Şota Rustaveli'den

Merve Kavakçı

Bugün sizi çok uzaklara ve fakat çok yakınlara götüreceğim. Hafta sonu katıldığım bir akademik konferanstan pencereler açmaya çalışacağım. Bu sefer sadece bir gözlemci olacağım. Evlad kontenjanından takip ettiğim 3 günlük çalışmalar dizisini sizlerle paylaşacağım. Dünyanın hem ne kadar büyük, hem ne kadar küçük, hem ne kadar aynı, hem de ne kadar farklı oluşuna şahitliğime ortak edeceğim. Düzce Üniversitesinin düzenlediği bir 850. Yıl Uluslararası Sempozyumda Gürcü şair Şota Rustaveli’nin Kaplan Postlu Şövalye adlı şaheseri üzerinden hayat, ölüm, iman, sanat, siyaset, sevgi, dostluk, savaş, göç ve hicret ve daha niceleri konuşuldu. Yani insana dair ne varsa, hepsine kimi zaman bilimsel kimi zaman sanatsal, kimi zaman geleneksel ama mutlaka bir miktar dokunuldu. Gördük ki aslında hepsi de iç içe. Bilimsel olan, bilimsel addedilmeyenden ayrılmaz, izafi olan olmayanda, sanat, siyasetten, siyaset, coğrafi düzenden veya iklimden, insan duygularından, nefs, bedenden ve hiçbiri inandığı bir Yüce Varlık’tan Allah’tan ayrılamaz. Üç gün boyunca bir zamana ışınlandık ama orada kendimizi bulduk. Kendimizden bir şeyler bulduk. Kendimizin ötesini bulduk. Yetmişi aşkın yabancı ve yerli konukla beraberiz.

Rustaveli gönül gönüle verelim, dostluk yolumuz ve köprümüz olsun diyor. Önce iki tanıştırma. Doç. Dr. Nanuli Kaçarava, arkadaşlarının deyişiyle Nana hanım, üniversitenin Gürcü dili ve edebiyatı uzmanı. “Merve hanım ben sizi tanıyorum” diyerek giriyor lafa. Bilkent Üniversitesinin kuruluşu ile geliştirilen rejisörlük ve yapımcılık eğitimi için Türkiye’ye geldiğinde Meclisten çıkartılan başörtülü milletvekili için “bakın o da sizin oralardan Gürcü” dendiği günlerden tanışıyoruz belli ki Nana hanımla.

Diğeri Prof. Dr. Nigar Demircan Çakar, Türkiye’nin gururu bir genç rektör. Ülkemizde ilim yuvaları gerçek anlamda bilgi üreten yerler haline gelmeye başlamış, bu topraklarda ne iyi şeyler oluyor diye başlayan cümlenin arkasındaki saik bu vizyoner kadın rektör. Yıllar içinde ışınlanıyor ve 1974’e gidiyoruz, İstanbul’un Çarşamba semtindeki İmam Hatip Mektebinin koridorlarında bıcır bıcır dolaşan küçük bir çocuk var orada. Adı Merve. Bir ülkenin tarihinde çok da uzun kabul edilmeyecek bir sürede, on-onbeş sene içinde bu ülkenin lider kadrolarını yetiştirecek olan bir okulun sınıfları arasında. Nigar hanım henüz dünyaya teşrif etmemiş, ama Merve ablasını çok yakında tanıyacak. O İmam Hatip bir İslam ailesi. Orası ilim yuvası, irfan ocağı. Orası bir müddet içinde pıtır pıtır yeşerecek tohumların atılış mekânı. Orası aile ötesi. Orası vatan... Yıllar geçse de iki küçük kız dünya gözüyle karşılaşmasa da birinin annesinin diğerinin babasının öğretmen olduğu o okulun hikâyesinde yine buluştular. Sanki söze ta 74’de başlamış gibi devamını getirdiler. Rustaveli’nin manzum hikâyesinde buluştular. Bu sefer, biri anne diğeri baba tarafından Gürcistan’daki yerlerinden İslam için göç etmiş iki aile silsilesinde buluşuyorlar.

Ben sadece seyirciyim, dinliyor, anlamıyor ama anlıyorum. Duyuyor ve hissediyorum. Anlamaktan öte bir şey yaşıyorum. Ne kadar uzak, ne kadar farklı ve o kadar aynı olduğumuzu fark ediyorum. Şota Rustaveli’nin Kaplan Postlu Şövalye’sinde Hindistan’ı Arabistan’ı okuyorum. Dönemin Gürcistanı’nı tanıyorum. Sanki onikinci yüzyılda değil, yirmibirinci yüzyılda kaleme alınmışçasına insanı görüyorum.

Sonra… Sonra etrafıma bakıyorum. Hepimizin bir hikâyesi var. Ne kadar aynı, ne kadar benzer….

Devam edeceğiz inşaallah.

yeniakit