Kısa bir Çanakkale gezisi ardından..

Selâhaddin Çakırgil

Haftasonu Çanakkale’ye kadar uzanmam gerekti. Yarım asır öncelerde başka yollardan Çanakkale’ye gitmiştim, ama, Tekirdağ üzerinden gitmemiştim. Bu yolu ilk kez deniyordum..

Yolun özellikle Edirne -Tekirdağ kavşağından sonraki bölümünü merak ediyordum..

Çünkü bu bölgenin halkı, -dünya yıkılsa değişmeyeceklermişcesine- aileden gelme bir alışkanlıkla Türkiye’nin en eski ve anaç partisinden yana olduklarından,  ‘iktidarlar da buraları hizmet götürmemek şeklinde cezalandırır..’ deniliyordu.

Daha önce görmediğim bu yöreleri, arabayı kullanan Yûnus kardeşimizin de sabırlı sürücülüğünde dikkatlice gözlemeye çalıyordum.. Tekirdağ 200 bin kadar nüfusuyla küçük bir şehir..

Oradan küçük birer ilçe zannettiğim, ama 50-60 bini aşkın nüfuslarıyla Malkara ve hele de Keşan beni şaşırttı. Hem büyük yerleşim birimleriydiler, hem de oldukça gelişmiş oldukları ve Anadolu ortalamasının üsütünde oldukları anlaşılıyordu..

Ama, hele de Keşan’da şehir düzenlemesinin o kadar geniş araziye rağmen, daracık caddeler halinde tutulması ve 6-7 katlı yeni binaların yapılmasına izin verilmesi şaşırtıcıydı..

Keşan Yunanistan sınırına 30 km. kadar mesafede.. Dükkanların vitrin ve tabelalarında yunan alfabesiyle yazılmış yunanca yazılar dikkati çekiyor..  Yunanistan’dan her gün yüzlerce insan gelip orada ticaret yapıyorlarmış.. Biz de birkaç dükkan sahibine ‘Kalispera! /  İyi akşamlar..’ deyince bizim de yabancı olduğumuzu sananlar oldu.

Keşan’dan sonra Gelibolu’ya doğru ilerledik.. Buralarda bütün yollar mükemmel.. Bol ormanlıklardan, çam ormanlarında arasından geçtik..

Sağımızda güneşin son ışıklarıyla bir gümüş tepsi gibi parıldayan Saroz Körfezi..

Birz sonra, solumuzda da, Çanakkale Boğazı beliriverdi..

Ve akşam karanlığında, Eceabâd’a vardık.

Eceabâd, 6 bin kadar nüfusu olan küçük bir sahil şehri.. Ama, Çanakkale’ye geçiş yeri olması hasebiyle oldukça canlı..

Sahildeki küçük parkta,  Gelibolu Savaşları’nı temsil eden siperler ve heykeller.

Her köşede taze mısır satıcıları..

Sahildeki gazinolardan pek de hoş olmayan, sadece gürültüsyle dikati çeken müzikler, okunan yatsı ezanını bastırıyordu.

Oradan araba vapurlarıyla 10  km. ötede, karşı kıyıya, Çanakkale’ye geçeceğiz..

Bu arada yakın gelecekte bir Boğaz Köprüsü yapılacağı projesi konuşuluyor ve bu proje gerçekleşirse, İstanbul’un İzmit tarafına doğru yayılmasının durup, bu tarafa doğru yayılacağı ve arazilerin ona göre çok kıymetleneceği sohbetleri yapılıyor..

*

Uluslararası haitalarda Dardanel diye anılan Çanakkale’ye vardığımızda, gecenin 10’unun bulmuştuk.. Çanakkale’ye yaklaşırken, geriye baktımızda, karşı yamaçlarda. ‘Dur, Ey Yolcu!..’ gibi ışıklı alanlar ve bayrak ve bazı yazılar görülüyordu..

Taa uzaklardan, şehrin oldukça canlı bir gece hayatının olduğu, denize yansıyan yakamozlardan bile anlaşılıyor.. Nitekim, sahile  indiğimizde, sahilde, şehrin merkezinde, iki km.’yi aşan uzunlukta gezi alanının, cıvıl cıvıl, binlerce insanla dolu olduğunu görüyoruz. Sanki Avrupa şehirlerinden bir kesit gibi.. Hemen bütün ‘cafe‘ler tıklım tıklım..

Bizi orada bekleyen Çanakkale Üni.’deki öğretim üyelerinden Necati bey ve de kadîm dostumuz Cumali ile birlikte 1 saat kadar dolaşıyoruz..

Şehrin bu gezi alanında Troya (Truva) filminde kullanılan ünlü efsanedeki tahta atmaketi o yabancı film şirketi tarafından bu şehre hediye edilmiş, yanında fotoğraflar çektiriyor bol bol.. Çanakkale’nin 35 km. kadar güneyinde de Dardanus ve Truvaharabeleri bulunuyor..

Bu antik dönemin daha bir canlandırılmasına özen gösterilir gibi bir hava kendisini hissettiriyor.. Ayrıca, bazılarının, Çanakkale Şehidlikleri olarak anılan ve daha çok da kemalist dönemin birinci isminin yaldızlanması için daha bir kullanılan savaş alanlarının Anadolu’dan  buralara getirilip gezdirilmelerini yadırgadıkları da söyleniyor. Çünkü buralara gelenler  topluca tekbîr getiriyorlarmış..

*

Bu şehrin nüfusu, yazları iki-üç misli artıyormuş.. Hem iç, hem de dış turizm açısından böyle.. Halkın gelir seviyesinin Türkiye ortalaması üstünde olduğu, bu gece hayatının canlılığından ve bütün restoranların, pastanelerin, cafe‘lerin ve kahvehanelerin  ve meydanların dolu olmasından da anlaşılıyor. Halk zengin olduğu için, eğlencelerine, içkilerine dokunulmamasını esas alıyorlarmış.. Daha çok da o yüzden kemalist’lere yöneliyorlarmış..

Ayrıca, halkın bir kısmı da, 1925’lerde, Yunanistan’dan mübadiller çerçevesinde buralara getilip; buralardan gönderilen rumların yerlerine, mülklerine, zenginliklerine  yeşleştirildikleri için de kemalist dönemi velinimetleri olarak biliyorlarmış..

Halk arasında ‘roman’ denilen ve kendileri ise kendilerini yüksüneden ‘çingene’olarak niteleyen ve bu roman da nereden çıktı diye sorgulayan bir kesim de dikkat çekecek derecede var..

Bu insanlar,  ataları, Fatih zamanında Çanakkale Boğazı’nın iki tarafında yapılanSeddulbahir (deniz seddi) ve Kilitbahir (deniz kilidi) diye isimlendirilen savunma düzeneklerinin yapımı için Romanya’dan getirilenlerin nesilleri.. Ama, eskiden, İstanbul’da Sulukule’de yerleşen çingenelerin özelliklerinden epeyce uzaklar ve halkın günlük yaşayışının içinde tabiî bir unsur olarak yer almışlar..

*

Burası devamlı, ülkenin en eski partisinin kalelerinden.. Ben de bu şehrin belediyesinin başka partinin eline geçtiği bir dönemi hatırlamıyorum.

İl Genel Meclisi ise, çevre ilçelerden gelen oylarla son 10 yıl boyunca AK Parti’nin elindeyken, 7 Haziranda o da yitirilmiş..

Bu konuda şehir ölçeğinde yapılan yanlışlar dile getirliyor.. Bu hatalar tekrarlanırsa aynı sonucun alınacağı söyleniyor.

Mevcud Belediye Başkanı üç dönemdir seçiliyormuş.. Halkın dinî hayat anlayışı ülkenin diğer yerlerden epeyce farklı.. Başkan,  Kur’an Kursları’nın proğramlarına belediye imkanlarını veriyor, Cuma ve Bayram namazları için ya da Kandil gecelerinde camie gidiyor, çıkışta da birasının içiyormuş.. Halktan bu gibi konularda görüş açıklayanlar, ‘O ayrı, bu ayrı’ diyorlarmış.. Arkadaşlar, ‘halkta, bazı yerlerde olduğu gibi bir din karşıtlığı yok. Din algısında bir farklılık var’  diyor.lar.

Belediye Başkanı’nın çalışmasına pek gerek kalmıyormuş.. Ama, halkın içinden, herkesle sohbet eden.. Makam arabası pek kullanmayan, etrafında korumalar da bulunmayan.. Kahvelerde oyun oynayanların yanına gelip, oradakileri omzuna dokunup okkalı argo ve çirkin sözleri ederek hal-hatır sorması bile, bu insanları‘Başkan benim selamladı..’  diye gururlandırıyormuş..

*

Çanakkale’den anlatılacak ve orada konuşulan ve gözlemlenen daha pek şey daha var, ama, bu yazının gazeteye geçilmesi saati yaklaşıyor..

Başka gözlemleri de başka bir zaman, inş..

*

dirilişpostası