Övünmekten, dövünmekten bir türlü vazgeçmiyoruz. Ne zaman akıllanacağız, bilmiyorum. Ham hayaller, sloganlarla bir ömür geçip gidiyor. Allah (cc) bizi mallarımızla, canlarımızla, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan etmeyecek mi? 100 yıllık hayal nereden çıktı? Hz. Eyyub’un hayatından alınacak bir ders yok mu? Hz. Yusuf’un hayatı ortada değil mi?
Peygamberimiz 8.6.632’de (Hicri 11. yıl) vefat etti. 10 Ekim 680’de, 48 yıl sonra (Hicri 61), Kerbela yaşandı.
Sahi, Hz. Yakub pedagojiyi, çocuk psikolojisini bilmediği için mi ya da çocukları ile yeteri kadar ilgilenemediği için mi kardeşleri Yusuf’u kuyuya attılar? Hz. Nuh ve Hz. Lut sosyolojiyi, siyaset bilimini bilmediği için mi bu işler öyle oldu? Halbuki, mesela Hz. Yakub’un çocuklarını, farz-ı misal (teşbihte hata olmaz), bizim imam hatiplere, dergâhlara, Kur’an kurslarına, yurtlara getirselerdi, nur gibi çocuk mu olurlardı!?
Bizim tarihimizde bir “Karmatîler dönemi” var, Haccac-ı Zalim dönemi var. Haccâc-ı Zalim'in gerçek adı Ebû Muhammed el-Haccâc b. Yûsuf b. el-Hakem es-Sekafî’dir. 661 yılında Tâif’te doğmuş ve 714 yılında Vâsıt’ta ölmüştür. Emevî Devleti'nin Irak valisi olarak tanınır ve zulmüyle meşhur olduğu için “Haccâc-ı Zalim” lakabıyla anılmıştır. Haccâc, Emevî Halifesi Muâviye döneminde yetişmiş, ancak asıl etkinliğini Halife Abdülmelik b. Mervân döneminde (685-705) göstermiştir. Saîd b. Cübeyr’i öldürdükten sonra büyük ruhî sıkıntılar yaşamış, şiddetli mide ağrıları çekmiş ve bu elem içinde bağıra bağıra ölmüştür.
Karmatîler, 930 yılında (Hicri 317), hac mevsiminde Mekke’ye saldırarak Kâbe’yi yağmalamış, Hacerü’l-Esved taşını söküp Bahreyn’deki Hecer’e götürmüş ve Kâbe’nin çevresindeki yapıları tahrip etmişlerdi. Hatta Zemzem Kuyusu’na cesetler atarak kutsal mekânı kirletmişlerdi. Onlara göre Kâbe, mekân ya da yapı olarak kutsal değildi; orada kutsal olan Hacerü’l-Esved’di. Bahreyn’de yeni bir Kâbe inşa edeceklerdi ve insanlar hac için oraya gelecekti. Hacerü’l-Esved, ancak 951 yılında (Hicri 339), Abbâsîler tarafından 120 bin dinar ödenerek geri alınmış ve yerine konulmuştur. Karmatîler, İsmailî Şiîliği’nin bâtınî (ezoterik) yorumunu benimsemişlerdi. Kur’an’ın zahirî anlamından ziyade bâtınî (gizli) anlamlarına odaklanıyorlardı. Ayrıca bazı tarihçilere göre şeriatın bazı kurallarını (örneğin namaz, oruç gibi) zorunlu olmaktan çıkarmışlardı.
Dürzîlik, 11. yüzyılın başlarında, yaklaşık 1017 yılında (Hicri 408), kurulmuş bir dini-toplumsal harekettir. Dürzîlik, İsmailî Şiîliği’nin bir kolu olarak ortaya çıkmış, Fatımî Halifesi Hâkim bi-Emrillah’ın (996-1021) döneminde şekillenmiştir. Hamza ibn Ali, Hâkim’in ilahiliğini savunan bir dâî (misyoner) olarak Dürzî öğretiyi sistemleştirdi ve yaydı. 1017’de Hamza’nın liderliğinde Dürzîlik, resmen bir inanç topluluğu olarak şekillendi. Bugün Müslümanlarla çatışıyorlar.
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (699-767, Hicri 80-150) yılları arasında yaşadı. İslam’ın ilk yılları... Hayatı boyunca iki farklı hanedan, Emevî ve Abbâsî halifeleri döneminde yaşadı. Yaşadığı Emevî halifeleri şunlardır: Abdülmelik bin Mervan (685-705), Velid bin Abdülmelik (705-715), Süleyman bin Abdülmelik (715-717), Ömer bin Abdülaziz (717-720, adaletiyle tanınan halife), Yezid bin Abdülmelik (720-724), Hişam bin Abdülmelik (724-743), Velid bin Yezid (743-744), Yezid bin Velid (744), İbrahim bin Velid (744), Mervan bin Muhammed (744-750): Emevîler’in son halifesi.
Ebû Hanîfe, Emevîler’in son dönemlerinde Kûfe’de ilimle uğraşıyor ve özellikle Hişam bin Abdülmelik ile Mervan bin Muhammed dönemlerinde yaşadı. Emevîler’in zalim yönetimlerine karşı mesafeli durduğu ve halkın yanında olduğu bilinir. Emevîler’in 750 yılında yıkılmasından sonra Abbâsîler iktidara geldi. Ebû Hanîfe, Abbâsîler’in ilk iki halifesi döneminde yaşadı: Ebu’l-Abbas es-Seffah (750-754), Abbâsîler’in ilk halifesi. Ebu Cafer el-Mansur (754-775): Ki bu kişi, İmam-ı Azam’ın katili olduğu ifade edilir. O zaman şeriat gelmemiş miydi? Ama vahşet bitmedi. Önemli olan, bütün bunlar olurken bizim nerede durduğumuzdur. Firavun sarayında doğup büyüyüp cennete gitmek, peygamber evinde doğup büyüyüp cehenneme gitmek mümkündür.
Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı Devleti’nin 7. Gazi beyi’dir. Osmanlı, İstanbul’un fethinden sonra devlet oldu. Daha önce “Gazi”ler tarafından yönetilen beyliklerdir. Fatih’e kadar olan dönemdeki beyler şunlardır: Osman Gazi (1299-1324), Orhan Gazi (1324-1362), 1. Murad (1362-1389), 1. Bayezid (Yıldırım) (1389-1402), 1. Mehmet (Çelebi) (1413-1421), 2. Murad (1421-1444 ve 1446-1451), Fatih Sultan Mehmet (2. Mehmet) (1444-1446 ve 1451-1481). Yaklaşık 200 yıl, 600 yılın üçte biri.
Padişahtan 7’si “bey”. Geriye kaldı 29 padişah. Bunlardan 7’si tahtından indirildi: 2. Bayezid (1512), 1. Mustafa (1618 ve 1623, iki kez), 2. Osman (1622), 4. Mehmet (1687), 2. Mustafa (1703), 3. Ahmet (1730), Abdülaziz (1876), 5. Murad (1876), 2. Abdülhamid (1909). Aslında tahttan indirilenlerin sayısı 12. 7’ye şunları da eklemek gerek: 2. Selim (1566-1574), 3. Mehmet (1595-1603), 1. Mustafa (1617-1618 ve 1622-1623), 2. Mustafa (1695-1703) ve büyük kargaşalar yaşanan 2. Mahmud (1808-1839) dönemi ile 5. Mehmet Reşad (1909-1918). 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı’nın yenilgisi ve Mondros Mütarekesi (1918) sonrası tahtını kaybetti. Resmî olarak tahttan indirilmedi ama saltanatı fiilen sona erdi. 6. Mehmet Vahdeddin (1918-1922), saltanatın kaldırılmasıyla (1 Kasım 1922) tahtını kaybetti. Bu hesaba göre, 29 padişahtan 14’ü bir şekilde tahtından olmuştur. 29 padişahtan 14’ünün tahtını kaybetmesi, yani neredeyse yarısının, Osmanlı tarihinin ne kadar çalkantılı ve iç gerilimlere açık olduğunu da gösteriyor.
Osmanlı Devleti, gerçek anlamda bir devlet olarak 1453’te İstanbul’un fethiyle doğdu. 1840’lara gelindiğinde ise, Lale Devri’yle birlikte özgün bir medeniyet olmaktan çıkmaya başladı. Ardından Tanzimat’la birlikte Batılılaşma yolunu tercih etti. Bu dönem, yaklaşık 400 yıllık bir zaman dilimini kapsar. 100 yıllık kuruluş dönemi ve 100 yıllık yıkılış dönemi ile birlikte Osmanlı’nın 600 yıllık tarihî süreci tamamlanmış olur.
Emevî, Abbâsî dönemi ortada. Selçuklu ve Osmanlı’da Lale Devri, 23. Osmanlı padişahı 3. Ahmet’in 22.8.1703’te tahta geçmesinin ardından, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın öncülüğünde başladı. Bu dönem, 1730’daki Patrona Halil İsyanı ile sona erdi ve 3. Ahmet tahttan indirildi. Tanzimat Dönemi, 31. Osmanlı padişahı Abdülmecid’in 1.7.1839’da tahta çıkmasının ardından, Tanzimat Fermanı’nın 3 Kasım 1839 tarihinde ilan edilmesiyle başladı. Bu dönem, 22 Nisan 1876 tarihinde Birinci Meşrutiyet'in ilanıyla sona erdi.
Bir de Hülâgû Han’ın Bağdat’ı yakıp yıkışı var. Bu olay, 1258 yılında gerçekleşmiştir. Moğol istilasının bir parçası olarak, Abbâsî Halifeliği’nin başkenti Bağdat kuşatıldı. Hülâgû, 29 Ocak 1258’de şehri kuşattı; 10 Şubat’ta teslim aldıktan sonra, 13 Şubat’ta şehre girerek bir hafta boyunca yağma ve katliam yaptı. Son Abbâsî halifesi Müsta’sım Billah da bu süreçte şehit edilmiştir.
Her dönem, her yerde çok büyük zulümler ve çok güzel şeyler de olmuştur aslında. Tarih, bu anlamda bir övgü ya da sövgü kitabı değil; bir ibret dersi, bir toplumun ortak hafızası ve tecrübeler birikimidir.
Biz ise işimiz yok, “ulus”, “ümmet”, “millet” konularını tartışıyoruz. Yahu, ulus devlet ve uluslararası düzen bitti! Bunu kuranlar söylüyor. Ulus devlet ve uluslararası düzen, Vatikan ile sömürgeci derebeyler arasındaki anlaşmalarla kuruldu. Bugün geldiğimiz noktada, bırakın “ulusu”; Transhümanizm projesi ile din, ahlak, gelenek, tarih, biyolojik cinsiyetten bağımsız, “gender” diye tanımlanan genetik bir nesneden söz ediliyor. Tek devlet, tek aile, tek gelecekten söz ediyorlar.
Ümmet’ten niye korkuyorsunuz ki? Bütün dinler evrenseldir, ekümeniktir ve dindaşlar din kardeşidir. İslam'da bunun sosyolojik karşılığı “ümmet”tir. “Millet” ifadesi, bu bağlamda “din birliği”ni ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de bu kelime “Millet-i İbrâhîmâ” şeklinde geçer. “Nation” ise “doğuş/doğduğu ana-baba, kan ya da toprak, vaftiz edildiği kilise, adının konulduğu mâbed” gibi aidiyetleri ifade eder.
“Vatan” kelimesi, Arapça'da "waṭan", bir kişinin doğduğu, büyüdüğü yer; yani "yurt" veya "memleket" anlamına gelir. “Yerleşmek” veya “ikamet etmek” ile ilgilidir. Kişinin aidiyet hissettiği coğrafya ve medeniyet alanını ifade eder. İttihat ve Terakki, “vatan” kelimesini “ulusun toprağı” anlamında kullandı. Karadeniz’de “vatan yapmak” fiil olarak, taşları çatıp, arasına toprak doldurup, içine tohum dikmenin adıdır. Bu kelime, Latince’de “baba/ata yurdu” anlamına gelen **“patria”**dan türetilmiştir. Romalılar için “patria”, sadece coğrafi bir alan değil, aynı zamanda yurttaşlık ve aidiyet duygusuyla da ilişkilidir. “Vatan”, İngilizce’deki “country” veya “nation” kavramlarıyla da ilişkilidir.
Evet, Hilafet’i savunuyorum. Kim bundan niçin rahatsız olur ki? Nasıl İslam Konferansı varsa, Müslüman halkların din temelli kardeşlik hukukunun korunup geliştirilmesi, dini vergilerin doğru kullanımı ve denetlenmesi, din adına yapılan yanlışlıkların önlenmesi açısından bu önemlidir. Tabii, Şerif Hüseyin örneğinde olduğu gibi, İngiliz yanlısı bir halife de ümmetin başına bela olacaktır. Ben, Şia’daki masum imam anlayışına değil; İmam-ı Azam’ın hilafet tercihine sahip biriyim. Ve İmam-ı Azam’ın bir halife tarafından şehit edildiğini de biliyorum. Şii, Sünni/Sûfî, Vehhabî ayrışmasını da biliyorum.
“Osmanlı Milletler Topluluğu”nu da savunuyorum. “Doğu Roma Milletler Topluluğu”nu da...
Benim ülkem, memleketim, yurdum burası. Bir Müslüman olarak da, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamber’in ümmetinin bir ferdi olarak, dünyaya ve tüm insanlığa karşı ödevlerim var.
“Ahali”nin Latince’deki karşılığı, “populus” kelimesidir. Bu da “halk”, “avam”, “ahali”, “topluluk” veya “insanlar” anlamına gelir. “Ahali” kelimesi, Arapça’da “ahl”; “aile”, “halk” veya “bir kökten gelenler” anlamına gelir. “Teb’a”, “reaya”, “kulluk” gibi kavramlar, beşerî anlamda ve tarihî uygulamalardaki örnekler açısından sorunlu kavramlardır. Hiç kimseye mutlak anlamda tâbi olmak ve riayet etmek zorunda değiliz. Bu durum, devlet adamlarının rab ve ilah konumuna yükseltilmesi anlamına gelir. İslam’da kula kulluk yoktur. Sadece Allah’a kul, resulüne ümmet olunur.
Ne zaman, nerede, hangi ana-babadan doğduğumuz değil; ne yaptığımız önemlidir. Her zaman, her yerde cennete ve cehenneme açılan bir kapı vardır.
Selam ve dua ile.