Tarih ABD'yi de vuracak mı?

İbrahim Karagül


Tarih Amerika'yı da vuracak mı? Le Monde Diplomatique'in son sayısında Ferid Zekeriya'nın İngiliz imparatorluğunun çöküşü ile ABD'nin küresel üstünlüğünü ve geleceğini kıyasladığı yazısının başlığı böyle...

Son dönemde dünyanın tartışma konuları ve tartışma biçimleri hızla değişiyor. Akla hayale gelmeyecek konular gündeme alınıyor, inanılması zor sonuçların olabilirliğine daha çok insan inanıyor. Aylardır dünya basınındaki Türkiye tartışmalarını izliyoruz. Bu tartışma biçimi, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yapılan Türkiye tartışmalarından çok farklı ve yeni bir durum. Türkiye, iç ayrışmalarıyla, küçük hesaplarla, bölgesel gerilimlerle değil, küresel barışa katkıda bulunmasıyla, bölgesel etkisini artırmasıyla, oyun kurucu girişimleriyle anılır oldu. Almanya ve Fransa ile aynı kategoride tartışılan ülke haline geliyor. Artık bu ülke, büyük ideal ve iddialarıyla, yeni cümlelerle ele alınıyor.

Benzer şekilde, ABD'yi tartışma biçiminde de köklü değişiklikler izliyoruz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu güne, küresel müdahaleleriyle, ülkelerin iç siyasi yapısını dizayn etmesiyle, ekonomik-siyasi-askeri alanda gücüne erişilemez oluşuyla kabullendiğimiz ABD, artık bir Roma İmparatorluğu olarak kabul edilmiyor. Gücü ve zenginliği ile tartışılırken şimdi zaaflarıyla ele alınıyor.

Küresel ekonomik krizin ağır darbe indirdiği, yoksulluğun hızla tırmandığı, iç borcunun 12 trilyon dolara çıktığı, şok edici yeni ekonomik dibe vuruşların beklendiği, dünya genelinde ağır güven bunalımı yaşayan ABD'nin artık tek süper güç olmadığı kanaatine kimsenin itirazı yok. Ama bu kadarla kalmıyor; ABD'nin gücünü önemli oranda kaybedeceği, 21. yüzyıl dünyasında hayal ettiği yeri bulamayacağı, gerileme sürecine girdiği konusunda tespitler giderek güç kazanıyor.

Gücüne ulaşılamaz zannedilen İngiliz imparatorluğunun gerilemesine ve çökmesine ilişkin çarpıcı değerlendirmelerde bulunan Ferid Zekeriya, aynı sonucu ABD'nin de yaşayıp yaşamayacağını sorgularken, tarihi yeni bir kırılma dönemi yaşandığına işaret ediyor ve şu tespitleri yapıyor:

"Son 500 yıldır, yapısal anlamda gücün üç kez el değiştirdiğine, diğer bir ifadeyle uluslararası yaşamı (siyaset, ekonomi ve kültürü) yeniden şekillendiren güç dağılımındaki köklü değişikliklere şahit olduk. İlki Batı dünyasının yükselişiydi. Bu süreç 15. yüzyılda başlamış ve 18. yüzyılın sonlarına doğru büyük bir ivme kazanmıştır. Beraberinde bildiğimiz anlamda moderniteyi getirmiştir: Bilim, teknoloji, ticaret, kapitalizm, tarımsal ve endüstriyel devrimler" Yalnız bununla kalmamış, Batı uluslarının da uzun vadeli siyasi nüfuzlar elde etmesini sağlamıştır.

19. yüzyılın sonlarında meydana gelen ikinci değişim ise, ABD'nin yükselişiydi. Sanayileşmeyi tamamlamasının hemen ardından ABD, Roma İmparatorluğu'ndan bu yana en güçlü ulus haline gelmiş ve bu ulus diğer ulusların bileşiminden daha güçlü bir konum elde etmiştir. Son yüzyılın büyük kısmında ABD küresel düzeyde ekonomi, siyaset, bilim, kültür ve fikirleri hakimiyeti altına almıştır. Son yirmi yıldır, bu hakimiyete rakip olacak bir güç ortada yoktur, ki bu da tarihte emsali görülmemiş bir durumdur.

Şimdi ise modern çağımızın üçüncü büyük güç değişimine şahit oluyoruz: Diğer aktörlerin yükselişi" Son 20-30 yıldır, dünya genelinde ülkeler, bir zamanlar hayal bile edilemeyen ekonomik büyüme oranları yakalıyorlar. İnişli çıkışlı bir süreçten geçmiş olsalar da genel trend hep ileriye dönük olmuştur. (Bu büyüme en rahat Asya'da görülmekteydi ancak artık sadece burayla sınırlı değil, bu sebeple değişimi "Asya'nın yükselişi" diye adlandırmak durumun hakkıyla tasvirine engel teşkil etmektedir.)"

Türkiye tartışmalarına da bu çerçevede bakmak gerekiyor. Artık "Asya'nın yükselişi" değil, "diğer aktörlerin yükselişi" dönemidir bu. Şaşırtıcı, ezber bozucu bir dönem. Bu yüzden sürprizlere hazır olmak gerekiyor. Bu yüzden, artık bazı şeylerin "hamaset" olmadığını, gerçekleşmesinin mümkün olduğunu kabullenmek gerekiyor. Bu yüzden zihinsel kalıplardan kurtulmak gerekiyor. Zekeriya şöyle devam ediyor:

"Yüz yıl önce, bir grup Avrupa hükümetinin denetiminde olan çok kutuplu bir düzen vardı, sürekli değişen ittifaklar, rekabetler, yanlış hesaplar ve savaşların hüküm sürdüğü bir düzendi bu. Sonrasında Soğuk Savaş döneminde çift kutupluluk oluştu, bazı açılardan daha istikrarlı olan bu düzen birbirlerinin hareketlerine karşı tepki ve aşırı reaksiyon gösteren süper güçlerden ibaretti. 1991'den beri ABD hakimiyeti altında, yani açık bir küresel ekonominin genişlediği ve hız kazandığı emsali görülmemiş tek kutuplu bir dünya düzeninde hayatımızı sürdürüyoruz. Ekonomideki bu genişleme uluslararası düzenin doğasında başka bir değişimi de tetikliyor. Sosyo-askeri düzeyde dünyanın hâlâ tek süper gücüyüz. Ancak kutupluluk sadece iki aktörden ibaret değildir. Dünya yıllar boyu tek kutuplu düzende devam etmeyecek bir gün aniden çok kutupluluğa dönüşecektir. Askeri güç haricinde her boyutta -endüstriyel, finansal, toplumsal ve kültürel- güç dağılımı ABD hakimiyetinin avuçlarından kayıp gitmektedir. Bu demek değildir ki Amerikan karşıtı bir dünyaya giriyoruz. Sadece, çok fazla konum ve kişi tarafından yönlendirilen post-Amerikan dünyaya doğru yol alıyoruz."

Bizim coğrafyamızda Haçlı Savaşları, Moğol istilası ve Osmanlı siyasal otoritesini dağıtan Birinci Dünya Savaşı gibi üç büyük şok yaşandı. Şimdi hem dünyada hem de bizim coğrafyamızda yeni bir kırılma dönemindeyiz. Bu dönemin en dinamik unsuru Türkiye'dir.

Dünkü yazımın sonundaki cümleyi tekrar edeyim: Neden olmasın!

yenişafak