Tarih dünde kalmış değildir, geleceğe doğru ilerlemektedir

Selâhaddin Çakırgil

Horasan taraflarından, yani, bugünkü Türkmenistan ve kuzeydoğu İran toprakları üzerinden Anadolu’ya ilerleyen Selçuklu Sultanı Alpaslan, Bizans İmparatoru Romanos Diogenus’u Malazgirt’te miladî-1071 tarihinde ağır bir yenilgiye uğratmış, onu esir almış ve sonra da affedip, kendi muhafızları aracılığıyla onu Bizans’a, İstanbul’a kadar göndermişti. Bu, bir imparator için herhalde sıradan bir yenilginin ötesinde çok zelil edici bir durum idi.
Alpaslan, belki de, Anadolu ve İstanbul’un stratejik ve jeo-politik önemini tam farkedemiş olduğundan; Malazgirt’ten sonra, üstelik de Bizans İmparatoru’nu yenmişken, Anadolu içlerinde ilerleyebilirdi, ama, ilerlemedi ve Malazgirt zaferinden 1 yıl sonra, 1072’de, bugün İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Akkale civarında, cezalandırmak istediği bir kumandanının suikasdi sonunda öldürüldü.
Yerine oğlu Melikşah geçti.
Melikşah, Anadolu’nun stratejik ve jeo-politik durumunu kavramış ve Selçuklu Devleti’nin askerî güçlerini Anadolu ve Doğu Akdeniz’e doğru yönlendirmesi gerektiğini düşünmüş, amcaoğlu Süleyman Şah’ı, Bağdad’daki Halife adına fetihler yapması ve irili-ufaklı güç odaklarını tek bir yönetim altında toplaması için vazifelendirmişti..
Süleyman Şah da, taa İznik’e kadar gelip orayı kendisine hareketlerinin merkez noktası olarak belirlemişti..
1085 yılında önemli hristiyanlığın önemli merkezlerinden Antakya, Selçukluların eline geçmiş ve Melikşah’ın kardeşi Tutuş komutasındaki kuvvetler, Suriye’yi elinde tutan Fâtimîler’i Mısır sınırlarına çekilmeye mecbur etmiş ve, ‘Bilâd-ı Şâm’ denilen ve bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü içine alan bütün bölgeyi kontrolü altına almıştı.
Melikşah’ın güçlü yönetimi sırasında, üzerinde hâkimiyet kurulan coğrafyalar o kadar genişlemişti ki, Sultan, bu geniş coğrafyaları rahat yönetilebilmek için eyaletlere bölmüş ve herbirisinin başına da birer şehzade ve onların da eğitiminden sorumlu ‘atabek’ denilen güçlü şahsiyetler ve valiler vazifelendirmişti.
*
20 yıllık güçlü bir saltanattan sonra, Melikşah 1092 yılında vefat edince, oğulları Irak’da saltanatı ele geçirmek için birbirlerine düştüler ve ve Selçuklu İmparatorluğu parçalandı.. Tutuş ise, Suriye’deki hâkimiyetini sürdürüyordu. Ama, Tutuş’un da 1092 yılında vefat etmesiyle, bu kez de onun oğulları Rıdvan ve Dukak arasındaki korkunç saltanat kavgası sonunda Suriye hükümdarlığı dağıldı..
Rıdvan Haleb’de, Dukak Dımeşq’de (Şam’da) kendi bağımsızlık devletlerini kurdular.. Doğuda ise, Musul Atabeyi Kırboğa, Haleb’i ele geçirmeye çalışıyordu. Hedefi, Tutuş döneminde onun elinde olan toprakların tamamını elde etmekti..
Bağdad’da ise, Melikşah’ın oğulları arasındaki çetin savaşlar sürüyordu.
Bunu fırsat bilen ve 10 yıldır müslümanların elinde olan Antakya, bağımsızlığını ilan etti. Mısır’daki Fâtimî güçleri de Kudüs’ü tekrar ele geçirdiler.
Kudüs ve Antakya’nın, hristiyanlık tarihi açısından da çok önemli olan bu iki merkezin ele geçirilmesi ve elde tutulması için 1097’de ilk Haçlı Seferi hazırlanmaya başlandı. Haçlılar, önce İznik’deki Süleyman Şah’ın vârislerinin gücünü kırmak zorundaydılar.
Nitekim, Kılıçarslan, yenilgiye uğramış ve kutsal toprakların yolu önlerinde açılmış ve ilk hedef olarak Antakya’nın tekrar ele geçirilmesi hedefe konulmuştu.
*
Ancak, Musul atabeyi ve de hükümdarı durumundaki Kırboğa, Antakya’nın hrıstiyanlar eline geçmesini önlerse, bununla gücüne daha bir güç katacağını hesab ediyor ve ayrıca, Haleb Hükümdarı Rıdvan’ı bertaraf etmesinin daha da kolaylaşacağını umuyordu. Daha önce, Rıdvan, Antakya’yı almak istemiş, etraftaki müslüman hükümdarlardan ve hattâ Şam Hükümdarı olan kardeşi Dukak’dan bile yardım alamayınca, hrıstiyanlar karşısında yenilmişti..
Haleb hükümdarı olan kardeşi Rıdvan’a yardımcı olmayan ve yenilgisine seyirci Şam hükümdarı kardeşi Dukak ve atabeyi Tuğtekin, Antakya’yı alma teşebbüsünde Kırboğa’ya yardım ederlerse, böylece Rıdvan’ı daha da etkisiz hale getirebileceklerini düşünüyorlardı. Musul hükümdarı Kırboğa İran ve Irak’dan topladığı büyük bir orduyla Antakya’ya hareket etmeden önce, hristiyan kuvvetler tarafından ele geçirilmiş bulunan Urfa Kontluğu’nu almayı denedi. Ama, çetin bir direnişle karşılaşınca, üç hafta süren muhasarayı kaldırdı. Ama, bu gecikme, Antakya’nın hristiyanlar tarafından ele geçirilmesine yol açtı..
*
Haleb hükümdarı Rıdvan, köşeye sıkıştırılmışlık durumundan kurtulabilmek için, çareler düşünüyordu, ama, bu tedbirler yetmedi ve sonunda Haleb hükümdarlığı da, Musul Hükümdarlığı’nın eline geçti. 1128’de İmaduddin Zengi komutasındaki güçler, Haleb’i almışlardı..
Haleb’i de almış olmanın kendi gücüne kazandırdığı yüksek itibar ile, İmaduddin ve oğlu Nureddin Atabeg, kendilerini gerçekte, sadece hrıstiyanlara karşı savaşmak isteyen güçler olarak tanımlamak imkanı elde ettiler. Ama, kendilerini Bağdad’daki Halife el’Musterşid’in ve Melikşah’ın diğer oğullarını bertaraf ederek Bağdad civarında saltanat süren Sultan Mahmud’la savaş halinde bulduverdi.
Ne var ki, 1131 yılında Sultan Mahmud öldü ve bu kez de kardeşleri Mesud ve Tuğrul arasındaki saltanat mücadelesi yeniden başladı.. Bu mücadelelere Halife El’Musterşid de katıldı ve Tuğrul’a destek verdi. Bu durumda İmaduddin Zengi de Mes’ud’un yardımına koştu, ama mağlub olarak Musul’a döndü.. O sırada Şam hükümdarı, Zengi’ye kendisine itaat çağrısı yaptı..
O sırada, Mesud, kendisine karşı planlar yapan Halife el’Musterşid’i yakalattı ve bir şekilde öldürttü..
Bu gelişmeler olurken, Kudüs hristiyanların eline geçmiş ve Fulk liderliğinde bir krallık kurulmuştu. Zengi ise, yeniden güçlenebilmek için, savaşlarını sadece hristiyanlara karşı vermesi gerektiğini kavramış ve hristiyanlar ve Haçlılar’a karşı güçlü olabilmek için Şam’ı ele geçirmesi gerektiğini düşünüyordu.. Ama, birinci Haçlı Seferi’nde hristiyanların eline düşen Urfa Kontluğu da, Zengi’nin işini zorlaştırıyordu..
1144 sonbaharında Zengi, Urfa Kontluğu’nu devre dışı bırakmak ve güçsüzleştirmek ümidiyle Diyarbekir şehrine yöneldi. Bu şehrin yönetimi katolik ve ermeni piskoposlarının elindeydi henüz birkaç ay önce Urfa Kontu Joscelin’le bir ittifak anlaşması imzalamışlardı.
Buna rağmen uzun taktik mücadeleler sonunda, Zengi’nin askerleri surlardan bir gedik açmaya muvaffak oldular ve Zengi Diyarbekr’e girdi. Bu zafer aynı zamanda Urfa Kontluğu’nun da düşmesiyle noktalandı.
*
Urfa Kontluğunun düşmesi Avrupa’da hristiyanlar toplumlar arasında derin üzüntü meydana getirdi ve yeni bir Haçlı Seferi için hazırlıklara başlandı..
Zengi büyük güç sahibi olmuştu..
Ne var ki, Zengi, iki sene sonra, bir hizmetçisi tarafından öldürüldü.. onun ölümü üzerine, Şam Hükümdarlığı, hemen Baalbek’in kendilerine verilmesini istedi.. Ama, Nureddin Zengi’nin emrindeki Eyyub, bu isteğin karşısında dikildi. Eyyub, Nureddin Zengi’den büyük saygı görüyordu.
Haleb sarayında aileyi temsil eden, Salâhaddin’in amcası Şirkuh (dağ aslanı) idi.. Eyyub’ün oğlu Salâhaddin ise, o sıralarda henüz 8 yaşlarında bir çocuktu..’
*
Herkesin herkesle savaş halinde olduğu, ve ancak çok güçlü isimler ortaya çıktığı zaman ellerin, beyinlerin ve kalblerin bir araya gelip büyük işler yapabildiği bir hatırlatma olduğu için değindim, 1000 yıl öncelerdeki bu korkunç savaşlara.. Bu aktardıklarım da, 30 sene gibi bir dar süre içinde cereyan etmiş hadiseler..
Evet, Selahaddin Eyyubî’nin hayatını ve onu ortaya çıkaran şartları yansıtmaya ve o zamanın ruhunu kavramaya çalışan ve Ortaçağ tarihi alanında uzmanlaşmış bir Batı’lı tarihçinin yazdığı bir kitabı okurken, o iç karartan tarihî süreçle ilgili bilgileri özetle oradan aktarıp sizinle paylaşmak istedim.. Henüz Salahaddin bölümüne gelmedim..
Ama, Selahaddin Eyyûbî’yi ortaya çıkaran şartlar böyleydi..

Hatırlayalım ki, Mogol İstilası’ndan sonra paramparça olan müslüman coğrafyalarında ortaya çıkan yığınla mahallî beylikler arasındaki saltanat kavgaları da böyleydi ve nihayet onların içinden en küçüğü kabul edilen ve Bilecik- Sögüt’de ‘uçbeyi’ olarak vazife gören Osman Bey etrafındaki küçücük güç de, diğer beylikleri nice savaşlarla itaati altına almış, 600 küsur yıl sürecek olan Osmanlı Saltanıta’na böyle geçilmişti..
Bu topraklar tarih boyunca, hep böyle kendi içinde korkunç saltanat kavgalarına giren, hem de bölgenin ‘religio ve jeo-politik’ (dinî ve coğrafî siyasetler) konumundan kaynaklanan bir hercümerç içinde yaşayan ve sonunda ortaya yeniden büyük bir güç merkezi etrafında toparlanmayı getiren bir tarihî arka-plana sahib..
*
Şöyle bir bakalım, bölgemize.. Bugün değişen nedir? Sanki, 1000 yıl öncelmerdeki tablo tekrarlanıyor.. Sadece şu son 30 yıl içinde yaşananlara baktığımızda bile nice benzerlikler buluruz..
Yığınla mahallî güç odakları.. Herbirisi, kendi maslahat ve menfaatleri gereği, emperyalistlerle de ânında işbirliğine girebiliyor ve elbette herbirisi, ya ilerdeki büyük hedefleri için ya da ‘Denize düşen yılana sarılır..’ çaresizliğinden dolayı öyle hareket ettiğini mazeret olarak gösteriyor.. Ama, bu böyle devam edip gidemez.. Kimse diğerinden daha haksız olduğunu kabullenmiyor ve herkes sadece kendi haklılığını ileri sürüyor..
Ama, tarihin bize öğrettiği bir diğer gerçek de, bu bölgede, yerli, daha sağlam ve sâlim güçlerin o büyük acılar ve kargaşalar içinden çıktığı gerçeği..
Evet, tarih dünde kalmış değildir ve hükmünü yarınlara doğru da işletmektedir.
Yarınlar için de yine ümidli olabiliriz..
*

dirilişpostası