Savaş Tezkeresi ve Kaybedeceğimiz Savaşın Vebali

Nureddin Şirin

Geçen yazımızda Türkiye’nin ABD önderlikli koalisyona katılmasının Türkiye açısından hem bir bela hem bir vebal getireceğini belirtmiş, “savaş tezkeresi”ni çıkarmanın “post modern bir işgal”in suçlarına ortak olmayı beraberine getireceğini vurgulamıştık.

Türkiye 1 Mart Tezkeresi ile Amerikan işgaline ortak olmaktan kaçınırken, 1 Ekim Tezkeresi ile de ne yazık ki “Post Modern işgal”in parçası haline geliyor.

Türkiye’nin kendi jeo-politiği itibarıyla, bölgesel iç savaş ve krizlerden özelde de Suriye ve Irak’taki gelişmelerden güvenlik noktasında doğrudan ya da dolaylı olumsuz etkilenen bir ülke olması itibarıyla, ulusal güvenliği ve çıkarları açısından politik, askeri, diplomatik adımlar atmasından daha doğal bir şey olamaz.

Ancak Türkiye bu adımlarını çıkardığı “savaş tezkeresi”yle içine girdiği Amerika'nın şer koalisyonu ile birlikte değil, bilakis onların kirli savaş ve ittifakları karşısında durarak attığı zaman bir anlam ifade eder; Türkiye bölgesel sorunların ve krizlerin arkasındaki Amerika ve Batı’nın belirleyici rolünü görmüyorsa, her şeyden önce temel bir stratejik yanılgı içinde demektir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yer yer Amerika, Batı, BM hakkında yaptığı anlamlı eleştiriler, bu şeytani güçler ve emperyalist yapıların İslam dünyasındaki fesat ve yıkımlarını bilmiş olmasındandır. “Bir taraftan Amerika ve Batı’nın İslam dünyasındaki saldırgan rolünü sorgulamak, diğer yandan da aynı güçlerle bir ittifaka girip askeri denklemlerin içinde yer almak” en hafif ifadeyle “stratejik yanılgı” değil de nedir acaba?

Sayın Erdoğan Belediye Başkanı iken, okuduğu bir şiirden dolayı hakkında verilen hapis cezasının onanmasının ardından belediye önünde binlerce kişiye hitaben bir konuşma yapmıştı. Konuşmasını bitirince kendisini bekleyen bir “yabancı konuk” ile görüştü; bu konuk, Amerika’nın İstanbul başkonsolosu idi. ABD Başkonsolosu Erdoğan’ı böyle bir zamanda ziyaret ederek, büyük zulüm ve mağduriyete maruz kalan Erdoğan’a zehinde Amerika’nın dostluk mesajını iletiyordu.

Biz de o sırada hapishaneden yazdığımız “Katil ABD, Maktül Erdoğan” başlıklı köşe yazısında, büyük şeytan Amerika’nın Türkiye’deki meşum 28 Şubat sürecinin bir numaralı aktörü olduğunu, Refah-Yol hükümeti ve özelde de Sayın Erdoğan’ın karşılaştığı haince ve kalleşçe saldırıların arkasında Amerika’nın olduğunu, Amerika’nın hem kan kusturup hem de çanak tuttuğunu belirtmiştik.

Eğer bugün bölgede Türkiye’nin ulusal güvenliği ve çıkarlarını tehdit eden gelişmelerden dolayı hesap sorulması gereken bir taraf varsa öncelikle bu ABD ve Batılı müttefiklerinin bizzat kendileridir; bölgedeki istikrarsızlığın da, büyük yıkım ve ölümlere yol açan iç savaş ve kaosların planlayıcıları ve uygulayıcıları da bizzat onlardır. Dolayısıyla, Türkiye gerçekte ABD-İngiltere-İsrail şer üçgeninin bir kuşatması ve komplosu ile karşı karşıyadır.

Sayın Erdoğan, siyonist rejime yönelik tepki verirken, bu katil ve işgalci rejimi “devlet terörü” uygulamakla, masum ve savunmasız insanları, kadınları ve çocukları katletmekle, Nazileri geride bırakan soykırımlar gerçekleştirmekle suçlarken, nasıl yalın gerçeklere dikkat çekiyorsa, bugün ABD önderlikli şer koalisyonu da siyonist rejimin yaptıklarını yapan bir işgal, katliam ve soykırım çetesidir.

Şimdi nasıl olur da, Türkiye bu işgal, katliam ve soykırım çetesi ile ortak askeri denklemler içine girebilir? Nasıl olur da, maktüller katiller safında durabilir? Nasıl olur da, meşruiyeti sürekli sorgulanan bir güç, meşru bir savaşın tarafı olarak görülebilir ve meşrulaştırılabilir?

Eğer Türkiye IŞİD’e karşı bir irade koyacak ve gerektiğinde askeri önlemlere başvuracaksa, bu, Amerika’nın gölgesi ve inisiyatifi altında olacak bir şey değildir; zira akl-i selim, bir “şer ekseni”nden hiçbir zaman hayır gelmeyeceğini, bu şer ekseninin kendi “emperyalist çıkarlar”ını gözetmenin dışında hiçbir şey düşünmediğini, bu bağlamda Türkiye’nin esenliğine yönelik hiçbir ajandalarının da olmadığını kabul ve teslim eder.

İslam dünyasında, Müslümanların bölgesinde ortaya çıkan sorunlar, çatışmalar, krizler yalnızca Müslüman ülke ve toplumların kendi aralarında geliştirecekleri ilişki, dayanışma, istişare ve koordinasyon ile çözüme kavuşturulmalıdır; Müslüman kanına susamış azılı katiller çetesi, haçlı işgal orduları, yağmacı ve soyguncu sömürü odakları ile birlikte bir çözüm arayışına girmek, bir İslam ülkesine ve bir Müslüman yöneticiye yakışmaz ve onun onuru, bağımsızlığı ve özgür iradesi ile hiçbir zaman bağdaşmaz.

Bölgesel krizler kendini dayatınca biz hep kendimizi uluslararası güçlerin şemsiyesi altında buluyoruz; aslında bu şemsiyeyi tutanlar, bıçağı saplayanlardır; yarayı kanatanlardır, Müslüman kanının oluk oluk akması için zemini hazırlayanlardır.

Biz Türkiye’den, hükümetten ve cumhurbaşkanımızdan, Amerikan tuzağına karşı “oyun bozan bir tavır” bekliyoruz. Belki de Türkiye bu koalisyona girmeyi kendisine dayatılmış kaçınılmaz bir seçenek olarak gördü ve aksi durumda ağır bedeller ödeme riskini düşünerek böyle bir karar aldı. Ya da defacto olarak önüne çıkan/çıkartılan bu koalisyon ile kendi ulusal güvenliği ve çıkarları açısından bir takım stratejik fırsatlar gördü.

Her iki seçenek bir kumardır. Vaktiyle Merhum Cumhurbaşkanı Özal da Körfez savaşı sırasında “bir koyup üç almak” şeklinde bir niyet göstererek, ABD’nin yanında durmuştu ama, bu “politik kumar”dan kaybeden taraf olarak çıktı.

Emperyalizmin doğasını ve Batı’nın bölgemizdeki hesap ve planlarını bilen biri, bu masadan Türkiye’nin kazanan taraf olarak çık/a/mayacağını rahatlıkla öngörür.

Türkiye bu masadan kaybeden taraf olarak kalktığında, sadece yanlış bir kararın ahıyla değil, belki hiç de telafi edemeyeceğimiz bir vebalin sorumlusu olarak da çıkmış olacaktır. İslam dünyasına ve bölgemize karşı içine düşeceğimiz durum bizi silinmez bir leke ile karşı karşıya bıraktığında, kendimizi bir takım stratejik gerekçelerle de savunamaz ve avutamayız.

Bu haçlı emperyalist çetenin gölgesinde kendimize stratejik bir menfaat arıyorsak eğer, daha sonra ne kazanacağımızı düşünmek yerine, daha baştan neyi kaybettiğimizi düşünüp alınan kararı tartışmalı ve sorgulamalıyız.

Son söz; özgür, bağımsız ve Müslüman bir Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği Amerika’nın kirli savaşlarına katılmaktan değil, bilakis bu savaşların dışında ve karşısında durmaktan geçer. Biz haçlı emperyalist Amerika'nın bölgeden tamamen atılmasını isterken, Amerika'yı bölgeye iyice yerleştirecek bir tezgahın parçası haline düşersek, düştüğümüz yer sadece derin bir çukur değil, çıkılmaz bir bataklık olacaktır.

velfecr