Ekrem Dumanlı, sana söylüyorum... Paralel Yapı, sen anla!

16 Ocak 2014 Perşembe 00:14

Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Pazartesi günkü yazısına bir “fıkra” ile başlamış...

Fıkra şöyle:

“Adamın biri, iki kolunu da beline hilal gibi dayamış yürüyor.

Dalgın, hayaller içinde...

Bu durum, genç bir delikanlının dikkatini çekiyor, adamı takip ediyor. Nereye gitse aynı hâlde... Adam otobüse biniyor ama pozisyonunu değiştirmiyor. Genç, nihayet merak içinde yaklaşıp soruyor:

‘Abi kollarını neden böyle tutuyorsun?’ 

Adam derin bir uykudan uyanmışçasına sağ koluna bakıyor ve hayretini şu kelimelere döküveriyor:

‘Yahu bu karpuz ne zaman düştü koltuğumun altından?’ 

Bir de sol koluna bakıyor ve şöyle diyor:

‘Eee? Kol kola yürüdüğüm dostlar nerede?’ ”

“Fıkra”nın ardından demiş ki;

“Türkiye’nin son birkaç yıllık serencamesi aynen yukarıdaki fıkra gibidir. Koltuğumuzun altından düşen nimetler ve kaybedilen dostlar...”

TIPKI, KENDİLERİ!

Ne ilginç değil mi?..

“Karpuz”ları tek tek düşürüp kıran kendileri... Kol kola yürüdükleri “dost”larını terk eden, satan, jurnalleyen, küstüren, uzaklaştıran, gönüllerini kıran; “ya bizdensin, ya da bize düşman” diyen, yine kendileri!..

Ekrem Dumanlı’nın yazı başlığı şöyleydi: “Neler kaybedildiğini bir bilseniz.”

Gönül arzu eder ki;

Bunu, asıl kendileri bilsin!..

Başkasını bilmem;

Ama “beni” kaybettiler, beni!..

Ben ki, onları “dost” bilmiştim, “arkadaş” bilmiştim, “sırdaş” bilmiştim, “yoldaş” bilmiş, “dertdaş” bilmiştim...

Güvenmiştim...

Sırtımı yaslamıştım onlara!..

Ya şimdi?..

“Sevgimi” kaybettim, “saygımı” kaybettim, “güvenimi” kaybettim!..

Öyle bir güven kaybı ki;

Sadece “Allah bir” dediklerine inanırım... Herhangi bir konuda “yemin” etseler, “Vallahi, Billahi, Tillahi” deseler de, artık inanmam!..

Zira, onlara inancımı yitirdim...

Güvenimi yitirdim...

Hani, “kucaklamak” için boynuma sarılsalar var ya, “sırtıma hançer saplayacaklarından” endişe ederim...

Ne yapayım, güvenim kayboldu!..

YA HİZMET, YA TERK ET!

Ekrem Dumanlı, yazısının; “Paralel Devlet’e de hayır, Parti devleti’ne de” başlıklı bir başka bölümünde de diyor ki;

“Birileri sabahtan akşama tezvirat yaparak ‘paralel devlet’ten bahsediyor. Devlet hizmetinde çalışan insanların kültürel kimliğinden hareketle ya da ideolojilerini bahane ederek böyle yaftalamaları kabul edilebilir değil. İnsanlar Alevi’dir, Sünni’dir, cemaate sempati duyar, tarikata katılır, sağcı olur, solcu olur... 

Önemli olan işyerine girdiğinde amirlerinin verdiği işi doğru yapmasıdır. Görevini ihmal ederse kanuni süreç bellidir; inceleme yapılır, soruşturma açılır... 

Sen şu görüşe sempati duyuyormuşsun diye insanları fişlerseniz anayasal suç işlemiş, insanlara zulmetmiş olursunuz. 28 Şubatçıların yaptığı zulüm de tastamam bu idi. Bugün benzer bir metodun kullanılması asla kabul edilemez. 

Bir kişi devlet hiyerarşisini aşıyor, başka yerlerden talimat alıyorsa bunu ispat eder ceza verirsiniz. Somut bir delil olmaksızın atılan her adım cadı avıdır ve tarih bunun hesabını mutlaka sorar.

Çok ilginç; paralel devlet diye suçlamalar yapanları dinlediğinizde yeni bir paralel devlet projesi ile karşı karşıya kaldığınızı anlıyorsunuz. Bu resmen parti devletidir.”

Ne ilginç değil mi;

Tam da “kendilerini” tarif ediyorlar, kendilerini ele veriyorlar...

“CEMAAT DEVLETİ” Mİ?

Zira, Yenişafak’tan İbrahim Karagül’ün, 8 Ocak’taki “Cemaat Devleti” başlıklı yazısında dile getirdiği gibi, tam bir “Ben!.. Ben!.. Sadece Ben” egoizmi ile hareket ediyorlar ve diyorlar ki;

“Ben seçilmişlerdenim, kurtulmuşlardanım, kutsanmışlardanım. Gerçek İslam’ı temsil ediyorum. İslam’ın sözcüsü ve temsilcisiyim. Bu alanda hak da benim yetki de... Anadolu’da hatta bütün dünyada İslam adına güç benim... Devlet benim, toplum benim, ülke benim... Tarih benim, gelecek benim.

Toplum da, devlet de, güç de, salahiyet de bana ait... Güce dair ne varsa bende toplanmalı... Para da, devlet iktidarı da, kadro da bana ait olmalı. Bu yolda her şey mubahtır, her yöntem meşrudur, her türlü mücadele kutsaldır, her tür strateji serbesttir.

Benim dışımdakiler gafil, yolsuz, suça ve kire bulaşmıştır. Aldatılmışlar ve yoldan çıkmışlardır. İslam’ı temsil edemez. İslami bir oluşum içinde olamaz. Sahih Müslüman bir toplum olamaz. Hakkı da temsil edemez yetki de kullanamaz, bir güce ya da imkana sahip olamaz.

Bana tabi değilse dışlanmışlardandır. 

Ne kadar dindar olursa olsun, düşmanlardandır. 

Bana tabi ise, ne kadar kire, yolsuzluğa bulaşsa da doğru yolda olanlardandır.

Benden olmayan, devleti yönetemez. 

Devletin iktidar alanına giren hiçbir şeyin meşru temsilcisi olamaz. Asker olamaz, polis olamaz, savcı olamaz, hakim olamaz, istihbaratçı olamaz, memur-öğretmen olamaz. 

Hatta din görevlisi, Kur’an kursu hocası bile olamaz. Benim cemaatimin dışında cemaat olamaz, tarikat olamaz, İslami grup ve yapılanmalar olamaz.

Dışarda kalanlar tehdittir, kötüdür, dışlanmalıdır, kontrol altına alınmalıdır, alınamıyorsa tasfiye edilmeli, ezilmeli, yok edilmelidir.”

Söyle be Ekrem;

Senin, “Cemaat, Camia, Hizmet, Hareket” dediğin tam da bu değil mi?..

Söylesene;

“Paralel Devlet”in kurulduğu, kadrolaştığı ve kurumsallaştığı bir “devlet kuruluşu”nda, “Alnı secdeli, namazlı-niyazlı bir Müslüman” evladı bile olsa, yaşayabilir mi?..

“Taciz”ler gırla!..

“Mobing”ler gırla!..

“Sürgün”ler gırla!..

Baskı üstüne baskı,

Terör üstüne terör!..

Bir insan “sizden” olmadı mı, Allah ona sabır versin... Çünkü görmeyeceği “baskı”, katlanmayacağı “zulüm” kalmaz!..

O kadar “zulmedersiniz” ki; bir insanın, “işgal” ettiğiniz kurumda, bırakın “ekmek” yemesini, “nefes” alması bile imkânsız hâle gelir.

DEVLET DÜŞMANI DEVLET MEMURU

İşte, İbrahim Karagül yazıyor, “Paralel Yapı”nın ne menem bir şey olduğunu:

“Bulunduğu, nüfuz ettiği her alanda çatışma üreten, meydan okuyan bir yapı... Polis kendi alanında devlete ve ülkeye ayar çekiyor. Savcı kendi alanında, hakim kendi alanında, istihbarat kendi alanında ayar çekiyor.

Devletin memurları devleti köşeye sıkıştırmaya, devlet ve ülke çıkarı yerine cemaat çıkarına göre yetki kullanmaya, devlet iktidarı üzerinden bu iktidarı yok etmeye çalışıyor.

Bireyler, şirketler, cemaatler, siyasal yapılar, toplumda öne çıkanlar dosyalanıyor, tehdit ediliyor, adeta rehin alınıyor. Belli bir sistematiğe göre Emniyet üzerinden, Yargı üzerinden, Medya üzerinden dosyalar servis ediliyor.

(........)

Nerede Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak bir konu varsa öne çıkarıyorlar... Ne zaman birilerinin bölge ile ilgili hesapları varsa, içerideki eylemler onlarla paralellik arzediyor.

Ellerinden gelse ‘Türkiye’yi teröre destek veren ülke’ ilan ettirecekler. El Kaide ile ortak gösterecekler. Bu yönde ısrarla çaba harcıyorlar. Peki bu kimin hesabı, kimlerin projesi? Bu millet buna inanır mı? Türkiye’nin sınırı aşan ekonomi projelerini sabote edecekler. Sanki bir tür ihale alınmış gibi.”

Söyle be Ekrem;

Yalan mı İbrahim’in yazdıkları?..

CANLI BOMBA, KAMİKAZE!

Söyle hele;

“Emniyet Müdürü” iken, “Komiser”liğe indirttiğiniz insanlar, “Paralel Yapı’nın mağdurları” değil midir?..

Biliyor musun Ekrem;

Birçok polis, bugün, “Paralel Yapı’dan onay almadan bekçi bile olunamaz” diyorsa, sen hangi “28 Şubat”tan söz ediyorsun?.. Devlet dairelerinde çalışan insanlar, bugün “28 Şubat’ı bile arar hâle gelmişler” ise, sen hangi “cadı avı”ndan bahsediyorsun?.. O cadı avını, “sizin adamlarınız” yapıyor!..

Ne diyorlar, duydun mu;

“Bunlar adeta canlı bomba... Hepsi de birer kamikaze... Pensilvanya’dan bir emir gelse, gözlerini kırpmadan kendilerini patlatırlar!”

Tam da böyle değil mi?..

Söyle hele;

52 kişinin öldüğü Reyhanlı saldırısında “arazi” olup ortalıkta görünmeyen savcı bey, “Hatay’daki TIR olayı”nda, nasıl da birdenbire ortaya çıkıverdi?.. Demek ki, böyle davranması emredildi?..

Öyle ya;

Reyhanlı’da “arazi” olan savcımız Hatay’daki TIR’a el koyacak, güya o TIR’da “silah” bulacak ve kamuoyuna, daha doğrusu “Kürt halkı”na şu mesaj verilecekti:

“Türkiye, el altından El Kaide’ye silah gönderiyor, sınırdaki Kürtler de bu silahlarla katlediliyor!”

Evet, bu mesaj verilecek ve böylece “Kürtler kışkırtılacak”tı... Bereket ki; Uludere’de ve Gezi’de oyuna gelmeyen Kürt halkı, “TIR olayı”nda da sükunetini muhafaza etti de, tezgâha düşmedi.

BU KİN VE NEFRET NİYE?

Bu “iktidar”a, bu “Başbakan”a ve en önemlisi de bu “ülke”ye karşı, bu ne “kin”dir, bu ne “öfke”dir ve bu ne “nefret”tir, anlayan beri gelsin!..

Bu “kin ve nefret fışkıran yüzleriniz” ile, herkesi korkutuyor, herkesi kendinizden uzaklaştırıyorsunuz!..

Şöyle bir bakın etrafınıza;

Size “sevgi”yle bakan, “saygı” duyan ve “boynunuza sarılan” bir tek insan görebilecek misiniz?..

Yok... Bir tek kişi yok!..

Sadece “kendiniz” kaldınız!..

Çok yazık... Gerçekten yazık...

Koskoca bir Cemaat, “darbeci bir örgüt”e, “Türkiye düşmanı ajanlar”a ve “İslâm düşmanı mahfiller”in eline teslim edildi!..

Yanarım, yanarım da;

“Yönü Kıble’de, alnı Secde’de olan tertemiz Müslümanlar”a yanarım...

Çünkü onlar; hâlâ “İslâm için” çalıştıklarını zannediyorlar...

 “Türkiye’ye kurulan kumpas”tan “taşeron ve maşa” olduklarının farkında bile değiller!..

İnşallah, onlar da uyanacak...

İşte o zaman;

Tamamen “yapayalnız” kalacaksınız.

 

Ananas çok mu önemli ki, Gülen’e soruyorlar?

Dünkü yazımdan dolayı, “Cemaat sempatizanı” bazı okurlarım beni eleştirip, demişler ki; “Bir cemaat mensubunun herhangi bir iş yapmadan önce Hocaefendi’yi araması, onun görüşünü sorması gayet normal değil mi?.. Bunun nesini eleştiriyorsun?”

Bu “saf, temiz ve alnı secdeli, samimi” insanlara, sadece şunu söylemek istiyorum:

“Hepsini anlarım... Nerede nasıl hareket etmeleri gerektiğini Fethullah Gülen’e sorabilirler, hangi işi nasıl çözmeleri gerektiğini danışabilirler... Bunları anlarım da, Uganda’dan gelen Ananas’ın kimlere gönderildiğini söylemelerini anlayamadım!”

Alt tarafı Ananas!..

Ne yani, “Ananas”ların kimlere dağıtılacağını da mı Fethullah Gülen’e soracaklar?..

Ananas dediğin, alt tarafı bir “meyve” değil mi?..

Bir “meyve”nin kime verilmesi gerektiğine de mi Fethullah Gülen karışacak?.. “Fethullah Gülen’e tabi olmayı” anlarım da, işin içine “Ananas” girince, kafam karıştı!.. Ne yani, bu kadar mı önemli Ananas?.. Ve Koç, bir Ananas için, niye“teşekkür mektubu” yazıyor?..

Hani, aklıma gelmedi değil... Bu “Ananas” ifadesi, bir “meyve”yi mi işaret ediyor, yoksa “şifre” mi?..

“Ananas” derken, acaba “Elmas” filan mı denilmek isteniyor?..

Eğer, konuşmadaki “Ananas” ile “Elmas” kastediliyorsa, o zaman konu elbette “önemli”dir ve Fethullah Gülen’e söylemekte haklıdırlar...

Ben, “Ananas”ın “meyve” olduğunu düşünmüştüm... Yoksa, değil mi?!?..

yeniakit

Bu yazı toplam 619 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar