i Kitap ile ilişkileri düzenleyen âyetler. Bunlara da toptan tarihsel denemez. Savaş, barış, bunların şartları gibi konularda tarihi durum belirleyici olabilir.

3. “Ehl-i Kitap’la ‘âmentü’de ittifakımız var demek” doğru değildir. Âmentü’de ittifakımız olsaydı İslâm onları “bizim âmentümüze” davet etmezdi. Evet, Ehl-i Kitap da Allah’a, peygamberlere, kitaplara, meleklere... iman ediyorlar, bu söz de bu maksatla söylenmiş olabilir ama onların “Allah, kitaplar, peygamberler, melekler, ahiret” konularındaki inançları ile İslâm inancı arasında çok önemli farklar vardır. Bu söz iyi bir maksatla da söylenmiş olabilir; o zaman yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için şöyle demek daha uygun olur: “Ehl-i Kitap ile inanç konusunda, -meselâ müşriklere nispetle- daha çok ortak noktalara ve esaslara sahip bulunuyoruz.”

(Muaviye, mezhepsizlik ve Mehdi konusu gelecek yazılara kaldı). Yazı Yukarıda Verilmiştir...