Jeopolitik çözülme, İsrail hırçınlığı ve yakın tehlike

İbrahim Karagül

Her fırsatta, küresel ölçekte bir çözülmeden, bu çözülmenin sebeplerinden, bölgelerde yol açacağı krizlerden, Türkiye'ye yansımalarından, bundan sonraki eğilimlerden, anlam veremediğimiz bazı gelişmelerin işte bu çözülme ilişkisinden örnekler vererek, söz etmeye çalışıyoruz.

Dün burada "İsrail çok kötü şeyler planlıyor" başlığı altında endişeleri paylaşırken, olabilecekler hakkında güçlü iddialarda bulunurken aslında bu çözülmeden hareket ediyordum. Tarihsel bir "kırılma" ya da tarihi bir "dönüşüm", hangisini söylerseniz söyleyin, bugün bütün ülkeleri derinden etkileyen değişim, güç kayması işte bu jeopolitik çözülmeden kaynaklanıyor. Ve önümüzdeki dönemde bunun çok daha belirgin etkilerini göreceğiz. Hemen her gün, her hafta, her ay, birbirinden bağımsız krizler gibi görünen, kendi özel şartlarında haklı gerekçeleri bulunan olaylar, söz konusu büyük değişimi algıladıktan sonra yerli yerine oturuyor.

Türkiye'nin son beş yıldır yoğunlaştırdığı kendini merkeze alan çabalarının sebebi bu. İsrail'in son günlerde yoğun bir tahrikle yeni bölgesel kriz arayışının sebebi bu. Benjamin Netanyayu ile Barack Obama arasındaki son görüşmelerden sonra resim bile verilmemesinin, ABD-İsrail arasındaki yaklaşım farkının sebebi bu. İran'ın durdurulması için yürütülen güçlü kampanyaya rağmen hiçbir şey yapılamamasının sebebi bu. İsrail'in, dünyayı hiçe sayarak İran'a karşı belki bu yüzyılın en büyük provokasyonunu yapma ihtimalinin sebebi bu.

Netanyahu-Obama görüşmesinde tek konunun Kudüs'te yapılacak yerleşim birimleri olduğunu mu sanıyoruz. Tel Aviv, ABD'nin askeri gücünü İran'a karşı harekete geçirmeye çalışırken Washington'ı ikna edemiyor ve "o zaman ben tek başıma harekete geçerim" diyor. Bu harekete geçmeyi ise nihai hedef, son hedef olarak algılıyor. Sorun bu.

Ancak varolan küresel kriz, İran'a yönelik askeri seçeneğe izin vermediği gibi, İsrail'in de durdurulmasını zorunlu kılıyor. Krizin, ABD ve Avrupa'ya verdiği, vermeye devam ettiği, daha bir süre devam edeceği zararı yeterince anlamamış olacağız ki, dünyadaki güç kaymasının, eksen kaymasının boyutlarını anlamakta zorlanıyoruz. Bu ülkeler, belki önümüzdeki on yıl, kendi iç sorunlarına odaklanmak zorunda kalacak. Bu durumun, küresel güç dengesi üzerindeki etkileri belki 1. Dünya Savaşı sonrası hiç olmadığı kadar fazla olacak. Daha şimdiden, 2. Dünya Savaşı sonrası statüko dağıldı. Kriz içindeki Avrupa Birliği ülkeleri bile birbirine destek vermekten uzak duruyor.

"Jeopilitik çözülme" bir gerçek ve Atlantik merkezli dünya hakimiyetinin sonunu getirecek gibi. Merkez güçler zayıflarken, yükselen güçler küresel iktidardan şaşırtıcı büyüklükte pay istemeye başladı. Krizin etkilerini sadece banka batışları, şirket batışları, mortgage kredileriyle sınırlandıranlara söylenecek bir şey yok. Ama gerçek bu değil. Daha önce de, değişik fırsatlarda aktardığımız gibi; kriz beş aşamalı bir sonuca yol açıyor: Finansal şok. Ticari anlaşmazlıklar. Devletlerarası anlaşmazlıklar. Sosyo-politik krizler ve stratejik kriz. İşte jeopolitik çözülme bu aşamada başlıyor. Bizce başladı bile. Artık Atlantik ülkelerinin durgunluğunu, gelişmekte olan ülkelerin hızlı yükselişini, buna bağlı güç kaymalarını izleyeceğiz. Bu değişim döneminde çok ağır bölgesel krizler, çatışmalar çıkabilecek.

Tarihçi Niall Ferguson; kriz sonrası dönemde fakir güçlerin yükselişe geçtiğini, Batı'nın düşüşünün hızlandığını söylüyor. (Hürriyet 24-03-2010) Bu, son derece doğru bir tespit. Jeopolitik çözülme dediğimiz, ekonomik değişimin yanında siyasi sonuçlarıyla dünyayı etkileyecek gelişme aslında bu. "Dünyanın medeniyetsel bir dönüşüm noktasında olduğunu" söyleyen Ferguson, Osmanlı imparatorluğu dahil, sekiz büyük imparatorluğun borç yüzünden çöktüğünü, bugünkü Batılı/merkez ülkelerin aynı durumda olduğunu ifade ediyor.

Çünkü, gelişmiş ülkelerin 2007 yılında, GSYİH'sının yüzde 75'i olan borç oranının 2014 sonunda yüzde yüz 110'a ulaşacağını belirtiyor. Dünyanın en borçlu yirmi ülkesinin tohplam borcu 52.5 trilyon dolar.

İngiltere'nin dış borucunun GSYİH'e oranı yüzde 427, İsveç'in yüzde 275, Fransa'nın yüzde 247, Almanya'nın yüzde 189, İtalya'nın yüzde 154, ABD'nin yüzde 95.9. Bu verileri, daha çarpıcı örneklerle devam ettirebiliriz. Bir çok ülke aslında iflas noktasına gelmiş durumda. Sadece rakamsal veriler değil, dünyaya yön veren güçler, moral üstünlüklerini, inanılırlıklarını büyük oranda kaybettiler. Onların öncülüğünde, adil bir dünya sisteminin kurulacağına yönelik inanç neredeyse yok oldu.

Şimdi; merkez ülkelerin varolan güçlerini korumaya çalıştığı, yeni aktörlerin tarih sahnesine çıkmak için kararlı bir yürüyüşe geçtiği, gücünü iyice kaybeden statükoyu darmadağın edecek şekilde güç kaymasının yaşandığı bir dönemde, hangi ülkenin nasıl tepki vereceğini kestirmek çok güç. Böylesine büyük değişim büyük savaşlara, krizlere neden olmuştur. Süreç hiçbir zaman kendi seyrinde gitmemiştir. Bu sefer de öyle olacaktır. Öyleyse, bugün küçük, yerel çatışma alanları gibi görünen bazı sorunların ne kadar derinleşebileceğini, kendi ölçeğini aşabileceğini de düşünmek zorundayız.

İran paranoyasına dünyayı ikna edemeyen, en derin ortağı ABD'yi ikna edemeyen ve bunu varlık-yokluk meselesi gibi algılayan, hatta nükleer kozunu bile dolaylı biçimde de olsa göstermekten çekinmeyen İsrail'in neler yapabileceğini kestirmek mümkün mü? Bu, yakın tehlike olarak önümüzde duruyor. "Çok tehlikeli şeyler planlıyor" derken ciddi bir endişeyi aktarmak istedim. Bunun için Netanyahu-Obama arasındaki son iki görüşmeye bakmak bile yeterli...

Bize düşen, bütün bu ihtimalleri tartışırken, anlamaya çalışırken Türkiye'nin bu konjonktürde belirlemeye çalıştığı pozisyonun ne olması gerektiğine kafa yormaktır. Böylece hem yaklaşın tehlikenin zararını erkenden algılamış hem de Türkiye'nin geleceğine bir kapı aralamış oluruz...