Mikrofon ve çekiç

Ahmet Taşgetiren

Yaşanan zor günlerde medya ile ilişkinin en kötü yansıması herhalde, deprem bölgesinde görev yapan bir tv muhabirine çekiçle saldırmak olmalı.

Bunu üzerinde görevli elbisesi bulunan bir vatandaş yaptı. Belli ki durumdan vazife çıkardı. Ona göre, o muhabirin hizmet verdiği tv kanalı (Halk tv) kötüydü, zararlı yayınlar yapmaktaydı…

Yani “kötülük adına” ne yapmaktaydı? Deprem bölgesindeki eksiklikleri, yönetim (iktidar, devlet) adına yetişilemeyen ihtiyaçları göstermekteydi. Sonuçta konuşanlar depreme maruz kalan insanlardı, sunulan görüntüler, depremin görüntüleriydi. Bu görüntüleri sunmak, iktidarın lehine – ya da aleyhine ama, her halükârda depremi yaşayan insanların lehineydi.

Deprem bölgesindeki bir insan olarak, benimsemediğiniz ya da tepki gösterdiğiniz bir medya organına konuşmayabilirdiniz, “yayınınızı onaylamıyorum” da diyebilirdiniz, ama ne anlattığını bilmediğiniz, üstelik size elinizdeki çekici görmesine rağmen mikrofon uzatan bir muhabire, üç kelime konuşmak yerine çekiçle saldırmak ne demekti?

İktidarın medyaya yönelik uygulamaları var; RTÜK kararı ile kimi tv’lere yönelik kapatma kararı veriliyor, kimi internet sitelerine erişim engeli getiriliyor, deprem bölgesinden yapılan yayınlarda doğrudan depremzedelerin feryadının verilmesinden rahatsız olunuyor.

Oysa, “yiğidi öldür hakkını yeme” kavlince, medyanın şu deprem olayında, yardım ekipleri kadar hayati rol oynadığı görülmezse büyük haksızlık yapılmış olur. Kimi zaman yardım ekiplerinin hiç gelmediği yerlere muhabirler, kameramanlar gitti. Deprem süresince bölgede otomobilde yattılar, uykusuz kaldılar, artçı sarsıntıları hatta depremi bedenlerinde hissettiler.

Onların diyelim günlerce el sürülmeyen enkaz başında içerdeki evladını, torununu, gelinini bekleyen depremzedelere uzattıkları mikrofon, en azından sahipsiz olmadıkları duygusu vermek bakımından hayati değer taşıyordu. Bırakın öfkesini dile getirsindi insanlar, isyanını seslendirsindi.

Medyanın merkez yayınları ayrı bir önem taşıyordu. Depremi gündemde tutmak, tüm ülkede duygudaşlık oluşturması bakımından hayati idi. Ayrıca merkez yayınlarında davet edilen bilim adamları tarafından deprem, riskler, geleceğin inşası adeta didik didik edildi. Toplum bir anlamda ülkenin çok ciddi bir bilgi birikimi olduğu kanaatine – güvenine de ulaştı.

Ama iktidarda bir, sistemin her şeyi merkezi otoriteye bağlamasından kaynaklanan aksamaların görülmemesi, ikincisi ekonomik tıkanmadan sonra gelen depremin yeni bir yıpranmaya sebep olmaması ve seçimin elden gitmemesi gibi hassasiyetler var.

Bu bir yandan resmi – sivil tüm yardımların kontrol altına alınmasını, halktan gelen eleştirilerin mümkün olduğunca yaygınlaşmamasını, bunun için de medyanın kontrolünü getirdi.

İktidarın yönlendirdiği bir medya var. Oraya yansıyan bir dil var. O dil, deprem bölgesinde nerede ise “konfor”a ulaşıldığı gibi bir “güzelleme” içeriyor.

Ama bölgenin gerçeği o değil ki… Çadır gerçeği, konteyner gerçeği, göçler gerçeği, yıkılmış evlerin ne olacağı gerçeği, yalnızlık, kaybedilenler…

Evet, vatandaş kuyrukta da olsa sıcak yemek bulmaktan memnun. Ama soğukta battaniyesine sarıldığında, acılar, kaygılar, yumak yumak üşüşüyor zihnine.

Bırakın medya, son köyün yıkılmış evine, telef olmuş buzağısına, sınava girecek çocuğun kalemine defterine kadar ilgilensin, haber yapsın…

Siz de iktidar olarak, onun bölgedeki uzantıları olarak, sabırla medyanın ışık tuttuğu alanların ayağa kaldırmak için koşun.

Şu muhabire çekiçle sandıran adamın da kafasını tamir edin, RTÜK’ün de medya üzerinde iktidar kırbacı gibi misyon üstlenmesini engelleyin. Bakın o bile deprem bölgesinde bir şeylerin iyi gitmediğinin işaretidir.

Ve belki de bu iyi gitmeyen şeylerde Ankara’dan saçılan öfkelerin zehirleyici izleri vardır.

Herkes bir gün sesini duyurmak için medyaya ihtiyaç duyabilir.