İç zaaflar ve dış entrikalar, bir-iki ülkeyle sınırlı değil..

Selâhaddin Çakırgil

Ortadoğu bölgesinin özellikle son 100 yüzyıldaki temel mes’elesinin, Osmanlı Devleti’nin daha önceki 200 yılı bulan -ve bölgesinin yine de en büyük gücü durumunda olmasına rağmen- bir çok zaaflarına ek olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndan ağır bir mağlubiyetle çıkmasını takiben, tarih sahnesinden tamamen dışarı atılmasıyla ortaya çıkan param-parçalığından ve bu durumu sağlayan emperyalist odakların, bu bölgeyi daha da karmaşık hâle getirmek için sürekli entrikalar tertib etmelerinden kaynaklandığı gözardı edilebilir mi?
Böyleyken, özellikle Türkiye’deki müslümanların bir kısmında, Ortadoğu’nun bugün yaşadığı problemlerin asıl suçlusu olarak, özellikle de Türkiye veya İran gösterilmekte ve bir çok mahfilde, bölge mes’eleleri konuşulurken, karşımıza sadece bu kanaat çıkarılmakta; bu da, müslümanların zâten sınırlı olan güçlerini de zayıflatmakta, beyinlerini ve kalblerini yakınlaştırmaları gereken kesimlerin birbirine uzak durmalarına zemin hazırlamaktadır.
Hatırlayalım.. 4,5 sene öncelerde, 2011 yılı başında, Tunus’da Zeynelâbidîn bin Ali’nin 24 (kendisinin öncüsü olan Burgiba rejimiyle birlikte 55) yıllık yumuşak diktatörlüğüne karşı başlayan halk ayaklanması, hemen Mısır’daki 30 (kendisinin de öncüsü olan Nâsır ve Enver Sedat yönetimleriyle birlikte 60) yıllık diktatörlüğü işleten Husnî Mubarek rejimine sıçramış ve bunu, hiç beklenmiyen bir yerde, Muammer Gaddafî’nin 42 yıllık katı diktatörlüğünün sürdüğü Libya; onu da, Yemen’de 34 yıldır hükmetmekte olan Ali Abdullah Salih rejimi ile, küçük Bahreyn ülkesindeki çalkantılar ve nihayet Suriye’de 50 yılı aşkın zamandır hükmeden Baas rejimi ve 45 yılı aşkın bir zamandır yönetimi elinde bulunduran (Baba – Oğul) Hâfız ve Beşşâr Esed Hanedanı’na karşı başlayan gösteri ve ayaklanmalar takib etmişti.
Bütün bu ayaklanmalar önce Arab Baharı olarak isimlendirilmişti, uluslararası kamuoyunda, ama, bu hadiselerin daha ziyade bir ’halk patlaması’ olduğu anlaşılmıştı..
Bu büyük halk patlamalarından elbette ki, en başta da emperyalist güçler faydalanmaya kalkışacaktı.. Bu, tabiîdir. Ama, niceleri, bu hadiseleri hemen ve sadece dış etkenlere bağladılar. Gerekçeleri de, ’Bunlar niye arka arkaya oldu, bu halk kitleleri daha önce niye harekete geçmemişlerdi?’ şeklinde oluyordu. Halbuki, ’tazyik olunan şey genişler’ şeklindeki fizik kanunu, sosyal mes’elelerde de aynı sonucu veriyordu ve şişirilen balon bir yerde patlıyacaktı.. Ve bir yerdeki patlamalar, başka yerlerde de örnek alınacaktı.. Hele de, aynı dilden başka ülkelerdeki halkları da etkileyecekti.. Ve elbette ki, tarihin şekillenmesinde, kaderin üstündeki kaderin rolünü da asla unutmamak gerekirdi..
*
Bu büyük sosyal hadiselerin, ortaya çıkardığı korkunç görüntüler, neticeleri, acıları, kaosları.. Bütün bunlarda, Irak Baas rejiminin ve Saddam Huseyn’in 35 yıla varan katı ve kanlı diktatörlüğünün iç güçler eliyle değil, doğrudan dış müdahaleyle, Amerikan emperyalizminin askerî gücüyle çökertilmesi ve idâmıyla ortaya çıkan otorite boşluğu da etkili olmuştu.
Elbette bu büyük sosyal hadiseler olurken, bölgedeki her ülke de, önce kendi nefsini korumayı ve kendi menfaatlerini ve kendi jeo-politik, stratejik ve ideolojik konumunu gözetlemeye öncelik veriyordu. Bu da bir takım bölge ülkeleri arasında yığınla gizli-açık rekabet ve kırgınlıklara, düşmanlıklara de yol açtı, açıyor..
Böyleyken, Türkiye müslümanları arasında niceleri, bölgedeki bu kaotik tablonun sorumlusu ve aslî faili olarak Türkiye ve İran’ı göstermektedirler.
Bu yanlış.. Elbette bu iki ülke, bölgenin diğerlerine nisbetle daha güçlüleri.. Bu bakımdan bölgede yaşanan bu büyük sosyal çalkantıların ve karışıklıkların şekillenmesinde veya yönlendirilmesinde diğerlerine nisbetle daha bir etkili oldukları elbette düşünülebilir. Ama, bölgeyi istediği şekilde düzenlemeye çalışan güçlerin başta Amerikan – İsrail (ortak) emperyalizmi olmak üzere, diğer emperyalist güçler ve onların yerli müttefiklerinin olduğu ortadayken, sadece bölgedeki şu veya bu ülkenin yönetimini suçlamanın, bu ülkelerin halklarını da birbirine karşı soğukluğa sevkettiği unutulmamalıdır. Bu açıdan, özellikle medya organlarında tarafları hedef gösteren ağır saldırı ifadelerinin sürdürülmesinin müslüman halklar arasındaki kırgınlığı tamir etmeye hizmet etmiyeceği üzerinde durulmalıdır. Eleştiriler elbette yapılabilir, ama, İslam düşmanlarının ağzıyla yapılan yayınların- yorumların şeytanî güçlere hizmet edeceği görülmelidir.
Sanılıyor ki, Türkiye ve İran bölgedeki mes’elelere ilgisiz ve seyirci kalsa, bölge gülistan olur. Ortaya çıkan otorite boşluklarından sonra, bugünkü oyunun asıl kurucusu emperyalist güçler.. Ama, insanlarımızın bir kısmı, Suriye’deki felaketin baş sorumlusunun Türkiye ve Erdoğan olduğunu ısrarla iddia ediyorlar. Kaldı ki, Türkiye, askerî güçlerini bölgeye resmen göndermiş de değil, henüz.. Ayrıca, Suriye Buhranı’nın başlangıcında, Amerikan emperyalizminin ve müttefiklerinin onca teşvik ve tahriklerine ve de üstelik o dünyayla NATO’da birlikte olmasına rağmen, Türkiye, onların istediği bir müdahaleye ’Evet’ demekten dikkkatle kaçınmıştır ve bugün de kaçındığı görülmektedir. Ve 2 milyona yakın insana sığınak olmak gibi bir ağır yükü de fazla sarsılmadan taşıyabiliyor.. Hattâ, o kadar ki, 7 Haziran seçimleri öncesinde bir muhalefet partisi, Suriye’li sığınmacıları ülkelerine göndermek gerektiğine dair zâlimce sözleri etmesine rağmen, oylarında hiç bir artış sağlayamadı. Buradan hareketle, halkın genelinde o açıdan bir büyük rahatsızlık sözkonusu olmadığı söylenebilir..
İran’a gelince.. İran rejimi, Suriye, Irak ve Yemen’de -askerî danışman adı altında da olsa- askerî güçlerini ve de sayıları binleri bulan mezhebî milis güçlerini bulundurduğunu ve Hizbullah’ı da devreye soktuğunu gizlemiyor. Dahası, Irak ve Suriye’de, DAİŞ savaşçılarına karşı mücadele eden güçlerinin Amerikan bombardıman uçaklarının himayesinde hareket etmesinden rahatsızlık duymuyor; DAİŞ’i ortaya çıkaran yerli etkenler üzerinde durmuyor..
Türkiye’dekilerden niceleri de, Türkiye’yi suçlarken, emperyalizmin emellerine hizmet edildiğinden yakınıyorlar. Bu, tamamen reddedilemez. Çünkü, Türkiye, direnmeye çalışsa da, o neticede emperyalizminin sivri kargısı durumunda olan NATO’nun bir parçası olmaktan kurtulamadı. Ama, emperyalizmin etkisinden kim uzak kalabiliyor?
İran’ın, stratejik yazı ve yorumlarıyla dikkati çeken (tabnak.ir) isimli sitesinde 11 Temmuz günü, ’Nükleer uzlaşma, İran’ın bölge siyasetini değiştirecek mi?’ başlığıyla yayınlanan bir yazıda, ’Amerika’yla bölgesel işbirliği yapılmasının, itimadın geliştirilmesini gerektirdiği’ne; ’nükleer teknoloji konusundaki müzakerelerde bir uzlaşma sağlanırsa, bunun İran’la Amerika arasında bölgesel işbirliği yapılmasına müsbet etkilerinin olacağı’na değiniliyor ve ’nükleer müzakereler konusunda bir uzlaşmaya varılırsa, İran’ın bloke edilmiş 100 milyar dolardan fazla parasının serbest kalacağı ve bu güç ile, kendine tarafdar olan Hizbullah gibi gruplara malî yardımları arttıracağından ve bunun da, bölgenin istikrar ve güveniliğine ve Amerika ve müttefiklerinin bölgedeki menfaatlerine zarar vereceğinden endişe edildiği’ dile getiriliyor ve ’İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki -veya Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in deyimiyle- İran Körfezi’nden daha da büyük bir bölgedeki, jeo-politik ve ideolojik menfaatlerinin korunması, istikrarın ve güvenin ve değerlerinin korunması ve aşırı cereyanlarla mücadelenin sürdürülmesinin, İran dış siyasetinin kalıcı prensiplerinden birisi olduğu’ ifade ediliyordu.
Yani, tencere diplerinin durumu bu iken, Türkiye’deki bir kısım müslümanların Ortadoğu buhranını sadece Türkiye ve İran’ın oyun alanı zannetmeleri ve bundan dolayı birbirlerine soğuk davranmalarının üzerinde bir kez daha ve İslam kardeşliği adına düşünmeleri gerekmektedir.
Özellikle Suriye Buhranı’nın çıktığı ilk günlerindene itibaren, emperyalizmin, bu buhrandan hareketle, sonunda, Türkiye ile İran’ı, bölgenin iki büyük gücünü karşı karşıya getirmek gibi bir planlarının olabileceğini düşünmek için diplomat olmaya gerek olmadığını bu satırların sahibi devamlı işaret etmiş ve öyle bir facianın meydana getirilmesinin, emperyalizme altın tepsi içinde sunulan bir hediye olacağına değinmişti, defalarca..
Bugün, daha büyük facialarla karşılaşılmak istenmiyorsa, evet, eleştiriler kardeşliğin korunması için ve sınırlara riayetle yine yapılmalı, ama, halklar arasındaki mesafeyi açmaya çalışanların ekmeklerine yağ sürecek entrika ve fitne dolu iddia ve varsayımlardan kaçınılmalıdır. Çünkü, Ortadoğu bölgesinde bugün yaşanan krizler, iç zaaflarla dış entrika merkezlerinin birlikteliğinden güç kazanıyor.

dirilişpostası