Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Devlet"in "asla yanlış yapmayacağı" iddiası ve de "uniter"lik...

Devlet"in "asla yanlış yapmayacağı" iddiası ve de "uniter"lik, nice zulümleri kabullenmek değil mi?

C. Başkanı Abdullah Gül, çocuklarını, eşlerini veya yakınlarını Güneydoğu"daki "kirli savaş"ta kaybeden ailelere bir iftar yemeği vermiş.. Güzel bir davranış.. Ve Gül, "Burada ağırlanan misafirlerin en değerlisi sizlersiniz.." diye bir cümle ile de gönül almaya çalışmış..

Ama, Gül orada öyle bir laf etmiş ki, "ancak bu kadar devletçi olunabilir.." demekten kendimi alamadım; sürç-ü lisan etmemişse.. Önce, medyada yanlış aktarılmış olabileceğini düşündüm, ama, görüntülü haberleri izlediğimde, bizzat Abdullah Bey"in ağzından işittim o sözleri..  "Devletinizden emin olun, DEVLETİNİZ HİÇ BİR ZAMAN YANLIŞ YAPMAZ;  hele hele ŞEHİDLERİN YAPTIĞI FEDAKÂRLIĞI ASLA UNUTMAZ.."

Üzüldüm.. Çünkü, bu sözler Demirel"in "Bana devlet cinayet işledi dedirttiremezsiniz.. Bana asker köy yaktı dedirttiremezmisiniz..."  sözünden de ağırdır.. Çünkü, Demirel"in sözlerinde, "Devlet"in birçok şeyleri yapmış olabileceği"nin gizli itirafı vardı, ama, o, "bunları bana söyletemezsiniz.." diyordu..

Abdullah Gül ise, "Devlet"in asla yanlış yapmıyacağını" söylüyordu.. Bu beyan, geleceğe aid bir temenni için bile olsa, böyle bir kat"iyetle ifade edildiğinde mesajı çok tehlikeli olur..

Bu sözleri, Abdullah Gül"ün iç dünyasını az-çok tanıyan birisi olarak, yine de sürç-ü lisan diye görmek istiyor ve tekrarlanmıyacağını ümid ediyorum..

"Devlet" denilen sosyal üst yapı kurumunun, her zaman ve heryerde neler yaptığını değil, kendi ülkemizdeki yaptıklarını hatırlamak bile, bu iddialı "tezkiye"nin,  temize çıkarma ameliyesinin yanlışlığını ortaya koyabilir.. Hattâ, bizzat Abdullah Gül"ün ve ailesinin -dünler ve bugünlerdeki- üyeleri bile, "Devlet" adına yapılan nice yanlışların ve hattâ nice zulümlerin, korkunç cinayetlerin bir bölümüne muhatab olmuşlardır..

Bugün bu mekanizmanın en tepe noktasına bizzat Abdullah Gül"ün gelmiş olmasıyla, geçmişte "devlet" adına yapılmış olanlardan pişman olunduğu veya tövbe edildiği mânasına gelmez.. Bu devlet mekanizması, taa temelden yanlış bir çerçeve üzerinde oturtulmuştur ve bunun için de, en mükemmel ve âdil kimselerin o mekanizmanın yönetimine gelmeleri durumunda bile, bu yanlış temel çerçeve gereği, nice yanlışlar yapmaya devam edecektir..

Abdullah Bey"in, "(devlet) hele hele, şehidlerin fedakârlıklarını asla unutmaz.." sözleri de aynı şekilde, gerçeklerle o kadar taban tabana zıddır ki, bunun en büyük örneği, rejimi/ yönetim mekanizması, "kemalist laik + türkçü" bir temel çerçeve üzerine oturtulmuş bulunan bugünkü devlet yapılanmasıdır ve gerçek mânada "şehîd"lerin fedakârlıklarına ve inançlarına ihaneti kendisine resmî ideoloji edinmiştir..

Bırakalım, uzun asırlara dayanan bir geçmişi, sadece Birinci Dünya Savaşı"nı düşünelim.. Hattâ, Çanakkale Savaşları"ndaki büyük fedakârlıkları bizzat anlatan M. Kemal"in yaptığı tasvirler ile; sonra yine kendisinin, o fedakâr askerlerin inanç dünyası ve değerler sistemine taban tabana zıd ve emperyalizm dayatması bir laikliği, âdetâ bir "yeni din" gibi milletimize dârağaçlarıyla, zorbalıklarla dayatması gözönüne getirilirse, Abdullah Bey"in o sözü de, fiilî durumla yalanlanmış olur..

Evet, hele de son yüzyılımız, devlet mekanizmasını milleti ezmeye, milletin inancıyla mücadele etmeye yönelik bir şekilde kullanan "kemalist/laik + türkçü"  kadroların tahakkümü ve zorbalığı altında geçmedi mi?

O halde, müslüman halkımızın nice korkunç zulüm ve işkencelerle yaşadığı "laik-türkçü" diktatoryanın hâtıraları silinmemişken ve hâlâ da devam eden ayak bağları ortada iken, "devletiniz hiç bir zaman hata yapmaz.." ve "şehidlerin fedakârlıklını asla unutmaz.." gibi resmî iddiaları tekrarlamak Abdullah Bey"e yakışmamaktadır..

Söz ağızdan bir kere çıktı mı, o, yaydan fırlayan ok gibidir, ve mutlaka bir yerlere çarpar, oralarda bir yerleri yaralar, zedeler.. O halde, o oku baştan iyi tutmak ve yaydan kontrol dışı çıkıvermesine fırsat vermemek gerekir.. Abdullah Bey"in, bu sözleri sürç-i lisan olarak ifade ettiği ve hele hele, kendisi tepesine kadar yükseldiği bir zulüm mekanizmasını geçmişiyle, bugünüyle ve geleceğiyle temizlemeye kalkışmayacağı umulur.. Aksi halde, bu zulüm mekanizmasının pençesinde en akıl almaz zulümlere marûz kalmış olan halkımız açısından değil, kendi açısından da teessüf olunacak, hayıflanılacak bir durum çıkar ortaya..

Yüzde 99"unun müslüman olarak nitelendiği halkımız, kendisinin irade ve inancına daha fazla saygı göstermeleri ümidini beslediği ve hattâ bizzat kendilerinden birileri olarak bildiği ve devlet mekanizması içinde geçmişteki ceberrutluklardan uzak kişi ve kadrolardan, gerçekleri yansıtmayan, böylesine aykırı ve sloganik beyanları dinlemekten daha bir elem duyacaktır, muhakkak ki..

*

Ne demek, "üniter devlet ve tek millet?"

 

Başbakan Erdoğan da, 26 Ağustos 09 günü, laik bir rejimin temel mentalitesine bile kesinlikle aykırı olan bir isimlendirmeyle "şehit aileleri" diye anılan grupla yaptığı görüşmede, devletin "uniter yapı"sının kesinlikle korunacağına vurgu yaptı; "uniter yapı üzerinde spekülasyona asla fırsat verilmeyeceğini"  söyledi.. Ve, "tek millet, tek vatan, tek bayrak"  sözünü tekrarladı..

Evet, sadece Türkiye"nin değil, müslüman coğrafyalarının hiçbir köşesinde yeni bölünmeler istemediğim ve her yeni bölünmenin yeni düşmanlıklara ve oluk oluk insan kanı akmasına müncer olacağını bildiğim için ve müslüman coğrafyalar arasındaki sun"î, yapmacık/ uyduruk sınırların da (tıpkı, AB ülkeleri arasındaki sınırların kaldırılması gibi) yokolmasını arzu ve hayal ederken, ülke bütünlüğünün korunmasını cân"u gönülden ister ve böyle bir yorum genişliğine de müsaid olan "tek vatan" şiarında birleşebilirim..

Kezâ, bir ülkedeki devlet hâkiyetinin sembolü olması açından, "tek bayrak" şiarı da problem oluşturmaz, "tek vatan" şiarının tamamlayıcısı mahiyetinde.. 

Ve amma "tek millet" şiarına gelince..

Bu söze ben de imza atarım, ama, "millet"ten "İslam Milleti" kavramını anlıyacak isek..

Çünkü halkımız (türk, kürd, arab, çerkez, arnavut, boşnak, azerî,  müslüman gürcü, ermeni, abaza gibi nice Kafkas kavimlerinden oluşan) bir sosyal halita/  karışım olarak, "tek millet" durumundadır ve bu "millet"in adı İslam Milleti"dir, "Ahali-y"i İslam"dır..

Bazıları şimdi bu söz üzerine, lugat tartışmaları yapmak isteyebilirler, ama, "millet"  terimi  bugün kullanılan şekliyle, en azından ülkemizde 100 yıl öncesine kadar, bir "inanç, din ve o dine mensub olan insan topluluğu"  olarak algılanıyordu..

Ve amma, sonra, son yüzyıllık laik/ kavmiyetçi eğilimler içinde, "inanç birliği" yerine "dil birliği" ve de farazî bir "kan birliği"  ve tarihî birliktelik veya her zaman değişebilen kültür birliği gibi sâbit olmayan, değişken kavram veya ikinci-üçüncü derecede önemli unsurlar üzerine kurulu bir "millet" iddiası beyin ve kalblerimize, düşünce ve duygularımıza bir "deli gömleği" gibi giydirildi, zorla.. Ve "Türk Milleti" lafı ve o milletin yüceltilmesini esas alan bir milliyetçilik anlayışı da zorlamalı olarak ve doğru imiş gibi kabul ettirildi. Bugün AK Parti  sözcüleri bile, hem türk-kürd  vs. gibi kavimlerin varlığını kabullendiklerini açıklıyorlar ve hem de, kendi konuşmalarında bütün halk türk kavminden imiş gibi, "türk milleti"  lafını tekrarlamaktan kurtulamayıp, kendileriyle de acaib çelişkilere düşüyor ve bunu göremiyorlar.

Anlayış bu olunca, farklı anadillerine sahib olan sosyal gruplar "millet"  terimini kendileri için de kullanacak şekilde ideolojik çerçevelere oturttular; türk, kürd, arab, arnavud, laz, çerkez, tatar, gürcü, ermeni vs. milletleri.." gibi.. Halbuki, o anadil farklılığı  millet olgusuna değil, bir kavme, farklı bir anadil kompleksine mensubiyeti  anlatır.. Yani, dil veya kan ve soy birliği, sadece kavimdir, "nation"u ifade eder..

Bu açıdan, Tayyîb Bey, ortaya attığı bu üçlü formüldeki "millet"i  kavmiyetçi çerçevenin dışında bir inanç toplumu olarak anladığını, mevcud sistem içinde sözkonusu edemiyeceğine göre, bu formülü tekrar kullanmakla yanlış yapmaktadır.. Çünkü bir toplumda tek bir kavmin hâkimiyetini ileri sürmek, onun hakkında da,  faşizan bir yaklaşım suçlaması yapılmasına yol açar..  Ve iddia edildiği gibi, o da mantıkî izahlarda zorlanınca, "türk bir kavim değil, bir "kültürel terimdir"  diyecekse, o zaman da kendilerini bu şekilde isimlendirmek istemeyenlere yapılacak bir dayatmaya katılmış olur ki, bunun bir makûliyeti ve mantığı yoktur.. 

*

Sosyal gerçeklik açısından bakıldığında ise.. Halkımızın büyük ekseriyetini, yüzde 99"nu oluşturan kesim, kimsenin dayatması olmaksızın kendisini "müslüman" olarak nitelemektedir. Yani, 27-28"i bulan farklı dil gruplarından oluştuğu sosyolojik olarak ortaya konulmuş olan halkımız, ana yapı ve mahiyetiyle "müslüman" olması hasebiyle, ancak bir "Millet-i İslam" nitelemesi içinde doğru tarifine kavuşturulabilir..

Ve müslüman olmayanlara da, kendilerini müslüman olarak göstermeleri yolunda bir baskı yapılacak olsa, bu İslam açısından haram olduğu gibi, müslüman olmayan bir kişi veya sosyal grubun kendisini sosyal bünyenin bütünlüğü içinde, "müslüman" olarak nitelemesi de, hem İslam"a ve müslümanlara karşı bir hile ve hem de bir toplumdaki sosyal gruplararası ilişkiler açısından suç mahiyetindedir..

O halde, başkasından illâ benim gibi düşünmesini beklemem nasıl yanlış olursa; başkalarının da başkalarından illâ da kendileri gibi düşünmelerini istemesi temel bir yanlıştır ve beraberinde resmî veya sosyal baskıyı, nice gizli-açık faşizan yönelişleri de getirir.

Ki, bizzat Tayyîb Bey de geçmiş dönemlerde yapılan temel yanlışlardan yakınmış iken.. Bugün, "şehit aileleri" denilen bir sosyal baskı grubuna karşı konuşurken, onların da ne mânaya geldiğini bilmedikleri açık açık olan bir "üniter devlet"  lafına vurgu yapması ve "bu üniter devlet yapısı için 1920"lerden beri verilmekte olan mücadelelerin gözardı edilemiyeceğini" söylemesi, 7 yıldır sürdüğü bir siyasî iktidar  arabasını devirmemek için yapılmış bir manevra ve taktik tavır değilse; 80 küsur yıllık geçmişte işlenen bütün o cinayetleri, zulümleri, haksızlıkları, diktatorial uygulamaları kabullenmek ve onların üstüne bir örtü atmak mânasına gelir.. Ve bu laflar ancak, beyinleri  "kemalist laiklik ve türkçülük " çengeline takılmış olanları sevindirir..

Hem, nedir bu "uniter devlet" ?

Bunun çeşitli mânaları ve yorumları vardır.. Tek bir sosyal kesimin veya kavmin varlığını ve onun iradesinin üstünlüğünü esas alan,  tek bir kanun yapma / yasama meclisine sahib olan, tek bir ideolojinin bütün ülkenin tamamında genel düzenleyici etken olarak gözetileceği, tek yargı sistemi ve tek ordusu olan vs. gibi mânalara gelmektedir..

Bunu daha iyi anlatabilmek için, üniter olmayan devlet yapılarına bugün verilmekte olan genel isimlendirme örneklerinden, federal, ya da yarı federal sistemlerden sözetmek daha doğrudur. Almanya, Birleşik Amerika ve Rusya, Hindistan gibi ülkeler federal devlet yapılarına sahibdir.. Ufak-tefek yetki ihtilafları oralarda da ortaya çıksa bile, federal ortak yapının kurumları içinde bunları çözebilmekteler..

Bu yapılanmada, her eyalet, kendi iç düzenlemelerinde, kendi yöresindeki halkın iradesine göre bir iç yönetim tarzı belirler, ama, sosyal bünyenin genel düzenlemesinde ve devletin dış temsilinde, savunmasında veya federal vergilendirme konularında,  para basımı ve posta -muhaberat  gibi konularda federe unsur, federal ana yapıya uymak zorundadır.. Eyalet yapılanmaları halindeki federe devletçiklerde, yargılamalar da mahallî iradeye göre yapılır, ama, federal yargı erkinin genel çerçevesi ve kontrolünün dışına çıkamaması şartiyle.. Ve ayrıca her eyaletin polis veya benzeri mahallî silahlı güç birimleri ve de kendi bayrağı ve diğer mahallî sembolleri de vardır ve hattâ B. Amerika"da olduğu gibi, bazı eyaletlerde ölüm cezası varken, bazılarında yoktur.. Eyalet Valilerini bile, eyalet halkı seçer..

Bugün, Pakistan ve İran İslam Cumhuriyeti de yarı federal yapılanmalara sahibdir.. Bu yapılanmada merkezî hükûmetin gücü daha fazladır.. Osmanlı da, kısmen, yarı federal yapıya bir örnek sayılabilir.. Bu yarı federal yapılanmalarda, yönetim, merkezden tayin olunan valiler eliyle oluyorsa da, her eyalet, en azından, kendi ekonomik zenginliklerini harekete geçirmek ve onları kendi iç iradesine göre yönlendirmek ve harcamakta daha serbesttir..

(Bugün Irak"da oluşturulmak istenen yönetim tarzı ise, daha çok Amerikan tipi bir eyalet sistemi ve de federal yapı olup, Bağdad merkezî hükûmetiyle, Kuzey Irak"daki Kürdistan Özerk Yönetimi arasında çıkan ihtilaflar da, Kerkük Petrolleri"nin gelirini sahiblenmek ve de, oluşturulan mahallî silahlı güçlerin yetkilerinin belirlenmesi üzerinedir..)

Şimdi, 1923 şartlarında oluşturulan bir "üniter devlet" anlayışının illâ da vazgeçilemez bir yapı olarak dayatılmasını anlamak mümkün değildir.. Kaldı ki, o yapılanmanın, 1920"lerden beri Türkiye diye isimlendirilen ülkenin sosyal gerçeklerine uymadığı, çekilen sıkıntılardan ve dökülen onca kandan da anlaşılmaktadır.. Bu kanlı neticede, M. Kemal"in en sâdık adamlarından birisi durumundaki Adliye Vekili Mahmud Esad"ın "...Bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. (Hakimiyet-i Milliye gazetesi, 19 Eylûl 1930) şeklindeki ve "uniter devlet"ten neyin nasıl anlaşılması gerektiğini açıkça ortaya koyan sözlerinin etkisi de yok mudur?

25 yıldır sürdürülen bir silahlı mücadelenin, sadece dış tahriklerle yapıldığını söylemek ve iç etkenlerin o dış tahrikleri de iştahlandırdığını düşünmemek, yanlışta ısrar olur.

Kaldı ki, bugün bir "uniter devlet" dayatmasına rağmen, mahallî seçimlerde ortaya konulan iradelerle, bazı belediyelerin, bu yapıyı nasıl deldiği ve ayrıca, Genelkurmay Başkanı"nın bile, dağa çıkışın önlenemediğini itiraf etmek zorunda kalması, hakezâ silahlı mücadeleden vazgeçip, teslim olanların yeterli samimî itiraf ve bilgilendirmelerde bulunmaları halinde, hiç bir kanûnî takibata muhatab olmadan serbest bırakıldığını, bizzat Gen. Kur. Başkanı"nın duyurması, "uniter devlet"in  birçok temel "uniter"lik kriterlerinin fiilî olarak nasıl fedâ edildiğini göstermektedir..

O halde, "uniter"liğin terkinden niçin korkuluyor böyle?

Akıl gerektiriyorsa, M. Kemal"den kalma görüşler terkedilemez veya aşılamaz mı yani..

Böyleyken, Tayyîb Bey"in, kendisini tam olarak ifade edemediğini ve hepimizi kuşatan laik cendere içinde işleyen çarkların dişlileri arasında kalmamak için bazı taktiklere başvurmak zorunda kaldığını düşünüyorum.. Çünkü  mevcud sistem içinde kalarak bir şeyler yapmayı esas alanlar için, nice yollar "çıkmaz sokak"tır..

Gerçi Tayyîb Bey"in, bugün bir sosyal buhranı halletmeye ve hattâ gangrenleşmiş bir uzvu şifaya kavuşturmaya çalışırken, mevcud rejimin yapısı içindeki bir takım etkili kanûnî ve fiilî güç odaklarını da yanına almaya çalışması ve bunda kısmen başarılı olmuş gibi bir görüntünün ortaya çıkması da gözden ırak tutulmamalı ve sadece hamâsî ve sloganik beyanlarla konunun çözülemiyeceği de anlaşılmalıdır.

Ama, Başbakan Erdoğan"ın yine de, Gen. Kur. Başkanı Org. Başbuğ"un (Baykal ve Bahçeli"nin hırçın ve isyan çığırtkanlığı mahiyetindeki suçlamalarını yatıştırmak istercesine) bir gün önce yaptığı "uniter devlet" açıklamasına paralel bir çizgide açıklama yapmak zorunda kalması, sadece kendisinin suçlanması açısından değil, TC sisteminde, Osmanlı"nın son asırlarından tevarüs edilmiş "yeniçeri hastalığı"nın nasıl anlaşılması gerektiği ve nasıl aşılacağı açısından da, üzerinde durulmayı gerektirir. Yani, Yunanistan"da Genelkurmay Başkanı, "Başbakan"ın siyasetine aykırı görüş açıkladı veya Hükûmet emrinde değil, hep emredici bir edâda konuştuğu için hemen azlediliyor.." diye, bunun TC"de de olmasını temenni etmek güzeldir, amma,  fiilen gerçekçi değildir. Konunun, son 300 yılımızdaki "yeniçeri ayaklanmaları"  ve hastalığının 5 padişah"ın katli ve nice sadrâzam kellerinin koparılması acı gerçeğiyle birlikte ele alınması gereklidir..

*

"Türk"e durmak yaraşmaz, türk önde, türk ileri.." nâraları altında..

 

"Güneydoğu Mes"elesi" üzerine hele de son haftalarda ülke içinde yapılan hırçın tartışmaların boyutları, o rahatsızlığın, bütün sosyal bünyeyi sarsacak boyutlara vardığının bir işareti olarak algılanmalıdır..

Bizans"a karşı Selçuklu Sultanı Alpaslan"ın 1071"de kazandığı Malazgirt Zaferi"nin ve de 1919"dan itibaren Batı Anadolu"yu taa Kütahya- Eskişehir Hattı"na kadar işgal etmiş olan yunanlılara karşı Sakarya"da 30 Ağustos 1922"de kazanılan askerî zaferin yıldönümleri dolayısiyle, tv. ekranlarından bugünlerde, içinde bol bol, "İleri... İleri.. Arş ileri.. Türk ordusu dönmez geri.. Türk"e durmak yaraşmaz, türk önde , türk ileri.. Ne mutlu türküm diyene.." gibi laflar bulunan marşlar daha bir gırla gidiyor..  Beyinler o marşlarla, ayaklara ayarlanmak isteniliyor gibi, âdetâ..

Ama, bu arada ortaya çıkan iki büyük facia, Güneydoğu Mes"elesi"nde hangi "açmaz"lara saplanıldığını gösteren iki çarpıcı örnek olarak da gözönünde bulundurulmalıdır..

1-Askerliğini komando olarak ve Güneydoğu"da yapmış ve "Dağlıca Baskını" diye isimlendirilen ve 13 askerin öldürüldüğü baskına da mâruz kalmış olan bir genç, geçen hafta, Zonguldak- Çaycuma"da, kendisini terkeden eşi ile, eşinin üç kardeşini ve de kayınpeder ve kayınvalidesini, 6 kişiyi korkunç şekilde öldürmüştür..

Burada ilginç olan ise, bu kişinin çevresindeki arkadaşlarına, askerlik hâtıralarını anlatırken, "Benim en az 8 leşim var.." diyerek, öldürdüğü insan sayısıyla öğünmesidir.. Ki, bu leş deyimini nice komutanların da, tv. ekranlarından ve öldürülen teröristler için aynı rahatlıkla kullandıklarını ve hattâ, öldürülen insanların düşman bile olsa, cesedlerin tekmelenmesi veya "ölüyü bir daha öldürdük.." dercesine cesedler üzerine şarjörlerin boşaltılması gibi nice ilkel davranışları ve Güneydoğu"da, insanların nasıl öldürüldüğü ve "silahlı terörist oldukları için öldürülenler"  kadar, "öldürüldükleri için terörist sayılanlar"ın da bulunduğu ve nice cinayetlerin öylelikle ört-bas edildiği unutulmamalıdır..

Bu kişinin, askerlik dönüşünde, askerlikte yaşadığı şok"u atlatmak için adaptasyon/ uyum kurslarına gitmediği ve öldürdüğü eşine çektiği SMS mesajlarında tehdidler yağdırırken, eşinin ailesine "dağ baskını" yapacağından sözetmesi, aynı askerlik şartlarından geçmiş yüzbinlerce vatandaşın da, benzer halet-i ruhiyelerle davranabilecek bir depresyon ve tereddi durumunda olabileceklerini gösteriyor..

2- El"Aziz"de 17 Ağustos günü, dört askerin ölümüyle sonuçlanan patlamanın, "nöbette uyuyakalan bir erin komutanı tarafından cezalandırılmak istenmesi sonucu yaşandığı", bir iddiadan öteye, ülkemizde nasıl korkunç bir askerlik anlayışının uygulandığını ortaya koydu..

Bu konuda, önce kazaen meydana gelen bir patlamadan sözediliyordu.

Ancak Taraf gazetesi, 26 Ağustos günü, "askeriye"den dışarıya pek sızmayan ve ört-bas olunan nice benzerlerine de örnek olacak bir haber patlattı..

Ve anlaşıldı ki, bir teğmen, nöbette uyuyan askeri cezalandırmak için, elbombasını "pim"i çekilmiş vaziyette yanında taşımak şeklinde, canavarca bir şekilde "cezalandırıyor"  ve o da patlayınca, bu askerle birlikte üç asker daha can veriyor ve bir o kadarı da ağır yaralı..

Ve, görgü şahidi diğer askerlerin ifadelerinden sonra, sözkonusu teğmenin cezaevine konulduğu anlaşılıyor..

Ama, bu haber dışarıya hadisenin üzerinden 9 gün geçtikten sonra yansıyabiliyor.. Yansımayabilirdi de.. Böyle, daha nice büyük facialar yaşanmıştır ki, sessizlik içinde unut(tur)ulup gitmiştir..

Evet, "askeriye"nin kendine özgü bir takım mahremiyetlerinin olması tabiîdir; ama, bu en az seviyede olmalı ve "askeriye" olabildiğince şeffaf olmalıdır..

*

Son kurşunu kendi kafana sıkmak için, saklıyacaksın!

 

Kızılderili yerlilerle girişilen savaşları anlatan Amerikan filmlerini seyredenler General Chester adını hatırlayabilirler.. Amerika"nın şehirlerinin büyük caddelerindeki "General Chester Street"  tabelâlarını da..

O, "büyük bir kahraman"dır ve amma, resmî tarihin iddiasına göre.. İddiaya göre, Kızılderili sürülerinin bir gece baskınında, onbinlerce askeriyle "kahramanca savaşırken" ölmüştür..

Ancak, o "kahramanlık" üzerinden 100 yıl geçtikten sonra, "artık, o yalan yeter!"   diye gerçek açıklanıverince, ortaya komik bir durum çıkmıştı..

General Chester,  askerlerine,  tabanca ve tüfeklerindeki son mermiyi harcamamalarını sıkı sıkıya tenbih eder. Çünkü,  "kızılderililere esir düşüp onların korkunç işkencelerine maruz kalmaktansa, ölmek yeğdir.. Bunun için de, silahlarınızdaki son kurşunu saklayıp, öyle bir durumda, kendi kafanıza sıkınız.."  diye telkin eder.. Ve bu propaganda çok da etkili olur..

Ancak, bir gece, ordu bir konaklama yerindedir ve askerlerden birisi de, "uyurgezer"dir.. Rüyasında, kızılderililerin baskınına uğrar ve işbu "uyurgezer" asker, rüyasındaki kızılderililere esir düşmemek için, tabancasındaki mermiyi kafasına sıkar.. Gecenin karanlığında onbinlerce asker ve atlar bu silah sesiyle öyle bir karışıklık olur ki, kızılderililerin baskısına uğradıklarını sanan binlerce asker, ya kendi beyinlerine sıkarlar, ya da kaçışan atların ayakları altında ezilirler..

Ama, bu gerçeğin halka duyurulması, o günün şartlarında olamazdı.. (Şimdi, Amerikan askerlerinin cinayet ve işkencelerini yansıtan fotoğrafların yayınlanmasına, askerlerinin moralini bozacağı gerekçesiyle, Obama"nın izin vermeyişini de hatırlayalım..)

Benzer durum ve kaygularla bizim halkımızın da nice yanıltıcı haberlerle yanıltılmış olabileceğini düşünmeli ve ülkemizin ve halkımızın kaderi üzerinde inanç değerlerimize göre sözsahibi olmak için daha dikkatli ve daha ciddî çalışmalar sergilemeli değil miyiz?

Haksöz

Bu yazı toplam 2074 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar