Tafsilat

Hakan Albayrak

Gelen bazı tepkilerden anlıyorum ki, dünkü yazımda “Suriye’yi karıştıran ilk adımları Türkiye attı” iddiasına cevap verirken tafsilata girmemekle hata etmişim. Telafi niyetine, benzer iddialara cevap olarak 2019’da yazdığım bir yazıdaki tafsilatı tekrar edeyim:

Esed yönetimi ile fevkalade iyi ilişkiler kuran Ankara, bu ilişkilere ve bu ilişkilerin teminatı olan istikrara, Suriye ile entegrasyon / bütünleşme çerçevesinde hayati önem atfediyordu. Suriye’de halk ve devleti karşı karşıya getirecek ve Türkiye’yi ikisi arasında tercih yapmaya zorlayacak gelişmeleri Ankara’nın arzu etmesi -hele davet etmesi- söz konusu dahi olamazdı. Devrim hareketini tetikleyen Der’a olaylarını Ankara başlatmadı. Bu olaylara sebep olan işkenceleri Ankara yapmadı. Bu olayları çığırından çıkaran katliamı da Ankara yapmadı. Bu katliam üzerine Suriye sathında baş gösteren ayaklanmayı bastırmak adına Şam’da, Hama’da, Deyrizor’da yine katliam yaparak rejim muhaliflerini silahlı mücadeleye sevk eden de Ankara değildi.

Olayların başlamasından üç hafta sonra, barışçıl göstericilerin kurşun yağmuruna tutulduğu günlerde (6 Nisan 2011) Şam’a giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Esed’e itidal telkin etti ve ısrarla ‘Acilen demokratik reform’ dedi. Öte yandan rejim muhaliflerine de şiddetten uzak durmayı telkin ediyordu Davutoğlu. Muhalifler o günlerde zaten şiddete mütemayil değildi. Yayımladıkları bildirilerde, mücadelelerinin “barışçıl halk gösterileri” çerçevesinde kalacağını vurguluyor, ayrıca “yabancı askerî müdahalenin açıkça reddi ve ulusal birlik” vurgusunda da bulunuyorlardı. Ne yazık ki Esed rejimi, bu sağduyuyu boğarak muhalifleri şiddet yoluna sevk etmeyi murat edercesine (belki muradı gerçekten bu idi), göstericilere uyguladığı şiddetin dozunu gün be gün artırdı. Hama şehri rejim ordusu tarafından kuşatılıp bombardımana tutuldu. Ankara o noktada bile Esed rejimiyle ipleri koparmadı. 9 Ağustos 2011’de (Suriye’de olayların başlamasından beş ay sonra) bir kere daha Şam’a giden Davutoğlu, Hama kuşatmasının hemen kaldırılması ve çok adaylı erken cumhurbaşkanlığı seçimini de içeren sadra şifa bir demokratik reform paketi acilen hayata geçirilerek olayların kontrolden çıkmasının önlenmesi için Esed’e altı saat dil döktü. “Halkın sesine kulak verip Suriye’yi demokratikleştirmeye azmeden güçlü bir devlet başkanı olarak seçimi zaten siz kazanırsınız. İsterseniz seçim mitinglerinize ben de katılırım, başbakanımız Sayın Erdoğan da katılır, biz de sizin için oy isteriz” bile dedi.

Kronolojiye dikkat: Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), 29 Temmuz 2011’de kuruldu. Davutoğlu, 9 Ağustos 2011’de hâlâ barışçıl çözüm için Şam’da Esed’e dil döküyordu.

Davutoğlu ile Esed arasındaki o görüşmeden hemen sonra rejim ordusu Deyrizor ve Lazkiye’de de sivil halka bomba yağdırarak vahşetini ayyuka çıkardı. Bunun üzerine Ankara Esed’den ümidi kesti ve ipler koptu. Ankara artık resmen Esed’ın karşısında, devrim hareketinin yanındaydı. Ne var ki bu ahlaki tavır, o dönemde, Esed’a somut zararı ve devrimcilere somut faydası olmayan, sahadaki gelişmeleri etkilemeyen, daha ziyade retorikten ibaret sembolik bir tavırdı.

ÖSO’yu Ankara kurmadı. Ankara’nın arzusu, inisiyatifi, kontrolü dışında bir gelişmeydi bu. Savaşa Ankara’nın isteğiyle girmeyen ÖSO, savaştan Ankara’nın isteğiyle vazgeçecek de değildi. 2012’nin ilk yarısında Hama ve Humus’ta rejim kuvvetleri ile şiddetli çatışmalara giren ÖSO’nun Ankara tarafından desteklenmesi veya kösteklenmesi de -o dönemdeki fiziki engeller nedeniyle- imkânsızdı. 2012’nin ikinci yarısından itibaren öne çıkan İslam Tugayı, Şam’ın Hürleri (Ahrar-uş-Şam), Tevhid Tugayı gibi silahlı grupları da Ankara kurmadı. Kurmadığı gibi, bunların seyrüseferine uzun müddet ‘Fransız’ kaldı. O dönemde sahadaki devrimci grupların temsilcileriyle bire bir görüşen bir gazeteci olarak biliyorum ki Tevhid Tugayı 31 Temmuz 2012’de Halep’e girerken daha Ankara ile selamlaşmış bile değildi. Yine 2012’de -Halep, İdlib ve Rakka kırsalında fırtına gibi esen- Şam’ın Hürleri’nin Ankara ile irtibat kurma gayretlerinin sonuçsuz kaldığını da bizzat kendileriyle yaptığım görüşmelerden biliyorum. Aynı sene Şam’da rejimin kalbine düzenlediği saldırılarla ismini duyuran İslam Tugayı, Ankara için zaten uzak bir gezegen gibiydi. (Ben şahsen “Esed’in ordusunun dağılma işaretleri verdiği ve IŞİD’in, İran’ın, Rusya’nın henüz sahneye çıkmadığı 2012’nin ikinci yarısında makul ve mutedil devrim ordularına doğru dürüst silah yardımı yapılsaydı, işler içinden çıkılmaz derecede karışmadan ve kan gövdeyi götürmeden devrim gerçekleşebilir ve işler yoluna girebilirdi” diyenlerdenim. Ayrı konu.)

Ocak 2012’de ortaya çıkan Kaide kökenli Nusret Cephesi’ni de Ankara kurmadı; savaşın hüküm sürdüğü her İslam ülkesinde boy gösteren Kaide’nin Suriye’de de boy göstermesi kaçınılmazdı ve bunun Ankara ile zerre kadar alâkası yoktu.

Suriye’de ortalık iyiden iyiye karışınca PKK da durumdan vazife çıkardı ve Temmuz 2012’de YPG kuruldu. Tabii ki Ankara’ya rağmen.

Dikkat buyurun, ısrarla 2011 ve 2012 diyorum; Suriye’de gerginliğe yol açan, gerginliği savaşa dönüştüren, savaşı tırmandıran gelişmeleri hatırlatıyorum ve bu gelişmelerin Ankara’dan bağımsız oluşuna dikkat çekiyorum.

O zamandan beri geçen seneler içinde ne olduysa, o iki senede yaşanan bu gelişmelerin sonucu olarak oldu.

(Suriye meselesi ve Davutoğlu / Karar, 28 Şubat 2019)

EK: “Suriye’yi karıştıran ilk adımlar”la kastedilen şey Türkiye’nin ÖSO’ya somut yardımları ise, hatırlatmak isterim ki bu yardımlar 2012 sonrasının konusudur, Suriye’nin karışmasından çok sonra başlamıştır. Ve bu yardımlar sayesinde Türkiye, terörle mücadele için Suriye’ye girmesi icap ettiğinde orada hazır bir zemin ve müttefikler bulabilmiştir. (Bu arada, Erdoğan’ın, “Emevi Camii’nde namaz” demecini 5 Eylül 2012’de -yani Suriye’de olaylar başladıktan bir buçuk sene sonra- verdiğini de hatırlatmak isterim. O demeç, bazı kronoloji düşmanlarının bizi inandırmaya çalıştığı gibi Suriye’de kargaşanın işaret fişeği filan değildi yani.)