‘Vicdan bile duymaz, sesi çıkmazsa bir (âah)ı..’

Selâhaddin Çakırgil

Yahudiler Nebukadnezar (ya da arabcadaki telaffuz şekliyle, Buhtûnnasr) tarafından Kudüs ve Babilonya’dan ve bütünüyle bugün Ortadoğu denilen topraklardan sürüldükten sonra, iki bin yıl boyunca, ‘Burası bizim, bize aid bir toprak parçası..’ diyebilecek ve üzerinde hâkimiyet kurabilecekleri bir toprak parçası bulamadılar, yerküre üzedinde..


O kadar uzuuuun bir süre, iki bin yıl kadar bu durumda kalan bir kavmin adına bir ‘Yahudi Devleti / Juden Staat’ kurma mücadelesini atılan silahlı sionist çete mensubları, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesi ve meydana gelen otorite boşluğundan ve de İkinci Dünya Savaşı sonrasında da, Hitler Almanyası’nın liderliğindeki antisemit /yahudi karşıtı cebhenin yenilgisi ve kendilerine en yakın buldukları Amerika, Rusya ve İngiltere gibi ülkelerin zafer kazanmasından istifade ederek Filistin topraklarını işgal ve gasb ederek, devletsiz, savunmasız, sivil kitlelerin, müslüman halkın binlerce yıldır topraklarda, bir sionist İsrail rejimini kurdular.. Terör yöntemiyle, korkutarak, sindirerek, üstün silah güçlerine karşı konulamıyacağı kanaati oluşturmaya ağırlık vererek..
Bunlar gerçekleşirken, silahlı sionist çetelerin işledikleri cinayetler korkunçtu..
Onlara bu yaptıkları hatırlatıldığında..
Sionist liderler, ‘Biz binlerce yıl eziliyorduk.. Kusura bakmayın..’ diyorlardı..
‘İyi de sizi ezen başkası, sizin ezdikleriniz de tamamen başkası.. Tersine, size, Allah’ın emaneti olarak bakıp merhametle yardım eli uzatmış müslümanlar..’ denildiğinde de..
‘Evet, öyle de, devlet kurmak öyle lafla olmuyor. Elimize geçen fırsatı değerlendirmeliydik.. Biz ki, binlerce yıl holocaust’lardan, pogromlardan geçtik.. Kimin haberi oldu? Şimdi Afrika’da ağaç dallarından inip devlet kurduklarını iddia edenlerin temsilcilerinin BM.’lerde kullanacakları oylarla mı, kaderimizi belirleyeceğiz?’
Biz inancımızı korumamının ve ona inancımıza bağlı kalmanın bize bir gün mükâfat olarak döneceğine olan inançla.. Asırlarca direndik, Tanrı’nın seçkin ve üstün nitelikli kulları olduğumuza dair inancımız daha bir güçlendi..’ dediler- demektedirler..

(Bu vesileyle belirtelim, ing. yazarı ünlü Shakespeare’in 400 yıl öncelerde yazdığı ‘Venedik Tâciri..’ isimli tiyatro eserinin filmini türkçe olarak internetten izlenilebilir.. Yahudilerin hristiyan toplumlarından nasıl dışlandıklarını ve ne gibi baskılara karşı, ne gibi dirençler sergileyebildikleri ve buna karşı ne gibi ince psikolojik savunma mekanizmalarını geliştirdikleri ve sonra yine de hukuk kurallarının güçlüler elinde nasıl şekillendiğinin ilginç örnekleri canlanodırılmıştır, o filmde..)
Ama, tekrar tekrar sorulması gereken sorulardan birisi, ‘Yahudilerin, ikibin yıl vatansız, ordusuz, savunma güçleri olmaksızın, varlıklarını nasıl korudukları’ hususudur.
İsrail rejiminin bir önceki cumhurbaşkanı Şimon Perez, ‘Bizim ordularımız, kahramanlarımız, tarihi devirlerini dolduran zaferlerimiz ve de dev mimarî eserlerimiz yoktu.. Elimizde sadece Tevrat vardı. O halde, Tevrat okumaya devam..’ demişti..

İlginçtir, yahudiler, hattâ mânâsını anlamadan da olsa, binlerce yıldan beri ellerindeki Tora (Tevrat) metinlerini ve yahudi şeriatinin temel hukuk kaynaklarından sayılan Talmud denilen kitabı okurlar. Anlamadan olsa okumakla, orada verilen ölçülere göre yaşamaya ve bunların birgün kendilerine zafer getireceğine inanır ve; birgün; ‘İyilerle kötüler arasındaki büyük kapışmanın, Armageddon Savaşı’nın kopacağını ve -en iyiler olarak- kendilerini gördükleri için, nihaî zafere erişeceklerini’ söylerler, ‘O halde, Tevrat okumaya devam’ derler.

Doğrusu, yahudiler bu işi iyi başardılar..
Çünkü, ne büyük zulümlere maruz kaldıklarını kendi aralarında nesilden nesile anlattılar, asırlarca.. Bu hususu, bir yahudi yazarı, ‘Soykırım Endüstrisi’ isimli kitabında ilginç örnekleriyle ortaya koymuş ve o bile itiraz etmek gereğini duymuştu.

Yahudiler o geçmişi, kendi aralarındaki ağıtlarda ve dualarda ve Kudüs’de, Ağlama Duvarı dibindeki gözyaşlarıyla asırlarca yaşattılar ve sonra ise.. Sanat ve kültür eserlerinde, musikide, ve diğer hattâ heykeltraşlıkta bile, o ‘pogrom’ların acısını diğer insanlara da duyurmaya çalıştılar. Böylece, yahudilerin önceleri sadece kendi içlerinde anmakla yetindikleri acıları bütün dünyaya duyurmaya başladılar..
*
Bunları niye anlatılıyor?
Yahudilerin tarih boyunca kaldıkları o büyük felaketlere, acılara başka topluluklar , başka kavim ve milletler de maruz kaldılar, muhakkak ki.. Ama, başka toplumlar, acılarını asırlara yaymakta ve herkese duyurmakta ve insanlığın ortak acısı haline getirmek projesinde, kimse yahudiler kadar başarılı olamadılar.Yahudi odakları, başkalarının çektikleri acıların kendi acılarına denk halde anlatılmasından rahatsız oluyorlardı..
*
Nitekim, ermeniler Amerika’da, her yıl 24 Nisan 1915’in yıldönümü yaklaştıkça bu konuları anlatmaya kalkışırken, en başta da yahudiler, onlara, ‘Tamam, tamam,, türkler sizi öldürdüler, hepinizi yok ettiler.. Ama, siz nereden çıktınız, öyleyse..’ diye alaycı yaklaşımlar sergiliyorlardı.

Ama, bu soruya muhatab olanlar, aynı şeyi yahudilere soramıyorlardı. Çünkü, soykırım’ın sadece yahudiler için kullanılması gerektiğini düşünüyorlar ve benzer felaketlere başkaları da mâruz kalmış olsalar bile, soykırım lafından onların da faydalanmalarının kendi felaketlerini sulandırıcağından sözediyorlardı.
*
Ama, yahudilerin varlıklarını korumayı, asırlarca geçmişi olan acılarını nesilden nesile anlatmaya dayandırmakla temin ettiklerini ve başarılı sonuçlar aldıklarını ermeniler de görmüştü.. Çünkü, bir terör üzerine de olsa, İsrail adında uluslararaksı hukuk açısından bir realiteye dönüşen bir devlet kurmuşlar ve anti-semitizmi, yahudi düşşmanlığını Adolf Hitler döneminde bir devlet politikası olarak uygulayan Almanya’dan yüzmilyarlarca dolar tazminat almışlardı. O halde, niçin aynı neticeyi ermeniler de gerçekleştiremesinlerdi?

Ve ‘ermeni toplumu’nun, karşılaştığı büyük travmanın ilk şaşkınlığını geçirdikten sonra, İsrail örneğinden ders almayı akletmesi uzun sürmedi ve maruz kaldıkları felaketleri hele de 1960’lardan itibaren yüksek feryadlar / çığlıklar halinde dünyaya duyurmaya başladılar.
Bir taraftan ermeni ölümlerini konu alan anıtlar, heykeller dikmeye, resim sergileri açmaya, özellikle ağıt türü musikî örneklerine ve gözyaşlarına ağırlık verdiler.
Ve de, o felaketin kurbanlarının sayısını onyıllar geçtikçe arttırdılar ve 1965’lerdeki 500 bin rakamını, 100. yılında 1,5 milyona çıkardılar.. Bu ivmeyle gelecekte, bu kurbanların sayısının 2 milyona ve daha yukarısına doğru arttırılacağı tahmin edilebilir.
Öyleyse, Ve ‘işte bu, soykırımdır..’ demeye başladılar. Çünkü, soykırım denilmesi, dünya çapında ve etkili şekilde kabul edilirse, bunun uluslararası hukuk açısından etkili yaptırımları da olabilirdi..
Ama, bu soykırım gündeme ciddî olarak getirilmeye başlanınca, ilk etkili itiraz, dünyadaki sionist çevrelerden geldi.. ‘Bizden başka kavimlerin çektikleri felaketler olsa bile, onlara soykırım denilirse, bu bizim aleyhimize olur.. Soykırım lafı, sulandırılamaz. Soykırım, sadece yahudilere karşı uygulanmış bir tek örnek kalmalıdır..’ denildi..
*
İlginç bir diğer nokta..
Son Bosna Trajedisi üzerinden yaklaşık 20 yıl geçiyor..
250 bine yakın insan sırf müslüman olmaları hasebiyle korkunç şekilde ve iletişim imkanlarının bütün gelişmişliklerinin yaşandığı bir zaman diliminde dünyanın gözleri önünde ve Avrupa’nın ortasında yıllar boyu katledildi.. Yüzbinlercesi de her türlü alçaklığa mâruz kaldılar, yerlerini-yurtlarını terketmek zorunda kaldılar.. Ama, ona da ‘soykırım’ dedirtilmedi, dünyadaki etkili belli çevrelerce.. O acıları nesilden nesile aktarmak isteyenlere de, ‘Olur böyle vak’alar.. Tarihte olanlar tarihte kalmalıdır..’ diye geçiştirmeye çalıştılar; ders kitablarında bile yer verdirmediler.. Sanki, o korkunç cinayetlerin, sosyal hâfızalarda bir masal gibi kalması istendi..
Aynı durum, Fransa’nın Cezayir’de müslümanlara yaptığı ve 1,5 milyon insanın hayatına mal olan kitlevî öldürmelere de uygulandı ve bir vurdumduymazlık yöntemi geliştirildi..
Ve her şey, bir varmış, bir yokmuşa döndü..
*
Dikkat edilecek olursa, soykırım yaptı diye bu konularda suçlanacak olanlar müslümanlar ise, dünyanın tek bir millet haline doğru yol aldığı ve aynı uygulamaya müslümanlar mâruz kalırsa, o zaman da, bu feryadların üzerine tonlarca sükut külü dökülmeye çalışıldığı görülmekte..
Bu hususta değişik bir kültürümüz mü var diyelim; yoksa, bir vurdumduymazlığımız mı?
Halbuki, sadece şu son yüzyılda bile, milyonlarca müslüman da eridi, İslam Milleti büyük acılar çekti.. Ama, o acılar, dedelerimizin yutkunmalarıyla, ninelerimizin ağıtlarıyla birlikte birlikte gitti, tarihin karanlıklarına..
Evet, biz de feryad’u figan edelim demiyoruz; ama, bu kadar ‘balık hâfızalı’ da olmayalım.

Şair ne demişti?
‘Vicdan bile duymaz, sesi çıkmazsa bir ‘aah’ı..
Sessiz kölelerdir yaratanlar, binbir ilah’ı..’
*

dirilişpostası