Kimin Duâsı Kabul Edilir; Rukyecinin mi, Hastanın mı?

Ahmed Kalkan
Kur’an ve Sünnet, Hasta veya Sağlıklı, Kişinin Kendisinin Duâ Etmesini Emreder
"Kullarım sana, beni sorduğu vakit, de ki: Ben yakınım. Bana duâ edenin duâsını, bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da Benim dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar. Umulur ki doğru yolu bulurlar." (2/Bakara, 186)
"Rabbiniz buyurdu ki. 'Bana duâ edin, sizin için (duânızı) kabul edeyim. Şüphesiz Bana ibâdet (duâ) etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir." (40/Mü'min, 60)
“Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.” (23/Mü’minûn, 97)
“Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (7/A’râf, 200)
"De ki: Duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?" (25/Furkan, 77) Gerçek böyle olduğu halde, yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah'a muhtaç olmakla beraber amaç; bu "muhtaç"lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline dönüştürmektir. İnsan kendini Allah karşısında ne kadar muhtaç hissederse Allah'a o kadar yakın olur. Alexis Carrel: "Duâyı açıklamak zorundayım. Duâ yoksulluk ve aşktır" derken herhalde bunu kasdetmiş olmalı.
Demek ki insan, duâsız bir hayatın Allah katında değeri olamayacağından hareketle kendine değer katmak, varlığını anlamlı kılmak ve Allah katında bir "hiç" yerine, bir "şey" olmak için duâ etmeli. Yoksa bizim duâmızla Allah'ın değeri artmaz; sadece bizim değerimiz artar. Çünkü O'nun değerli oluşu kendi zatındandır. Değerli olması bir başka şeye bağlı değildir.
İnsan, duâsıyla değerlidir. İnsan Allah ile tanışık olmanın, dost olmanın ve O'na kul olmanın şerefi için duâ etmeli, duâ ile iç içe olmalıdır. Yoksa insan, Allah ile arasındaki ilişkiyi tamamen koparıp atsa geriye kıymetli hiçbir şey kalmayacaktır. İnsan, Allah ile beraber ancak bir değer ifade eder ve insan Allah'a yakın olduğu derecede insandır.
İşte bu nedenle de; duâyı asıl geldiğimiz yer ile bizim aramızda doğal bir bağlantı aracı olarak algılamak ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan herhangi bir faâliyetimiz gibi kabul etmek zorundayız. Bir başka deyişle, duâyı ruh ve cismimizin doğal bir pratiği, bir faâliyeti gözüyle bakmalıyız.
İnsanın ilâh edindiği varlıkta aradığı vasıflardan biri de, onunla bir münâcaat gerçekleştirebilmektir. İnsanın, en mahrem bir şekilde kendisini açacağı varlık, Allah'tır. Hiç kimseye söyleyemediğini O'na söyler. Ancak gaye, sadece "açılmak"tan ibaret tek taraflı bir konuşma sürdürmek değil; karşıdakinden cevaplar, mutmainlikler, feyizler de alabilmektir. Böylece sıbğa (fıtrat, boya)sının özlemini gideren, ebedîlik karışık bir sohbete, fâni dünyada nâil olmaktır. Allah, O’dur ki, insanın diliyle yaptığı duâları işitir. Diliyle yapmasa bile, haliyle ifade ettiğini bilir. Hatta kalbinin en derin köşelerinde yatan arzularına da muttalî olur ve bütün bunların gereğini yerine getirebilir.
Allah, kulunun duâ etmesini ister; bunu yapmazsa kendisine değer vermeyeceğini bildirir (25/Furkan, 77). Kendisini unutmuş, yabancı ellere düşmüş olanların hidâyete ermeleri için, "yalvarsınlar diye" musibetler gönderir (7/A'râf, 64). "Beni çağırın, Bana duâ ederek benden isteyin, duânıza icabet edeyim." der (40/Mü'min, 60). "İçten yalvararak, gizli gizli Rabbinize niyaz edin, O duâda aşırı gidenleri sevmez." (7/A'râf, 55). Hikmeti gerektirirse, kulunun faydasına göre istenileni verir (2/Bakara, 216; 6/En'âm, 41; 17/İsrâ, 11).
Duânın ana hedefi, insanın halini Allah'a arzetmesi ve O'na niyazda bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü'min olan ve olmayan her insan duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir.
“Rabbinize alçak gönüllü olarak ve yüreğinizin ta derinliklerinden için için yalvarıp gizlice, sessizce dua edin. Doğrusu O, aşırı gidenleri sevmez.” (7/A’râf, 55)
"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak Allah'tır." (35/Fâtır, 15) Ebû Zer (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah azze ve celle buyurdu ki: 'Ey kullarım! Hepiniz açsınız; ancak Benim yedirdiklerim müstesna. O halde sizi yedirmemi isteyin ki, yedireyim. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız; o halde sizi giydirmemi isteyin ki, giydireyim. Ey kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, yüksek bir yerde toplansalar da hepsi Benden (ayrı ayrı şeyler) isteseler, Ben onlardan her birine isteğini versem; bu, Benim yanımdaki (hazine)lerden ancak denize daldırılan bir iğnenin (sudan) eksilttiği kadar eksiltebilir." (Müslim, Birr 55)
Resûl-i Ekrem: “Rukye yapan kişi mütevekkil değildir” buyurmuştur. (S. Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi, D.İ.B. Y., c. 12, s. 88)
İmran İbn Husayn (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer' de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!" buyurdular. Kendisine: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?" diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm'e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!" (Müslim, İman, 371, h. no: 218)
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s)'ı işittim, diyordu ki: "Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk vardır." Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbn Mes'ud'a): "Böyle söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye gittim geldim. O bana rukye yaptı. Ağrım kesildi" dedi. Abdullah İbn Mes'ud tereddüt etmeden, "Bu (ağrı) şeytanın işiydi, o eliyle dürtüyordu, sana rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda sana Rasûlulullah (s.a.s.) gibi, şöyle söylemen kafidir: "Ezhibi'lbe’se Rabbe'nnâs eşfi ente'ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ yuğâdiru sakamen. (Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum." (Ebû Dâvud, Tıbb 17, h. no: 3883)
Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'dan nüşre hakkında sorulmuştu: "O şeytan işidir!" buyurdu." (Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868)
(Nüşre rukye'nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr, bunu "Cin değmesine mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukye ve ilaç" olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini, onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına (neşredildiğine) inanılması ile izah eder. Daha açık bir ifade ile nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir. Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.)
İsa İbn Hamza anlatıyor: "Abdullah İbn Ukeym (r.a.)'ın yanına girdim. Kendisinde kızıllık vardı. "Temîme (muska) takmıyor musun?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi: "Bundan Allah'a sığınırım. Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu: "Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir (şifâsız kalır, umduğuna eremez)." (Tirmizî, Tıbb 24, h. no: 2073)
Şâbi ile Katâde, Said b. Cübeyr ve diğer bir cemaate göre rukye mekruhtur. Mü’mine gereken Allah’a tevekkül ederek bunu yapmamaktır. Çünkü rukyenin Allah halketmedikçe bir zarar veya faydası yoktur. (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Neşriyat, c. 9, s. 629)
Hadis rivayetlerinden yola çıkılarak; Rasûl-i Ekrem’in inançlar tümüyle tevhidî istikamet almadan, tevhid insanların gönlüne tümüyle yerleşmeden rukyeyi yasakladığını söyleyebiliriz. Sonra tevhid tümüyle gönüllere yerleştikten sonra, bazı istisnâî izinler verdiği ifade edilebilir. Bu izinler, bugünkü şekliyle rukyeciliği meslek edinmeyle ilgili değildir. Daha çok kâfirlere karşı ve hayatında bir-iki defa rukye yapmakla ilgili ruhsattır bunlar. Bu konudaki rivayeti de inşaAllah ayrı başlık altında tahlil etmeye çalışacağım.