Paşalar-maşalar ve zorbalar; ya da, "Kuvvetli Silahlar Partisi...

Selâhaddin Çakırgil

Paşalar-maşalar ve zorbalar; ya da, "Kuvvetli Silahlar Partisi"nin sürekli iktidarı..

Yazının başlığı bir Urfa türküsünü tedaî ettirebilir, çağrıştırabilir.. Ama, tablo aynen öyle.. O Urfa türküsü, ülkenin bir bölümünden değil, tamamının ahvalinden haber veriyor.. Böyle olunca da, o türküyü küçük bir değişiklikle şöyle de tekrarlıyabiliriz:

"Ülkeye  paşa geldi, elinde maşa geldi.."

Bu halk türküsündeki mâna, aslında ülkemiz tarihinin sadece son asrının değil; son asırlarının da kara talihini de yansıtmaktadır..

Hele de, Yeniçeriliğin dünyanın en güçlü ve eğitimli -disiplinli ordusundan, bir başıbozuk zorbalık odağı haline geldiği ve 1620 ila 1875 arasındaki 250 yıl içinde 5 Padişah"ın katledildiği ve bir çoğunun da tahttan indirilmesine vesile olduğu zorbalık günlerinin izdüşümüdür bu türkü.. Çünkü, ordu kurumu, bizim tarihimizde, son yüzyıllarda,  iktidar oyununun en haksız ve ama en etkili unsuru haline gelmiştir..

En haksız.. Çünkü, burada, iktidar oyununa katılanların,  kendi güçleriyle değil de; milletin, vatanı ve milleti savunması için kendilerine emanet edilen vazife, makam ve silahları, iktidarı ele geçirmek için millete karşı kullanmaları, emanete hıyanet etmeleri sözkonudur..

Bir diğer deyimle, tarihimizin en sürekli partilerinden birisi durumundadır, bu kurum.. Ve bu durumu anlatmak için, bu kurumun fiilî halini, Silahlı Kuvvetler ya da Kuvvetli Silahlar Partisi olarak isimlendirmek hiç de yanlış olmaz..

Maksadı daha iyi anlatacağı için, "Kuvvetli Silahlar Partisi" deyimi tercih edilebilir..   

Bizdeki ordu figürü kadar güçlü ve korkutucu, ürkütücü  bir algılama, Pakistan"da da vardır..

İki ülke arasında bu açıdan çok büyük benzerlikler vardır..

Ama, oradaki güç de epeyce kırıldı.. Artık, her dediklerini yapamıyor/ yaptıramıyorlar..

Önceleri ülkenin bölünmesi ve Hindistan saldırısı korkusu daima zinde tutulurdu zihinlerde ve kitleler de, bu iki ciddî tehlike yüzünden, istemiye-istemiye ve yutkunarak da olsa bu kurumun oldu-bittilerini, baskılarını kabullenirdi.. Ama, o korkuları kendisine dayanak yapan ordu, ülkenin 1971"de bölünmesini (coğrafî olarak zâten ayrı olan Doğu Pakistan"ın Bangladeş adında ayrı bir ülke halinde ortaya çıkmasını) -kanlı bir iç savaşa rağmen- önleyemedi.. Ve Hindistan"ın düşmanlığı ve saldırması tehlikesi de, zâten daima var.. Yani, bu korku kaynakları boş da değildi..

Ama, bu düşman tehlikesini kendisinin zorbalıklarına gözyumulması için bir bahane olarak kullanan ordu kurumu, devamlı askerî darbeler ve siyaseti yönlendirici toplum mühendisliği çabaları içinde harcadı, bütün enerjisini..

Nihayet, 1956"da Mareşal M. Eyyub Khan"ın darbesiyle başlayan ve Mareşal M. Yahya Khan ve daha sonra da General M. Ziya"ul Haqq"ın askerî darbe geleneğiyle devam eden askerî vesayet, 1999 yılında, General Perwiz Müşerref"in, halkın büyük desteğiyle iktidara gelen Başbakan M. Newaz Şerif"i devirdiği ve 9 yıl süren diktatörlüğüyle sürdü..

Muşerref de,  geçen sene kenara çekilmek zorunda kaldı..

Ama, ordu, hâlâ dayatmalarını sürdürüyordu..

Ve, General Muşerref"in azlettiği Başyargıç İftihkar Chaudury"nin  makamına iade edilmesine, -Muşerref"in diktacı tavrını sürdürmek isteyen komutanların baskısıyla,- yeni C. Başkanı Âsıf Ali Zerdarî de karşı çıkınca, geçtiğimiz hafta, hukukçular ülke çapında bir yürüyüş yaptılar ve muhalefet lideri Muhammed Newaz Şerif de onlara destek verince..

Önce, Şerif evinde "gözhapsi"ne alındı. Ama, bu durum, kitleleri sokağa daha bir kızgın şekilde dökülmeye yöneltti ve gösteriler daha bir yaygınlaşma eğilimi gösterip, gerilim iyice tırmanınca..

Zerdarî, Başyargıç Chaudury"yi makamına iade etmek zorunda kaldı.. Ordu da, bir daha geri oturdu.. 1,5 yıl öncelerde yapılan bir  tasarrufdan geri atıldı..

Demek oluyor ki, bir halk kendi hakkına, -haklılığına gölge düşürmeyecek şekilde- sahib çıkarsa.. Bir çok zorbaca direnç odakları kırılabiliyor..

Bu gibi bir halk tepkisi, ülkemize de tatbik edilseydi, mesela Adnan Menderes ve 2 Bakanı (Fatin Rüşdü Zorlu ve Hasan Polatkan) idâm edilebilir miydi? (Ki, idâmlar üzerine bir halk tepkisi olması halinde, o zamanki ihtilalci subayların yurt dışına kaçmak için uçaklarının hazır bekletildiği, bizzat ihtilalcilerin hatıralarında bile yazılmıştır..)

*

Bizdeki generaller daha mı akıllı, sanki?

Günler ve haftalardır değil, aylardır; ülke kamuoyu, Ergenekon ismi verilen yeni bir "militarist mafilaşma"nın haberleri ile çalkalanıyor.. Ama, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde sıradan bir kişinin, bir kadın gazeteciye bir yumruk atıp yere düşürmesi, medyada günlerdir zorbalık olarak herkesin beyinlere çakılmaya çalışılmışken..  Şimdi,  bu ülkede yıllarca ve en üst rütbelerde komutanlık yaptıkları bilinen kişilerin, bütün bir halkı ve ülkeyi yere serebilecek çaptaki zorbalık projelerine dair acaib ilişkiler, resmî iddianamelerden öteye, bizzat kendi ses kayıtlarıyla da ortaya çıktığı halde...

Başta medya olmak üzere, nice çevrelerin konuyu önemsizleştirmeye, sıradanlaştırmaya veya sulandırmaya yönelik çabaları ürkütücüdür..

Bu yargılamalardan neler çıkar veya çıkmaz, bunu zaman gösterir.. Ama, 29 Mart"ta yapılacak olan mahallî seçimlerin sonucunun bu yargılamaları derinden etkileyeceği asla unutulmamalıdır.. Çünkü bu seçimlerin sonunda, mevcud iktidar, halk desteğini -dünya çapındaki global ekonomik krizin etkisiyle de- yitirmiş gibi bir konuma düşerse, o zaman asıl kimlerin bayram yapacağı,  bu sorgulama ve yargılama mekanizmasının nasıl tersyüz edilmeye çalışılacağı o zaman görülür..

Şimdi, "kendilerini, CHP" iktidara gelmesin diye AK Parti"ye oyvermek  zorunda hissedenlerin ne kadar sefil bir mantıkla hareket ettiklerini" söyleyip, kendi çekirdeklerini korumak adına, her yolu mübah zannedenler o zaman bu bozuk düzenin içinde de olsa, ortaya çıkacak yeni bir kapışmadan nasıl bir fayda sağlıyacaklardır; meraka değer, doğrusu.. Çünkü, bu sorgulamalar-yargılamalar yapılabiliyorsa, bu durum, bir çok iç veya dış etkenlerden de öte, Tayyîb Erdoğan"ın, "dikleşmiyeceğiz, ama, dik duracağız.." şeklinde dile getirdiği  ölçüye geniş çapta riayet eden bir tavır sergilemesinden kaynaklanıyor, denilebilir.. Onun gibi bir dik duruşu, TC siyasî hayatında biraz da T. Özal sergilemişti.. Diğerleri,  tehlikeyi görür görmez, ringe havlu atmışlardı.. (M. Kemal"le bozuştuktan sonra, İsmet İnönü"nün canını kurtarmak için, ona, "Yüce Şefim"  gibi ifadelerle ve af dilercesine kaleme aldığı mektubundaki yalvarıp yakarma cümleleri, okuyan herkesi hayrete düşürtecek derecededir.. Menderes ise, idâm edileceğinin korkusu içinde sinmiş, bitmişti...)

Diğerleri ise.. 12 Mart 1971"de askerlerce yayınlanan bir muhtıra üzerine hemen Başbakanlığı terkedip evine giden Demirel, ya da, "12 Eylûl 1980 Darbesi size de karşı olduğu halde, niçin karşı çıkmadınız?"  sorusuna, "Evin her tarafından tanklarla kuşatılmışsınız, ne yapabilirsiniz.." diye mazeret gösteren Ecevit çizgisindedir..

Ki, emrinde olduğu ve olması gereken Başbakan"a, "Ayrıl dedik,  ayrıldı.." şeklindeki Org. Karadayı beyanı başkalarını da ötekilerle aynı çizgide birleştirmektedir.. Ki, ortak mazeret, müdahalenin kansız geçmesini sağlamak şeklinde ortaya konuluyor.. Halbuki, bu mazeretin, daha nice darbecileri de cesaretlendirdiği görülmüştür.. Halbuki, bütün ihtilalcilerin korkusunun, "Ya, halkla karşı karşıya gelirsek, halk orduyla karşı karşıya gelirse, ne yaparız" olduğu da, geçmişteki örnekleriyle ortadadır.. (M. Kemal"in halkla birlikte olduğunu göstermek için yayınlanan fotoğraflarda, girdiği denizde, etrafında kimseciklerin bulunmadığını hatırlayalım..)

*

"Ergenekon Soruşturması"nın, ilk günlerdeki sansasyonel havadan kurtarılıp, tabiî bir yargılama sürecine girmesi, ortaya yeni ve dehşet verici şekilde çıkan yığınla söz ve tavırların serinkanlılık içinde değerlendirilmesine de zemin hazırlayabilir..

Ama, esef verici olan şudur ki, bu ülkede Genelkurmaş Başkanlığı bile yapmış bir (em.) Org. İ. H. Karadayı"nın veya Jan. Gen. Komunatlığı yapmış bir Org. Şener Eruygur"un, Dz. K. Komutanlığı yapmış bir Oramiral Özden Örnek"in, I. Ordu Komutanlığı yapmış bir Hurşit Tolon"un ve diğer anlı-şanlı generallerin ve öteki subayların;  yani milletin hayatını, namusunu ve ülkesini korumaları için millet tarafından ellerine emanet edilmiş olan silahları korku unsuru gibi gösterenlerin, içine girdikleri iddia olunan karanlık ilişkiler üzerine, yiğitçe, erce ortaya çıkıp, "Evet, bu söz ve tavırlar bize aiddir ve biz bunları ülkeyi kurtarmak adına yapmak zoruuunda hissediyoruz, kendimizi.." diyememeleridir..

 

Kocaman kocaman em. generaller söz ve eylemlerini erce sahiblenemiyorlar!

 

Ortaya çıkan öyle deliller var ki, bunların -kanunî şekil açısından kesinliği isbatlanamasa bile-doğru olduğuna kamuoyunda büyük çapta inanılıyor.. Çünkü, yakın geçmişte olup biten nice hadiselerle ve söz ve tavırlarla bu iddialar arasındaki ilişki düşünüldüğünde, pek çok şeyin birbiriyle örtüştüğü ortaya çıkıveriyor.. Esasen, ordu kurumu içindeki bu yapılanmalarla ilgili olarak ortaya atılan iddiaların gerçek olmaması halinde, orduya yabancı kişilerin o kadar derinden bilgi sahibi olmasının kabul edilmesi gerekir ki, o da bir ayrı faciadır.. Herkesin bu konulara bu kadar vukûfiyeti ve bir Balbay örneği oluşturması da düşünülemez ve onun bu bilgileri de, komuta kademesiyle içli-dışlı oluşu sâyesindedir..

Onun "günlük"lerinde dile getirdiği şahsî görüşleri o kadar önemli değil, ama, kocaman kocaman orgenerallerin ağzından aktardığı ve hele, Eruygur"un AK Parti yöneticileri için kullandığını iddia ettiği "Köpekler..." vs. gibi nitelemelere, sözkonusu kişilerden bir yalanlama gelmemesi ilginç değil midir? Keza, Balbay"ın İ. Selçuk"la birlikte gidip görüştüğü eski C. Başkanı A. N. Sezer"e atfen dile getirdiği, "Bunları biçtiğinizde daha gür geliyorlar.."  şeklinde dile getirdiği çaresizlik içinde, ne dolaplar hazırladıklarını göstermiyor mu ve bu yazılanlar yalanlanmadı ya, yalanlansa bile, onların düşünce dünyaları açısından bakıldığında doğrunun taa kendisi gibi değil midir? Ve, üç sene önce Nokta dergisinde yayınlanan ve Dz. K. eski komutanı Özden Örnek"e aid olduğu söylenen ve amma kendisince  kabullenilmeyen ve amma, bizzat kendi komutanlık odasındaki bilgisayardan çıktığı teknik olarak kesinlikle belgelenen "Günlük"lerle neredeyse tıpatıp aynı çizgiyi göstermiyor mu?

Ama, koskocaman bir Karadayı, yaşına -başına bakıp utanmadan, kendisine bu konuları soran gazetecilere, "Yahu böylesine saçmalıklara inanıyor musunuz?" diyebiliyor..

Bu kocaman kocaman em. orgeneraller, em. Org. Şener Eruygur"un eşinin GATA"daki bir askerî tabib ile -eşinin kurtarılması için- yaptığı pazarlık konuşmasının yayınlanması üzerine, "Evet, konuştum.." demesi kadar bile bir erce tavır sergileyememiştir..

Kimileri de, o ses kayıdlarının kanunî yoldan alınıp alınmadığını sorguluyor..

Bu, sorulabilir elbette.. Ama, bu, o ses kayıdlarının onlara aid olmadığını göstermez.. Tersine, o konuşmaların sahiblerine aid olup olmadığı veya taklid edilmiş olabileceği gibi bir kuşku duyulsa bile, mahiyeti ve muhtevası, ordunun mekanizmasını derinden bilen kimselere aid olduğunu göstermektedir.. Ve o açıklanan ses kayıdlarındaki sesin Karadayı"ya aid olduğuna yüzde yüze yakın bir kesinlikle inanıyorum.. Çünkü, tam da onun dünyasını yasıtmaktadır..

Ama, kanunî olup olmadığı tartışmasına gelince..

Unutulmasın ki, bu ülkede Başsavcılık yapan Vural Savaş isimli bir kişi, 1999 başında, Öcalan"ın yakalanmasını oya devşirmek için alınan erken seçimi engellemek isteyen Erbakan"ın Meclis Başkan Vekili Y. Hatiboğlu"na verdiği bir taktik talimâtına dair telefon konuşmasının ses bandını, aynı gün, "meraklı bir vatandaşın dinlemesine takılmış, o da bize getirdi.." diyerek kamuoyuna açıklayabilmişti; haberleşmenin gizliliğini hatırlamadan veya mahkeme kararıyla dinlendiğine dair bir belgeyi göstermeden..

*

Hurşit Tolon"a aid olduğu ileri sürülen ses kaydındaki sesin de ona aid olduğuna kesinlikle inanıyorum.. Zaten, onun da bunları yalanlamak gibi bir iddiası sözkonusu değil.. Sadece avukatı, "sanal âlemde üretilmiş olabilir" diye yalanlamaya çalışıyor.. Halbuki, Tolon"un yıllardır en ateşli konuşmalarını dinleyen herkes, bu sesin, ona aidiyetini tahmin edebilir.. Tolon"a aid olduğu ileri sürülen ses, Gen. Kur. Başkanı"nı eleştirdiği anlaşılan sert konuşmasında, "Yahu, insan teğmenine, yarbayına kelepçe taktırır mı, onlar senin evladın Ahh, ahh, o komutanlık makamında yeniden bir daha otursam, onları yarım saat içinde almazsam şerefsizim.. O Emniyet Müdürü Celaleddin için, açarsın telefonu, "Vali, o Emniyet Müdürü"ne söyle, ayağını keserim, der; tak kapatırsın.. O zaman, sıkar askere öyle davranması ve  Polis, askerin yanından salâvatla geçer, vallaaa.. Biz böyle gördük, böyle yaptık, böyle yetiştik..  Askerliğin bir raconu vardır.. Ahh ahhh... Ama, ordunun başına bir molla"yı getirirsen, işte böyle olur..."  şeklinde yer alan sözler, bir orgeneralden ziyade, zorba bir yeniçeri ağasının, kanun-maanun tanımaz ve "kanun benim.."  diyen bir zorba bozuntusunun, bir külhanbeyinin havasını yansıtmaktadır.. Daha da ilginç olan şu ki,  o koskocaman em. generaller, bu iddiaları yalanlamak gereğini bile duymuyorlar.. Cesaretlerinden mi, zorbalıklarından mı, iktidar hırsının gözlerini bürümüş olmasından mı, resmî  ideoloji tapıcılığına bir din ve inanç sistemine bağlanır gibi bağlanmalarından mı; her ne derseniz deyiniz..

 

"Askerliğin bir raconu vardır, biz böyle yetiştik,  böyle yaptık.." anlayışı hep sürmeli mi?

 

Hele, onların em. Org. Hilmi Özkök"ü bile "molla" diye nitelemeleri gerçekten de, ülke adına bir büyük talihsizlik, ve ordu kurumu adına da bir utanç tablosudur..  Ki, Genelkurmay Başkanlığı döneminde, "Türkiye bir İslam ülkesi değildir..." diyecek kadar tuhaf laflar eden Hilmi Özkök gibi birisinin bile, ordunun üst komuta kademelerinde "molla" diye aşağılanmaya çalışılmasından, bunların din deyince, neyi nasıl anladıkları anlaşılabilir..

Tolon"un bu konuşmalarına paralel olarak, Balbay"ın notlarında da, Eruygur"a atfen, Özkök"ten, "Bize aykırı olsa bile, aramızda ayrılık var olduğunu hissettirmemek için, ölüyü aramıza alır, onu ayakta tutar ve kendimizle birlikte yürütürüz.." gibi laflarla sözedilmesi de ilginçtir..

Evet, bütün bunlar, müthiş, bir yeniçeri zorbalığının günümüzde de sürdürüldüğünün ipuçlarıdır.. Cumh. gazetesinin Ankara temsilcisi Mustafa Balbay"ın bilgisayarından çıkan ve AK Parti"nin iktidara geldiği 2002 Kasımı"ndan bu yana, bu kişinin  kocaman kocaman generallerle yaptığı anlaşılan darbe muhabbetlerinin ve planlamaları üzerinde, bu siyasî kadroya  veya bütünüyle siyasî sisteme duyulan güvensizlik dolayısiyle  kafa yormayı gereksiz sayanlar olabilir elbette.. Ama, o gibi entrika odaklarının siyasî iktidarı ele geçirmeleri halinde, bu gibi ilgisizlikleri sergileyenler de ezilecek ve belki bir 100 yılımız daha heba olup gidecektir..

Nitekim, Balbay"ın bilgisayarından ele geçirilen darbe günlüklerinde, Doğu Aktolga isimli (müteveffa) bir em. orgeneralin halk"a sopa atmak gerektiğinden sözetmesi, "28 Şubat"ta tam yapılamadı, en azından 15 sene kalınmalıdır.." şeklinde görüşler taşıdığının aktarılması da aynı zorbalığın bir yansımasındana başka nedir ki? 28 Şubat"ların 1923"ten beri hep var olduğundan ve bin yıl devam edeceğinden söz edenler de bunlar değil miydi?

Daha da düşündürücü olan, Bülend Arınç"ın, "iyi ki bu gibi komutanların işbaşında olduğu bir sırada Türkiye bir savaşa girmemiş.."  şeklindeki ilginç ve doğru tesbitine, Genelkurmay adına yakışıksız bir cevab veren Gen. Kur. Sözcüsü Gen. Metin Gürak"ın ve adına konuştuğu kurumun, en azından Arınç"a cevab yetiştirmeye çalıştıkları kadar, bu gibi eski generaller adına ortaya çıkan belgeler, bilgiler ve iddialar üzerine de, "Bu gibi emekli askerlerin, ordu kurumuyla hiç bir ilgileri yoktur ve her vatandandaş gibi, kanun karşısında sorumludurlar.." gibi bir açıklama yapmaktan kaçınmaları idi.. Ama, aynı Gen. Kurmay, bu em. orgenerallerin GATA"ya gönderilerek, oradan da, tutuklu kalmaya elverişli olmadıkları gibi acaib raporlarla tahliye olmalarında kanua aykırı bir durum olmadığını savunabiliyordu..

Halbuki, bu ülkede, cezaevlerinde yıllarca en ağır şartlarda tutuklu kalıp can veren ve üstelik bu gibi ağır ithamlarla suçlanmamış nice kimseler de vardır..

Kanunlar karşısında bütün vatandaşların eşit olduğu iddiasının gerçeği ne kadar yansıttığı,  bu  tabloların kıyaslamasından da anlaşılabilir..

Gerçi, Sabih Kanadoğlu ve Hüsameddin Cindoruk gibi ünlü kemalist laiklerin, daha dün, "Ergenekon Yargılaması"nın, yargının elinde eriyip gideceğini" söylemeleri de boş laf görülmemelidir..

Ama, bu konunun bugün ülkede, sorgulanabilir bir noktaya gelmiş olması bile, epeyce bir mesafe alındığını göstermektedir..

Ancak, bunun için, sadece siyasî iktidarı elinde bulunduranlardan bir şeyler beklemek de doğru olmayabilir.. Asıl problem, geniş halk kitlelerinin de sahnede yerlerini almaya daima hazır olmalarıdır.. Ve, bugünkü siyasî iktidarın, beşerî planda, halk gücünden başka bir desteği, gücü yoktur..

Hele, tezgahlanan bir komployla 18 Mayıs 2006 günü gerçekleştirilen "Danıştay Saldırısı"nın mütedeyyin kitleler üzerine nasıl yıkıldığı ve toplumun nasıl yanıltıldığı ve sonra, Cumh. gazetesine atılan bombalarla Ümraniye"de bulunan bombaların seri numalarının aynı oluşundan hareketle başlatılan soruşturmanın Ergenekon ismi verilen bir terör örgütü yapılanmasına ulaşılmasıyla bugünlere ulaşıldığı unutulmamalı ve bütün bu zor merhalelerin bu sistem içinde aşılabilmesi küçümsenmemelidir..

O halde, bu paşa / maşaların ve son asırlar boyunca tepemizden kılıçları hiç eksilmeyen bu "Kuvvetli Silahlar Partisi"nin sürekli iktidarının kırılması için, bir hınç ve duygu desteğiyle olsun, herbirimize bir takım mükellefiyetler düşmekte değil midir?

Bu sualimi, birileri bir partinin desteklenmesi çağrısı zannedebilir.. Mes"ele, daima varolan bir topyekûn hesablaşma sürecinin bir yeni merhalesidir ve bu topyekûn hesablaşma içinde, mücadeleyi, sahnedeki mevcud güç unsurlarıyla sürdürmenin gerekli olup olmadığı da akledilmelidir, herhalde..

haksözhaber