Oy Vermek “HILFU’L-FUDÛL”A DEĞİL, “DÂRU’N-NEDVE”YE destek olmaktır

Ahmed Kalkan

Kendisi Zulüm Olan Düzen ve Onun Ne ile Hükmettiği Belli Olan Hükümeti, Zulmü Kaldırmakla Görevli Bir Kuruma Nasıl Benzetilebilir?
 
Kur'an'da hiçbir delil bulamayan tavizci zihniyetin, Hılfu'l fudûl uygulamasını istismar edip Kur'an'a ters yorumlayarak muhkem âyetlerin karşısına delil gibi çıkarmaya çabaladığına şâhit oluyoruz. Hılfu'l Fudûl'a neyi nasıl benzetirseniz tamam, delil bulmuş oldunuz, o şey İslâmî oldu. İsterse Kur'an'ın onlarca âyetine ters olsun…
Rasulullah’ın “Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim” dediğini Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor. Risalet görevi boyunca buna benzer bir oluşum olmuş mu?
Hayır! İslâm devleti, zaten zulmün her çeşidini, başta en büyük zulüm olan şirki temelden kaldıran ve onunla en güzel şekilde mücadele eden bir sistemdir. Medine’de de, Mekke’de de Peygamberimiz ve Müslümanlar hılfu’l-fudûl benzeri bir kurum oluşturmamışlardır. Nebevî metodda böyle bir uygulama yoktur. İslâmî bir yapıda böyle bir kuruluşa ihtiyaç yoktur, gerek duyulmamıştır. Hılfu’l-fudûl, İslâm’ın ortaya çıkarttığı bir kurum değildir. İslâm’ın Medine dönemindeki toplumu ıslah için kurumu “Câmi” ve ashâb-ı suffenin yetiştiği “Suffe Okulu”; Mekke dönemindeki ıslah kurumu ise “Dâru’l-Erkam”dır. Müslümanların, Nebevî metoda riâyetleri bu kurumlara benzer kurumlarla olacaktır. Peygamberimiz, aynı şartlar olacak olsa, zulmü engelleyecek başka hiçbir kurum, alternatif çözüm olmayacak olsa, yine câhiliye hüküm sürse, İslâmî kurumlardan hiçbiri olmamış olsa, yani tümüyle aynı şartlar olsa, zulmü engellemenin tek yolu, hılfu’l-fudûl olsa, bugün yine aynı şeyi yapardım, diyor. Mekke’de başka türlü zulmün önlenemediği, başka bir çözüm bulunamadığı bir konumda, zulmün önüne geçip mazlumların haklarını vermek amacıyla bir kuruluş şartları her yönüyle olsa yine mazlumun haklarını savunurdum, demiş olur. Kur’an ve Sünnet en küçük çapta referans alınmadan ve Allah’ın indirdiği hükümlerle insanların yönetilmeyip en büyük zulüm olan şirkin egemenliğindeki yönetimin, sırf zulmü engellemek üzere oluşturulan bir kuruluşla (Hılfu’l-fudûl’le) ne benzerliği olabilir? Hangi zulümleri ortadan kaldıracak zulüm düzeninin zulüm meclisi ve onun hükümeti? Kur’an, şirkin en büyük zulüm olduğunu ifade ediyor (Bkz. 31/Lokman, 13). Tümüyle şirk üzerine oturan meclis ve hükümet, şirki nasıl kaldıracak? Hılfu’l fudûl, insanlara teşrî dayatmıyor, küfrün yasalarını kabul etmelerini halktan istemiyordu. Onun tek görevi vardı; o coğrafyada zâlimleri zulümden alıkoymak. Hükümet kurma yetkisini seçimle halktan alan ve İlâhî kanunları hesaba katmadan kendi hevâ ve görüşlerinden çıkardıkları kanunlarla hükmeden iktidarlar, hangi zulmü engellemekte ve hangi zâlimleri nasıl ve ne şekilde cezalandırmaktadır?
Nice İslâmcı geçinen cemaatlerin de desteklemesiyle kabul edilen Anayasa Referandumuyla değiştirilen maddeleriyle ve yeniden oluşturulan haliyle anayasa, başka türlü zulmün önlenemediği bir durumda mazlumların haklarını savunmak için oluşturulmuş veya tümüyle bu görevi yapıyor denilebilir mi? Anayasa maddeleri; laik, demokratik, Batılı, beşerî ideolojiler istikametinde Kur’an’ın gündemleştirdiği şekilde zulüm kabul edilmesi gereken tâğutî ilkelerdir. Bu düzenin hükümetleri de Allah’ın indirdiğiyle hükmetme durumunda değildirler ve en küçük çapta böyle bir vaadi dillendirmezler bile. Kur’an’a göre iki çeşit yönetici tipi vardır. Birincisi, bizden olan (bizim gibi muvahhid ve Kur’an’a teslim olan) “ülü’l-emr”dir (4/59) ki, bu yöneticiye halife, imam, emîru’l-mü’minîn, İslâm Devlet Başkanı da denir. İkincisi ise “tâğut”tur (2/256; 4/60 vb.). Birincisine Kur’an’a ve Sünnete uyduğu müddetçe itaat farz iken, ikincisine itaat (onu onaylamak, reddetmemek), kişinin imanını giderecek bir itikadî problem kabul edilir. İkinci tip yöneticiyi reddetmek, küfredip inkâr etmek, Allah’a iman ve kurtuluş açısından şart kabul edilmiştir (Bkz. 2/Bakara, 256). Kur’an, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlere zâlim, dolayısıyla Allah’ın indirdiğinin dışındaki hükümlere zulüm demektedir (Bkz. 5/Mâide, 45). Yine, şirkin en büyük zulüm olduğunu belirtir (Bkz. 31/Lokman, 13). Zulüm, zulmü nasıl önleyecek? Kendisi zulüm olan bir şey, zulmü kaldırmakla görevli bir kuruma nasıl benzeyebilir?  Kur’an’ı referans almayan anayasa, anayasal düzen ve bu doğrultudaki meclis ve hükümet, Mekke’deki kurumlardan birine benzetilecekse, ancak “Dâru’n-Nedve”ye benzer. Çünkü her ikisi de yönetim tarzı, yönetim ilkeleri ve yönetim yeri ile ilgilidir; hem de her ikisi de câhiliyenin kurumudur; İslâm’ın değil. Bilindiği gibi, Dâru’n-Nedve, İslâm'dan önce Cahiliyye döneminde Mekkeli müşriklerin toplantı, hüküm koyma ve karar alma yeri, yasama meclisidir, câhiliyye düzeninin parlamentosudur.
Parçacı yaklaşım, körlerin fili tanımlaması gibi parçayı bütün sanma gafletidir. İnsanın vücudundan kopmuş bir parmağına “insan” demek, kopuk parmağı insan diye tanımlamak kadar yanlıştır. Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir. Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır. Tek bir olayı ya da bir hadis rivâyetini Kur’an ve Sünnetin genel hükümlerinin zıddı istikamette yorumlamak ya ciddi bir hiyânet veya en azından cehalet ve gaflettir.
Özet olarak tekrar ifade edelim ki; Her şeyden önce bu iki hususun birbirine benzetilmesinde elma ile armudun karşılaştırılması gibi büyük bir yanlışlık var. Biri sadece zulmü engelleme için kurulmuş bir kuruluş, diğeri ise bir yönetimin ilkeleridir, hatta inanç ve yaşama tarzıdır. Demokrasi, eğer ilk câhiliye dönemindeki kurumlardan birine benzetilecekse, bu hılfu’l fudûl değil; Dâru’n-Nedve olmalıdır.
Hılfu’l Fudûl sadece zulme engel olmak için kurulmuş ve bu tarzda uygulama yapmıştı. Şirk en büyük zulüm olduğu için ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zâlim (5/Mâide, 45) ve İlâhî hükümlerden başkasıyla hükmetmek tuğyan ve zulüm olduğundan; demokrasi, bırakın zulmü kaldırmayı, kendisi bir zulüm düzenidir.
Hılfu’l-Fudûl
Hılfu’l-Fudûl; Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı antlaşma demektir. Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar alıp uygulayan erdemliler hareketidir.
 
"Fadl'lar Andlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Abdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne sahip olmaktan daha sevimlidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya sahip oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim." (Ahmed b. Hanbel, I,190, 193).
Hılfu’l Fudûl ve benzeri konularda tek bir rivâyetten hareket ederek, Rasûlullah’ın tutum ve davranışının (sünnetinin) nasıl olabileceğine ilişkin hüküm vermek, isabetli olmayacaktır. Bunun yerine, tebliğ sürecinin tamamına bakmak, siyasî/nebevî çizgiyle bu olayın alakasını kurmak maksada erdirici olacaktır. Kaldı ki,  Rasûlullah’ın İslâm döneminde hılfu’l-fudûl konusundaki sözü, nihayetinde âhad haberdir, mütevatir değildir ve sübut açısından da zannilik taşır.
Bununla beraber, Rasûlullah’ın hılfu’l-fudûlü, rivayet edildiği tarzda tasvip ettiğini var sayarak, değerlendirmemizi ona göre yapmak durumundayız. Bu değerlendirmeyi yerinde yapabilmek için bir de sivil toplum kavramına eğilmemiz gerekmektedir.
Demokratik kültürde ‘insan hakları’ esastır. İnsan hakları, özgürlük, hümanizm, rasyonalite v.b. bölünmez bir bütünü oluştururlar. Demokratik açıdan, Din’in (İslâm’ın) diğer insanlara tebliğ edilmesi gibi bir niyet, bağışlanabilir bir teşebbüs değildir, absürddür. Çünkü tebliğ, davet edilen kişinin kâfir olarak algılandığı anlamını içkindir. Bu ise evrensel insan hakları anlayışına aykırıdır ve onları ötekileştirmeye kimsenin hakkı olmadığı iddia edilir. Beşerî anayasalar ve demokratik düzenler, ‘öteki’ diye bir şey tanımaz. Kimse ötekileştirilemez. Vatandaşlar anayasa nazarında eşittir. İslâm’da ise insanlar mü’min, müşrik, Müslüman, kâfir, fâsık gibi inanç gruplarına ayrılır. İslâm açısından mü’minler / Müslümanlar doğru yolda, diğerleri ise bâtıl yoldadır.
Beşerî anayasalarda ve demokraside ise; insanların inanma ya da inanmama özgürlüğü vardır deniyorsa da, aslında tamamen ‘inanmama özgürlüğü’ güvence altına alınmaktadır. Demokratik hak ve özgürlük anlayışı, gayri Müslimlerin her türlü inançsızlık, ahlaksızlık, içki, kumar, fâiz, her türlü cinsel sapkınlık, her türlü ‘giyim’ değil, her türlü çıplaklık ve teşhircilik; plajlar başta olmak üzere, her türlü eğlence; güzellik yarışmaları ile, kadının şeref ve haysiyetini metalaştırıcı, beş paralık bir cinsel paçavraya dönüştürücü her türlü sapkınlığını hem meşru sayar, hem de güvence altına alır. Bu anayasaların İslâm'la temelden çeliştiği ise gayet açıktır.
Muhammed (s.a.s.) Peygamber olarak Allah tarafından görevlendirildiği andan itibaren, hiçbir ‘sivil’ vasfı kalmamıştır. O artık, bütün Mekke halkını ‘öteki’ olarak gören; toplumun akidevî, ekonomik, ahlakî, siyasî temellerini, kelimenin tam anlamıyla dine dayandıran ve ileri aşamada bu vasıfta bir devlet kurmayı hedefleyen bir siyasî kişidir.
Peygamberimizin, İslâm döneminde “yine çağrılsam yine öyle bir kuruluşa katılırım” sözü, hılfu’l-fudûlün kendi döneminde, kendi şartları içerisinde iyi bir teşebbüs olduğunu teslim etme anlamına gelmektedir. Yani Peygamber (s.a.s.), geçmişte yaptıklarından pişmanlık duymayı gerektirecek bir durum olmadığını ifade etmiş olmalıdır. Yoksa onun bu sözü, Mekke'de kendisi Peygamber iken yine öyle bir teşkilat kurulsaydı, derhal ona katılacağı, ama İslâm'ın tebliği gibi yüzde yüz siyasî, doğrudan Mekke yönetiminin kalbini hedef alan bir topyekün kıyâm hareketini erteleyeceği veya hareketinin siyasî boyutunu öne çıkartmayacağı(!) gibi bir anlama gelemez. Böyle bir anlamın var olduğu iddia edilirse o zaman şu soru akla gelir: Rasûlullah’ın (s.a.s.) etrafında, hılfu’l-fudûl benzeri bir teşkilat oluşturacak kadar insan vardı. Bunu pekâlâ yapabilirdi, neden böyle davranmadı da, tebliğe devam etti?
Hılfu’l-fudûl dönemindeki Muhammed (a.s), İslâmî tebliğle muvazzaf Muhammed (a.s) değildi; hılfu’l-fudûl benzeri bir örgüt yeniden kurulsa bile, Muhammed (s.a.s.) aynı o günkü ‘sivil’ ölçüler içinde kalamazdı. Nitekim Mekke'de Müslümanlara yapılan işkenceler, hakaret ve küfürler, evlerinin yağmalanması, üç yıl süren ekonomik ve sosyal boykot, hılfu’l-fudûl gibi teşkilatların kurulması için gayet olgunlaşmış koşullar değil miydi? Ama artık ‘sivil’ faaliyetlerin zamanı Muhammed (s.a.s.) için çoktan geçmişti. Hılfu’l-fudûl bir hak arama örgütüydü. Peygamberimiz 610 yılı Ramazan ayından itibaren artık bir ‘sivil-hak arayıcı birey/vatandaş’ değil, bir Peygamber, bir siyasî lider, yepyeni bir toplum inşa edici bir dâvâ adamıydı. Onun şimdiki dâvâsı, hak aramaktan çok daha büyük, daha kapsamlı ve daha ciddi bir işti.
İslâm, kendinden başka hiçbir din, düşünce ve hayat görüşünü meşrû saymaz. Bir şey ya İslâm'dır ya da küfürdür. İslâm, başkalarının haklarına saygı; öteki’ne saygı, çoğulculuk, hoşgörü, diyalog, interaktif ilişki gibi sloganlarla, İslâmî akidenin sulandırılmasını, İslâmî siyasî duruşun za’fa uğratılmasını asla kabul etmez.