Suçumuzu Kabullenelim ki Tevbe Edebilelim

Mehmet GÖKTAŞ

Adamın birisi hırsızlık yaparken suçüstü yakalanır, hemen mahkemeye çıkartılır. Hâkim dosyayı inceler, ertelemeyi gerektirecek hiçbir eksik nokta görmediği için karara bağlamak ister. Sanığa karşı suçunu ve ilgili ceza maddelerini okur, hükmünü vermeden önce de sorar:

‘Son olarak söyleyecek bir şeyin var mı?’ Sanık:

‘Efendim, bir avukat tutmak istiyorum’ der.

Hâkim ‘Tamam, avukat tutmak hakkındır oğlum, fakat avukat bu durumda ne diyecek ki, işte her şey apaçık ortada?’

Sanık: ‘Vallahi ben de onu merak ediyorum, ne diyecek diye’ der.

Ciddi bir konuya basit bir fıkra ile girmek uygun değil ama mesele biraz daha iyi anlaşılır diye düşündüm.

Hiç dikkat ettiniz mi? Peygamberlerin en önemli özelliklerinden birisi de, Allah Teala karşısında, sözü hiç uzatmadan, kendilerini hiç savunmadan suçlarını itiraf etmeleri, O’ndan af ve bağışlanma dilemeleridir.

Eğer bu günkü mantıkla olayı ele alsalardı, yasak meyveden yedikleri için suçlu duruma düşen Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Rablerine karşı söyleyecekleri epeyce sözleri olabilirdi.

‘Ey Rabbimiz, bu konuda bizim suçumuz yok sayılır, bize şeytan vesvese verdi, bize yemin etti, biz yalan yere yemin edileceğini hiç bilmiyorduk, hem bunu sana isyan olsun diye yapmadık, cennette ebedi kalmak için yaptık… vs’ sözü uzattıkça uzatarak bir savunma yapabilirlerdi. Fakat hiç uzatmadılar: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamazsan, bize merhamet buyurmazsan, hüsrana uğrayanlardan oluruz!’ (A’raf: 23) diyerek derhal suçlarını kabullendiler.

Bu fazileti Hz. Musa Aleyhisselam’da da görüyoruz. Bilindiği üzere Firavunun sarayında yaşadığı gençlik döneminde, şehirde Firavunun kavminden bir kişiyi öldürüyor. Günümüz mantığıyla yaklaşıldığında Musa Aleyhisselam’ın da Rabbine karşı getirebileceği epeyce bir mazereti ve savunması olabilirdi.

‘Ey Rabbim, öldürdüğüm kişi zalim Firavunun kavmindendi, benim kavmimden, yani mustazaflardan birisiyle kavga ediyordu, onu savunmak düşerdi bana, hepsinden de önemlisi, benim niyetim kesinlikle öldürmek değildi, bir yumruk vurdum ve öldü…’

O böyle bir savunma yapmadı, kendisine yakışanı yaptı ve: ‘Ey Rabbim, ben kendime zulmettim, beni mağfiret buyur…’ (Kasas: 16) diyerek faziletini ortaya koydu.

Yunus Aleyisselam da aynı. Görev yerini izinsiz terk ettiği, izinsiz hicret ettiği için başına gelenlerden dolayı onun da Rabbine karşı getirebileceği mazeretleri olsa gerek. Konuyu günümüz avukatlarından birine verecek olsak, Yunus Aleyhisselam’ın suçunu hafifletme mahiyetinde neler neler söylemezlerdi ki. Her şeyden önce, kendisine inanmayan, direnen, inatlaşan bir toplum var. Fakat o kendisine yakışanı yaptı ve Rabbinin karşısında sözü hiç mi hiç uzatmadı, ‘ben zalimlerden oldum’ diye kesip bağladı ve karanlıklardan şöyle nida etti: “Senden başka ilah yoktur, Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim, ben zalimlerdendim!’ (Enbiya: 87)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin dualarına bir de bu gözle bakın, ‘Suçumu itiraf ediyorum, günahlarımı itiraf ediyorum…’ sözlerine çokça rastlarsınız.

Şimdi bu açıdan kendimize bakalım. Allah Teâlâ’ya böylesi bir kararlılıkla tevbe etmeyişimizin kökeninde, acaba biraz da kendimizi suçsuz görme hastalığımız mı var? İşlediğimiz günahlarda başkalarının da katkısı olduğundan dolayı suçu tam olarak üstlenmeme düşüncesi mi var?

Rabbimize karşı işlediğimiz günahlarda velev ki başkalarının katkısı ve ortaklığı olsa bile. Başta Şeytan olmak üzere, kötü çevrenin, kötü arkadaşın, rejimin payları olmuş olsa bile, bize düşen, bu günahın yüzde yüz bize ait olduğunu kabullenmek ve bu anlayışla Rabbimize yönelmek, suçumuzu itiraf etmek, O’nun affını ve mağfiretini dilemektir.