"Ulus-Devlet" ihanetinin acı semeresi ve hain bedeli...

Selâhaddin Çakırgil

Gecenin saat 01.00"inde, sayıları 300 kadar olarak belirtilen silahlı eylemci, bünyesinde motorize birliklerin bulunduğu bir tugayın muhtelif binalarına 8-10 ayrı koldan saldırı düzenliyor..

Geride, 25 kadar askerin canını kaybetmesi, bir o kadarının da yaralanması..

Ve gecenin karanlığında eylemciler kaçıp giderler..

Sabahın ilk ışıklarından sonra, sınır ötesinde veya berisinde bir takib başlıyor.. Açıklandığına göre 20 kadar da silahlı eylemci öldürülüyor..

Nerede, insan bedeni sıcaklığını otomatik olarak haber veren termal kameralar?

Nerede, mobese kameraları?

Nerede, gece gösterdiği bildirilen (ve, infra-rouge/ kızıl-ötesi ışınla çalışan) dürbinler?.

Nerede dünya kadar para verilerek alınan "insansız hava araçları", "heron"lar..

Yüzlerce saldırgan, katır sırtlarında, roketatar gibi ağır silahları bile bir askerî birliğin yanıbaşına kadar getiriyorlar ve bünyesinde 800 ilâ 2000 arasında asker bulunan bir tugaya saldırıyorlar..

Savaşın sınırın ötesinde veya berisinde olması o kadar önemli değildir.. Üstelik, bu savaş, bazen sınırdan yüzlerce km. içerde de cereyan etmektedir..

Sınırdan sızmalara gelince..

Türkiye, daha çok komşularını suçlamakta, sınırın güvenliğinin sağlanamamasından dolayı.. Halbuki, sınır varsa, mânâsı nedir? Komşundan istediğini sen kendin niye yerine getiremiyorsun? Sınırını sen kontrol edemiyorsan, başkasından niye bekliyorsun?

Sen muktedir değilsen, başkaları senden daha mı güçlü ki?

Korunamıyorsa, sınır ne için vardır?

Başbakan Erdoğan, üç yıl kadar öncelerde, askerliğin zor bir iş olduğunu anlatmak için, "Asker ocağı yan gelip yatma yeri değildir.." demişti de, doğru olsa bile, dile getirilmesi siyaseten yanlış bulunmuştu..

Halbuki, doğrudur, "askerlik yan gelip yatma yeri değildir.."; ama, son saldırı sırasında da bir daha gözüktü ki, en azından yüksek komutanlar açısından yatma yeri gibi sayılmış.. Daha önceki nice karakol baskınlarında ortaya çıkan ihmallerin hesabı sorulamadığı için de bir yeni ihmalin faturasını daha, bütün bir halkımız derin acılar çekerek yaşadı.. Ki, bu ihmallerin neler olduğuna dair çeşitli iddialar olabilir, ama, geçtiğimiz Temmuz ayında istifa eden Genelkurmay eski Başkanı Işık Koşaner"in, geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı anlaşılan bir gizli toplantıda ve bizzat kendisi tarafından da kabul edilen konuşmada dile getirdiği görüşler bile, durumu ortaya koyuyordu..

*

Çöken, "kemalist-laik-türkçü resmî ideoloji"nin zulüm düzenidir.

Öldürülen askerlerin hemen tamamı er, onbaşı, çavuş veya uzatmalı asker, astsubay veya küçük rütbeli subaylar..

Yüksek rütbeli subaylar nerelerdeler?

Onlar "Ergenekon" veya "Balyoz" dosyalarından dolayı yargılanıyorlar.." diye kinayeli cümlelerle akıllarınca savunma yapıyorlar, laikler.. Halbuki, akıllarını genelde darbe çalışmaları için çalıştıran o generallerin ve diğer yüksek rütbeli subayların dışında kalan ve yüzde 80"i teşkil eden ötekiler nerelerdeler?

Karşı tarafta ise.. Gece gündüz, aynı sarp bölgelerde, katır sırtında, günler-geceler boyu taşıdıkları ağır silahlarla hazırlık yapanlar..

Onlar sanki ordudan daha fazla imkanlara mı sahib idiler?

Ama, arada bir temel fark var..

PKK eylemcisi, niçin öldürdüğünü veya öldürüleceğini biliyor, ideolojisi var..

Bu taraftaki ise.. Askerliğini savuşturmanın derdinde..

Ya da, "İnşaallah ben ölmem.." havasında..

Asker demek, üniformanın ötesinde.. Bir dâva için gerektiğinde ölmeyi, öldürmeyi, öldürülmeyi göze alacak derecede mücadele etmeyi taa baştan kabullenmiş kimse demektir..

Bu açıdan bakıldığında, iki tarafı da silahlı olan ve iki tarafı da asker durumunda kelime mânası itibariyle, kendi dâvasının askeri durumunda olan tarafların mücadelesi.. Ama, bir taraf, mecburî ve vazife anlayışıyla hareket ediyor; diğeri, dâvasının fedaîsi durumunda..

Beğenirsiniz-beğenmezsiniz..

Bu vesileyle şunu da belirtelim ki, bu bir terör saldırısı değil, savaştır..

Çünkü, her iki taraf da, silahlıdır..

Terörde ise, sivil kitlelerde korku ve dehşet uyandırmak özelliği hâkim özelliktir. Sivil kitlelerin bulunduğu yerlere bombalar atmak, baskınlar yapmak, ateş açmak, tuzakar kurmak, vs, evet, bunlar terör eylemidir..

Ama, iki tarafında da silahlı kimselerin bulunduğu ve hele de bir orduyu kendisine muhatab seçecek kadar güçlü bir savaş gücü olduğu zaman, terörden değil, "savaş"tan sözetmek gerekir..

O savaşın mahiyeti farklı olabilir.. "Gerilla, çete savaşı.." veya  klasik askerî savaşlar..

1993"lerdeki çetin boğuşmaya da dönemin Genelkurmay Başkanları daha sonra, "düşük profilli bir  iç-savaş" dememişler miydi?

*

Hedef, barış veya savaş değil, adâlet olmalıdır.. Ve, adâletsiz bir barış, haksız bir savaşla aynı derecededir..

Canlarını kaybedenlere mi yanarsınız, geride kalanların acılarını mı paylaşırsınız..

Çünkü, ölenler öldüler.. Onlar artık, en azından maddî açıdan acı çekmiyorlar.. Hattâ, birbirine düşman olanların bile yanyana, kavgasız, rahat bir şekilde yattıklarını düşünebilirsiniz..

Aynı coğrafyada, büyük çapta aynı inanç ve kültürel atmosferde yetişmiş insanların böyle bir kirli boğuşma içinde olmasını nasıl izah etmeli?

Hele, geride kalanların durumu..

Çoğu da, yine gariban insanlar..

Hattâ, "anne, buralar çok soğuk, bana iç çamaşırı gönderin.."  diyen veya babasından kendisi ve fakir arkadaşı için de bot isteyen.. Veya, elektrik borçlarını ödeyemedikleri için, evlerinin elektriği kesik olan gariban ailelerin çocukları..

Veya üniversiteyi bitirmiş, ama iş bulamamış ve bu arada hiç değilse askerliği aradan çıkarayım diyen gençler.. Ki, onu büyütüp üniversiteyi bitirinceye kadar ne umut ve hayallerle okutan fakir ana-babaları anlamak gerekiyor..

Ama, laikler başka hava ve hesablardalar..

 (Hürr. gazetesinin eski yazarı) E. Ç."ın bugünkü gazetesinin 20 Ekim tarihli sayısının birinci sahifesinde, genel öfke yansıtılmaya çalışılıyordu, yeni düşmanlık tohumları ekilmeye çalışılarak.. Ve ağlayan kadınlar öne çıkarılıyordu.. Resimlere baktım, hepsi de başı açık olan hanımlar ağlıyorlardı.. Elbette öyleleri de olabilir ve onların da acısına saygı duyulur. Biz öyle bir ayırım peşinde de değiliz.. Ama, sözkonusu gazetenin birinci sahifeden kamuoyuna yansıtmaya çalıştığı mesaj, şu: "Bakınız, memleketi bu kadınların çocukları, kardeşleri veya eşleri koruyorlar ve ülkeyi korumak uğrunda candan geçiyorlar.."

Ama, gerçek öyle miydi?

Diyelim ki, öyleleri de vardır..

Ama, hayatlarını kaybeden bu 25 kadar askerin de, daha öncekilerin de hemen tamamının annelerinin başları beyaz tülbentler içinde değil miydi?

Bir de, yine 20 Ekim günlü bazı gazetelerdeki subay ailelerinin gösterilerine dair fotoğraflara bakınız.. Onlar, halkın yüzde 80"inden kopuk, ayrı bir sosyal kesimin insanları gibi bir görüntü içinde değiller mi?

Onları‚ "hanımının başı örtülü olan bir kimsenin cumhurbaşkanı olmasını istemeyiz.." diyerek, 4 sene öncelerde, 2007 baharında, TSK"nın yüksek komuta kademesinin emriyle yüzbinler halinde, aylarca mitingler yapan kitlelerden de tanıyoruz.. Hâlâ da o kopukluktan kopabilmiş değiller..

Bir türkü vardı ya, hani, öyle bir şey, işte..

"Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir.."

Resmî ideolojilerin değil, milletin inancında, kalbinde makes bulan, onun değerlerinden kaynaklanan bir adâlet anlayışına göre barış..

Kemalist-laik-türkçü rejimin ve onun öncüsü olan İttihad-Terakki zihniyetinin 100 yılımızı çalan çarpık anlayışı içinde ordunun gövdesi, evet, halkın çocuklarından oluşmuştur, ama, o orduya komuta edenler son zamanlara kadar, yazık ki, darbeci, jakoben ve halka tepeden bakan ve kendi ülkesini işgal etmiş bir gücün şefleri durumunda kimseler olmuşlardır..

Bunun yeni yeni kırılmakta olduğuna şahid oluyoruz..

*

1993 yılında El"Aziz- Siirt yolunda 33 askerin öldürülmesinden sonraki ilk büyük kayıptır, bu 25 asker ölümü.. Ancaak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül"ün intikamın kesinlikle alınacağını dile getirmesi son derece yersizdi..

Diğer siyasetçilerin de tahrik edici, "Allah kahretsin, çapulcuları, mutlaka cezalandıracağız.." gibi içi boş tehdid sözlerini tekrarlamaları yanlıştı.. 

Ki, o gibi sözleri 30 yıldır duymaktadır, halkımız..

Bu noktada, Tayyîb Erdoğan"ın, intikam değil, itidal, metanet ve sabırlılık tavsiyesinde bulunması takdire şâyan idi..

Mes"elenin bir diğer tarafı da şu ki, bu çatışma, 100 yıllık bir resmî ideolojinin, müslüman halkımıza bir deli gömleği gibi giydirilen "kemalist-laik-türkçü resmî ideoloji"nin bütünüyle iflas ettiğini bir daha göstermektedir..

Bu duruma karşı, iki çeşit tedbir vardır..

1- Önleyici sistem,

2-Giderici sistem

"Önleyici sistem", bir toplumda bir takım hadiseler ve gelişmeler meydana gelmeden, önceden tahmin olunan, beklenen muhtemel bazı olumsuzluklara karşı taa baştan tedbir almayı esas alan bir yaklaşım tarzıdır.. Bu, tabiatiyle, vehimleri de, faraziyeleri de geliştirip, baskıcı bir düzeni de beraberinde getirebilir..  

Giderici sistem"de ise, hadiseler meydana geldikten alınacak tedbirler alınmasını esas alır..  Elbette ki, büyük sosyal problemler karşısında yığınla giderici tedbir alınır ve bunların arasında askerî tedbirler de vardır.. Ama, bazen, bu tedbirler de yetmiyebilir..

Çünkü, hastalığın çıkış kaynağı belirlenemezse, yeni rahatsızlıklar artarak devam edebilir.. Türkiye"nin bugün karşı karşıya bulunduğu durum karşısında, "giderici sistem" metodunun yetmediği görülmektedir..

Çünkü, bugünkü sistem temelden bozuktur.. Baştan bozuk olan zamanla düzelmez.. Bu kemalist-laik-türkçü sistem, 100 yıla yakın zamandır, müslüman halkımızın beynine zehir akıtmaya çalışmakta, kalbine hançer saplamayı kendisine düstur edinmiş bulunmaktadır..

Vatan, müslüman nazarında, inançlarının hayata hâkim olduğu yerdir.. Ve bayrak da, kutsal değil, bir tanıtma sembolüdür..

Unutmayalım ki, bu rejim, Abdullah Gül"ün Cumhurbaşkanı ve Başkomutan; Tayyîb Erdoğan"ın Başbakan olmasına rağmen, başlarını inançlarının gereği olarak örtmüş olan müslüman hanımları, henüz de Meclis"de m. vekili olarak, kamu hizmetlerinde hizmet veren olarak veya askerî mekanlarda konuk olarak bile bulundurmayı kabul etmemektedir..

Böyle bir sistemde, açıktır ki, sosyal buhranların temelinde, onun resmî ideolojisi, hastalığın kaynağı olarak durmaktadır, karşımızda..

Resmî ideoloji, 100 yıla yakın zamandır tek bir kavmin hâkimiyeti, üstünlüğü nazariyesi üzerine kurulmuş ve diğer bütün kavimler asimile edilmeye çalışılmıştır.. Unutulmasın ki, asırlarca, "Elhamdulillah müslümanım.." diye birbirine eşit seviyede olduklarını hatırlatan insanlar,  bu resmî ideoloji asırlarca yabancı oldukları, "Ne mutlu türküm!." lafı  veya "Varlığım türk varlığına armağan olsun.." gibi saçma-sapan laflar, türk kavminden olmayan milyonlara çocuğa sabahları okullarda and olarak tekrarlatılırken, bunun tepkisi elbette ortaya çıkacaktı.. Bu dayatmacılık, bu aşağılamacılık, bir takım sosyal hizmetler sunularak sürekli gizlenemezdi..

Sen vatan ve bayrak diye ölüme gidersen, karşındaki de aynı şeyi söylediğinde.. Ne yapaacaksın? Ortada bir yanlışlık yok mu?

Müslüman bir halka, sadece bir kavmin yüceliği üzerine bir resmî ideoloji dayatırsan, ötekilerin alçaltılmasını, aşağılanmasını istiyorsun demektir, bu.. Yine unutmayalım ki, 1930"larda, bu ülkede, "türkten başkasının bu ülkede tek bir hakkı vardır, türke hizmetçi olmak.." gibi en faşist, en ırkçı söylemler, en yukardaki şefler tarafından dillendirilmiştir..

O halde, hastalığın temeli, derinlerdedir ve taa baştaki o hastalık kaynağı, o cerahat odağı temizlenmedikçe.. Alınacak bir takım askerî ve sair giderici tedbirler, palyatif tedbirlerdir..

Evet, bugün yaşanan,  bir ihanetin, müslüman halkımıza dayatılan‚ "ulus-devlet"  ihanetinin acı bir semeresidir ve bugün yaşananlar da bir hainlikse, işte o taa baştaki hainliğe bir haince  tepki semeresidir.. 

Ne bekliyordunuz ya..

*

Bereket ki, halkımız müslüman halkımız, rejimin, resmî ideolojinin başka türlü şekillendirme çabalarına rağmen, birbirine karşı düşman değil..

Ama; nice insanlar, "biz türkler, o kürdler.." gibi ayrıştırıcı ve dışlayıcı lafları daha fazla edebilmekteler..

Bu bir tehlike işaretidir..

Fitne zamanında  itidali temsil, daha bir İslamî bir gerekliliktir.

Geçen gün, bir okuyucu (İ.K.)  gönderdiği e-mail mesajında şöyle diyordu:

"Selamunaleykum ağabey,bu güne kadar cemaatlerin içinde bulunmaktayım ve bundan da memnunum. Fakat, geldiğimiz nokta itibariyle çok tehlikeli bir konumdayız. Cemaatlerin içinde, herkes kendi unsuruyla hemhal olmaya başladı. Türkler turancı, kürdler ise, PKK"cı ya da sempatizanı oldu. Konuştuğumuzda herkes ümmetçi ama, ferd planında, herkes bildiğini okuyor.

Aynı şekilde, bir çok kürd ağabeyim, -benim türk kavminden olduğumu bildikleri halde-  PKK sempatizanlıklarını benim yanımda dile getiriyorlar; ve aynı şekilde,  türkler de evlerine iş yerlerine veya yazlıklarına türk bayrağı asmaya başladılar..

Türkler biraz daha temkinli fakat, birçok tanıdığım kürd müslüman,  PKK"nın kürdlerin hakkını savunduğuna inanıyor..

Öte taraftan ise, türk müslümanlar da farklı farklı fikirlere kapılmış gidiyorlar. Devlet bugün kürde zulüm etmiyor, geçmişte etmiş, ne var bunda.. Bu gün AK Parti var, herşey düzelecek mantığındalar. Gelinen nokta bu, daha yazacak çok şeyler var fakat, fazla vaktinizi almayayım. Allah yardımcımız olsun.." 

Evet, bu durum, giderek yaygınlaştırılmak istenmektedir.. Bu ise, tam da, daha fazla kan akıtılmasını isteyen, kandan beslenmekten başka bir beslenme kaynağı olmadığını gören insanların işine gelir..

Fitne zamanında, hakkaniyet anlayışıyla hareket etmek, herkesten çok elbette müslümanlara düşmektedir.. İnsanlara, Allah"ın fıtrî olarak verdiği haklarını ve onların tabiî hallerini bir takım zulüm rejimlerinin devamı veya bir takım kavimlerin diğerlerinden üstünlüğü adına kabullenmek, yangına benzinle gitmekten başka bir netice vermiyecektir..

Müslüman halkımız, sadece bir tarafın acısını değil, bütün herkesin acısını birlikte duyarak, bu oyunu bozmaya mecburdur ve hattâ mahkûmdur..  

haksöz