Satranç

Ahmet Taşgetiren

İş söylem gücüyle halledilebiliyor olsa sorun yok, o konuda bir hayli etkileyiciyiz. İş haklı olanın hakkını alabildiği bir dünyada gerçekleşiyor olsa, yine sonunda “Hak yerini bulur” demek mümkün. Ama ülkeler söz konusu olduğunda “çıkar önceliği” var, “Haklılık” alanını ülke çıkarları belirliyor ve nihayetinde “Gücü gücü yetene” kuralı işliyor. Güç ise, hem askeri – ekonomik varlığınızdan kaynaklanıyor hem de başkalarıyla ilişkiyi kendi konumunuzu tahkim edebilecek şekilde kurgulayabilmekten. Bunun en bilinen formülü, “Dostları artırmak, düşmanları azaltmak.” Son zamanlarda “biraz sıkıştık” tespiti, herhalde herkesin ortak kanaati. Bunu, en çok ülkeyi yönetenlerin ruhunda hissettiğini tahmin edebiliriz. Ne de olsa bizler, dışardan bakarak olan biteni okumaya çalışıyoruz. “Son zamanlarda…” ifadesi, aslında dış politika söz konusu olduğunda “son zamanlar”dan ibaret değildir. Başlığa “Satranç” ifadesini boşuna koymadım. Karşılıklı hamleler örgüsünde bir de bakıyorsunuz “sıkışmışsınız.” Ne oldu? Gelinecek noktayı önceden öngörüp, karşı hamle yapamadınız. Öyle mi oldu, tabii ki tartışılabilir. Başka türlü olabilir miydi, böyle bir sıkışıklığa mahkum mu idik, bu sıkışıklık içinden çıkmak için imkanlarımız var mı, bunların hepsi konuşulabilir. Acaba Amerika’nın şu anda İran’a karşı yürüttüğü kuşatma harekatı, kaç hamleden sonra bugünkü noktaya geldi, kaç hamle sonra Türkiye için de bir tehdit niteliğine dönüşecektir? Mısır’da darbe yapılmış, Suriye’de Amerika’nın tavrı değişmiş, Amerika’da Trump iktidara gelmiş, Suud ve Körfez ülkeleriyle sırlı bir ilişki başlamış, peşinden Suud – İsrail – BAE – Mısır denklemi kurulmuş, Suriye’de Türkiye Rusya ile iş tutmaya yönelmiş, bu süreçte AB ile ilişkiler sarsılmış… Bir yandan Türkiye’de çözüm süreci akamete uğramış, diğer yandan Suriye’de “Kürt kartı” Türkiye’ye de ihraç edilecek bir model halinde devreye sokulmuş, Suriye’de Türkiye ile birlikte çalışan muhalif güçler Rejim – Rusya cephesinde “terörist” muamelesi görmeye başlanmış ve Türkiye 3 milyon Suriyeli mültecinin yükünü çekmeye mahkum edilmiş… Kaç yılı buldu bu süreç? 7-8 yılı. “Orta Doğu’da hiçbir gelişme Türkiye’nin iradesi olmadan gerçekleşmez” özgüveninden “Sıkıştık” noktasına gelişin süresi bu. İran’a yönelik harekat, çok açık ki bir bölge tanzimidir. Operasyonun arkasında kim varsa (Amerika, İsrail ve bunlarla koalisyonu kendileri için kurtuluş simidi gören Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’nin iktidarları) benim kanaatim, onların aynı zamanda Türkiye’yi tanzim gibi bir niyetleri olduğu gerçeğidir. Elbette güçleri yeterse… ama süreçler “güçlerin yeter hale gelmesi”nin örgüsünü hazırlama süreci olmuştur. Amerika’lı koalisyonun alt birimlerinin kimleri içine aldığı belli. Biz, bunu Rusya ile dengelemeye çalışıyoruz, birlikte iş tuttuğumuz alan Suriye, ama Suriye’de Rusya’nın tam da bizimle aynı yöne gitmediği görülüyor. Farklılaşma alanlarında hiç tereddütsüz farklılaşıyor. Biz mi ona mahkumuz o mu bize, ya da nereye kadar Rusya, diğer ilişkileri dengeler, içimiz rahat değil. Yalnızlık iyi değil. “Değerli” gibi bir teselli alanı olsa da, “Kader tayini” söz konusu olduğunda, iş gelip “Güç”e dayanıyor. O da ilişkilerin niteliği ile alakalı. İsrail güçlü mü? Nasıl güçlü? Kendi çıkarı için kullanabildiği enstrümanlarla güçlü. Bu enstrümanların içinde devletler var, sahip olduğu bütün imkanlarla siyonist diaspora var. Amerika da sadece kendi gücünü kullanmıyor, bakın işte, Mısır’ı, Suudi Arabistan’ı, BAE’yi kullanıyor, yani normalde bizim hinterlandımız olan İslam ülkelerini… (İran karşıtlığından belki biraz da Türkiye’ye karşı rezervlerinden dolayı.) Amerika, Rusya ile paslaşıyor yarınlardaki müşterek rakiplerini (düşmanları mı demeliydim) devreden düşürmek için… Bunlar henüz savaş olmadan gerçekleşenler… Diplomasi… Silahsız savaş alanı. “Dünya Beş’ten büyük” mü? Elbette büyük ama bu potansiyel bir büyüklük, onu kinetik hale getirebiliyor musunuz, yoksa “Beş” birbiri ile savaş halinde gibi görünürken, bir de bakmışsınız si alanı dar etmiş mi? Oynamaktan maksat ütmektir. Bu en çok dış politikada böyledir. Vahşi bir ormanda survivor (hayatta kalma mücadelesi) yapıyoruz. Bu boyutta bir “Beka sorunu”muz var mı, var. Ama bu sorunun iç politikada gerektirdiği dil, birbirini ifna niteliği taşıyan bir kamplaşma değil… En tehlikelisi de içerde yalnızlaşmaktır çünkü.