Hadis ve Sünnet'in Önemi

Ahmed Kalkan

Sayıları gittikçe azalan bazı mü’minler,

Kur’an ve Sünneti (Allah’ı, Peygamber’i) ısrarla ve devamlı gündemde

tutmaya çalışırken; kalabalıklar hangi tanrı taslaklarının izini takip ediyor

ve ne tür önder ve liderlerin arkasından gidiyor? Bazıları Allah’ın kelamını

yüceltir, insanları oraya çağırırken; çevremizdeki insanlar, yöneticilerin ve

parti başkanlarının sözlerini kutsallaştırıyor. “Müslümanım” dediği halde,

Peygamber’e hiçbir yönüyle benzemeye çalışmayan kalabalıklar, modanın

taklitçisi, futbolun fanatiği, artist ve şarkıcıların hayranı, düzenin kurbanı

oluyor. Birinci grup sınavdan, cennet ve cehennem tercihinden bahsetmeye

çalışırken, çoğu insanın tek meselesi falan parti ile filan parti arasındaki

tercih oluyor. “Müslüman”, ‘Allah’a teslim olan’ anlamına geldiği halde,

“müslümanım” diyenler, kendini Allah’a karşı özgür hissedip hevâ denilen kötü

arzularına teslim olabiliyor. Okullarda, mahkemelerde, mecliste, parkta, çarşıda,

işyerinde, evinde kimin kurallarına boyun eğerek teslimiyet gösteriliyor? Bu

sorulara cevap bulmadan işleyeceğimiz konuların bilimsel çalışmadan öteye

gitmeyeceğini hatırlatarak söze başlamak istiyorum.

 

 

Dinin iki temel kaynağından biri

Kitab, diğeri Sünnet’tir. Kur’an ana kaynaktır, sünnet de onun açıklaması ve

uygulaması. Ümmet, asr-ı saâdetten bu yana dinin iki temel kaynağının Kur'ân ve

Sünnet olduğu görüşünde ittifak halindedir. Dinin teorik kaynağı Kur’an, pratik

kaynağı da Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Kur’an’la Peygamberimizin sünnetini

birbirinden ayırmaya kalkmak, dinin sadece teori sistemi halinde kalıp hayata

yansımasına engel olmak demektir. Kur’an’la sünnet, insan açısından etle kemik

gibidir. Sahih sünnete karşı tavır, Kur’an’ın hayata geçirilmesine karşı olmak

demektir. Sünnet, Kur’an’ın öz kardeşidir. Peygamberimiz Kur’an’ı en güzel

şekilde hayata dönüştüren örnek şahsiyettir. O, yok sayıldığı zaman, vahyin

hayata yansıması, her şahsın kendi anlayışına göre olacağından, dinde anarşi ve

kaos ortaya çıkacaktır. Peygamberin sünneti devreden çıkınca, Kur’an’ın doğru

anlaşılması ve hayata doğru şekilde geçirilmesi nasıl gerçekleşir? İster

istemez, bu boşluk doldurulacak; sünnet görevi üstlenmeye kalkan anlayışlar ve

peygamberlik/örneklik görevi yapmaya kalkan insanlar ortaya çıkacaktır.

Gerçeğini reddedince sahtelerine davetiye çıkarılacaktır. Sünneti reddeden

zihniyet, kendi anlayış ve pratiğini sünnet yerine koymaya kalkacak; bilinçli

veya bilinçsiz, hevâsını sünnetleştirecek, kendini de önder ve örnek olarak

sunmuş olacaktır.

 

 

Sünnet, Allah Rasûlü'nün,

ümmetine örnek olmak üzere Kur’an’ı hayata geçirmek için ortaya koyduğu

uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür.

Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek

tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir

İslâm’dı. Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan

delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı,

onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.

 

 

Bazı insanlar, mealcilik yaparak

Kur’an adına sünneti yok saymaya kalkıyorlar. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın

reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca

mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren

kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf

eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak

gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın

kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

 

 

Sünnet nedir?

 

 

Sünnetın mâhiyeti konusunda da

ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her

davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve

şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak.

Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile

ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur (Bu konuyla ilgili bkz. Müslim,

Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; İbn Mâce, Hacc 81 vb.). Peygamberimiz

de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7.

asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı

ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde

yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir.

Bununla beraber, çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak

hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi

sünnet olarak değerlendirilemez. 

 

 

Sünnetin vahiyle ilişkisini

belirlemek gerekirse, sünnetin vahiy yoluyla kontrol edildiği ve gerektiğinde

düzeltildiği rahatlıkla ifade edilebilecektir. Yani Hz. Peygamber'in, mânâsını

Allah'tan aldığı bazı uygulamaları dışında, sosyal olaylar karşısında­ki kendi

ictihadlarını da "vahyin kontrolü" ve şemsiyesi altında mütâ­laa

etmek gerekmektedir. Çünkü kıyâmete kadar devam edecek bir dinde, isâbetli

olmayan Peygamber’e ait ictihadların yerleşebileceğini izah etmek aklen de

mümkün değildir.

 

 

Sünnet Karşıtlığı

 

 

Dini yaşamada sünnete ihtiyaç

olmayıp Kur'ân'ın yeterli olabileceği tezi bazı çevrelerce savunulur. Tarih

boyunca kısmen Hâricîler, ve Mûtezile sünneti delil kabul etmeyen anlayışı

başlattı. Sonra müsteşrıklar (oryantalistler), onların etkisinde kalan

modernistler sünnetin bağlayıcı olmayacağını ileri sürmeye başladılar. Samimi

müslüman olduklarına hüsn-i zan ettiğimiz bazı kesimler de hadis rivâyetleri

arasına bolca karışmış uydurma ve zayıf hadislerden yola çıkarak hadis

rivâyetlerini tümüyle güvenilmez gördüler. Sünnet konusunda da tereddüde

düştüler ve onu tümüyle reddetme eğilimine girdiler. Bunlar, öncelikle “hadis

diye rivâyet edilen sözler” ile “Peygamberin Kur’an’ı tatbik etmek için yerine

getirdiği tevatür yoluyla bize ulaşmış davranışlarını” ve hatta “hadis” ile

“sünnet”i karıştırmaktadırlar.

 

Şu bir gerçektir ki, Kur’an ve

Kur’an’ın tevatür yoluyla bize ulaşmış tatbikatı olan sünnet, bireylerin ve

toplumların hayatındaki müşterekliği sağlamada temel işlev görmektedir. Bir

toplumu güçsüz bı­rakmanın ve yıkmanın başta gelen yolu, onun müşterek

değerlerini ve hayat tarzını yok etmekten geçer. Bu sebeple, oryantalistler

önce müslümanları Kur’an’ı önemsenmeyen, okunmayan bir kitap haline getirmeyi

ve sün­net hakkında şüpheye düşürmeyi, sonra da onu ortadan kaldırarak İs­lam

toplumlarının tevhîdî birlik ve beraberliğini yok etmeyi hedef almışlar ve

üzülerek belirtelim ki bunda da azımsanamayacak derecede başarı elde

etmişlerdir. Evet, ümmet tevâtür alanında ve bu alanın oluşturduğu akaid

esaslarında bir araya gelebilir, kardeşçe vahdete ulaşabilir. Zan alanı

ittifakı değil, ihtilâfı davet edeceğinden, bu tartışmalı alanda birleşme

olmaz. 

 

 

Sünneti reddedenlere karşı

Müslümanların çoğunluğunun olumsuz bir tavır aldığı halde, sünneti birkaç

şekilsel özelliğe indirgeyen anlayış, maalesef hak ettiği suçlama ve kınama

görmüyor. Kur’an’a ve tevhide yeterli hassâsiyet göstermedikleri halde, takvâ

sahibi kabul edilenlerin sünnet adına savunup diğer insanları dâvet ettikleri

şeyler iki elin parmağını geçmeyecek şeylerdir ve din açısından da özü,

Kur’an’ın hayata geçirilmesi cinsinden olmayan tâlî (sünnet olup olmadığı

tartışılabilecek olan Kur’an’ın önemsemediği) şeylerdir. Sünnet diye çoğu

insanın ısrarla yapıp başkalarına tavsiye ettiği şeyler: Yemeğe tuzla başlamak,

yedikleri şeyleri tek sayıya uygun düşürmek, sakal, sarık, çarşaf, bazı nâfile

namazlar ve ilâve edilebilecek bunlara benzer bir-iki şeydir; ha bir de erkek

çocukların küçük yaşta hıtan denilen operasyonu, yani oğullarını sünnet

ettirmek. Halk açısından sünnet denilince akla gelen ya sünnet düğünüdür, ya

yemekleri sünnetlemek veya farz namazların öncesinde veya sonrasındaki sünnet

namazlar, bir de (belki) sakal. Kur’an’ın hayata hâkim kılınması için

gayretler, putlarla ve putçularla mücâdele, İslâmî devlet oluşturma çabaları,

Kur’an hükümlerinin topluma hâkim kılınması için nebevî tavırlar, Kur’an’ın

şirke karşı nasıl tavır alınması gerektiğine ilişkin emirlerinin hayata

geçirilmesi, toplumun hayra doğru değiştirilip dönüştürülmesi gibi hususlar hiç

de “sünnet” kavramı içinde değerlendirilmez ve insanlar bunlara dâvet edilmez.

Hâlbuki sünnet, Kur’an’da emredilen ve Peygamber tarafından uygulanan ahlâkî,

amelî, şahsî, siyasal ve sosyal davranışların tümünü kapsar. Peygamberimizin

sîreti, hayatın her safhasını içerir. Bütün hayata şâmildir. Hz. Peygamber'in

Kur’an’dan yola çıkarak din olarak uyguladığı her şey de­mek olan Sünnet,

aslında Allah’ın belirledikleridir. Sünnet anlayışının, hayatı bir bütün olarak

kucaklaması gerekir. Dolayısıyla ''sünnet" kavramı: "Rasûl-i Ekrem'in

davranış ve sözleriyle orta­ya koyduğu Kur’an’ı yaşamak için örnek/model"

diye en geniş mânâsıyla kullanılmalıdır.

 

Sünnet, Peygamber’e din konusunda itaat etmektir, ki ona itaat, Allah’a

itaattir. Hz. Peygambere itaati emreden çok sayıda âyet vardır. Kur’an’ın ete kemiğe bürünmesi

diyebileceğimiz, Kitab’ın yaşanması anlamında sünnete karşı çıkan azâbı hak

eder:

 

<p>"Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah onu altından ır­maklar</p><p>akan cennetlere sokar, orada ebedi kalırlar. İşte büyük ka­zanç da budur. Kim</p><p>de Allah’a ve Rasûlüne karşı gelir, O'nun sınırla­rını tecâvüz ederse, Allah</p>onu ebedi kalacağı bir ateşe sokar." (4/Nisâ, 13-14)

 

<p>"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı</p><p>gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa onu gitti­ği yolda</p>bırakırız ve cehenneme sokarız.” (4/Nisâ, 115)

 

<p>"Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, Allah'ın azâbı/cezâsı pek</p>çetin olur." (8/Enfâl, 13)

 

 

<p>Sünneti Yaşamak</p>

 

Sünnet, Kur'an'ın hayata

geçiriliş biçimini bize açıklar ve yol gösterir. Bu itibarla Kur'an ve Sünnet

bir bütünlük arzeder.

 

Namaz gibi temel ibâdetlerin

nasıl uygulanacağı, tümüyle sünnete ihtiyaç duyacaktır. Sadece Kur’an’dan yola

çıkıp Sünneti tümüyle reddederek dinin doğru olarak yaşanması ve ibâdetlerin

usulünce yapılabilmesi mümkün değildir

 

 

Bugün çekilen sıkıntı, Kur’an’ın

hayata taşınmaması, yani sünnetin yaşanmamasıdır. Kur’an’ı her konuda rehber,

Peygamber’i de her konuda model ve örnek almadığı için toplum bin bir problemle

karşı karşıyadır. Bir peygamber kurye vazifesi gören bir postacı değildir.

Kur'ân'da Hz. Peygamber'e birtakım görevler verildiği anlaşıl­maktadır. Bu

görevler: Şâhit olma, uyarıcı ve müjdeleyici olma, öğüt verme, dâvet etme,

tebliğ etme,  tilâvet etme, ta’lim etme,

beyan etme, tezkiye etme şeklinde sayılabilir (2/Bakara, 125, 129; 3/Âl-i

İmrân, 164; 5/Mâide, 67; 16/Nahl, 44; 62/Cum'a, 2 vb.). Bu görevleri kendisine

yükleyen de Allah'tır. Dinin yaşanmasında, bir modelin, bir sünnetin varlığı

gereklidir. Peygamberlere iman, onlara itaat etmek içindir (4/Nisâ, 64).

Müslümanlığın özü ve esası kelime-i tevhidle ifade edilir. Tevhid kelimesinin

ikinci bölümü, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın rasûlü/elçisi olduğunu kabul

etmektir. Bu inanç, bizi peygamberin örnek ve önderliğinin kabulüne

götürür.   

 

Kur’an’ın gösterdiği ve

Peygamber’in gittiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak

kadar çok olumsuz sonucu ve sıkıntısından ayrı olarak, âhirette de büyük bir

cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken

peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir

meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını

göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile

getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: <p>“...O gün kâfirlere çok zordur. O günde</p><p>zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der.</p><p>‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten</p>sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”(25/Furkan,

26-29) İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin

yolunu/sünnetini terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden

uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak

bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır (Bkz. 2/Bakara, 165-167).

 

Allah, insanlara, kendi içlerinden peygamberler göndermiş ve onların

yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini

emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların

izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın

yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir.

Peygamber’in getirdiği yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar-

meşrû bir itaat değildir. “Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (4/Nisâ, 80) “

Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur” (Müslim, İmâre 38,

hadis no: 1839) şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek”

ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; onların sapıklıklarının peşinden

gitmek değil. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri,

sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun,

 uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan

kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde bilinmelidir.

“Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki:

‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz

başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara

azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!”  (33/Ahzâb, 66-68) (ve yine bkz. 7/A’râf, 38)

 

 

Peygamberimize indirilen Kur’an’a

aykırı hükümleri, düzenleri, kurumları, değerleri alternatif olarak kabul

etmek, öyle göstermek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte iseler,

bunları kabul edip rızâ göstermek, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün

bunlar Peygamber’in getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile

bağdaşmaz. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassâsiyetle durduğu

“peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan

“Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye

aykırıdır.

 

 

Sünnet bağlamında bizi burada

ilgilendiren “Sünnetullah” değil; ‘Sünnet-i Resulullah’tır. Resulullah’ın

sünneti denildiğinde ise anlaşılması gereken şey; Resulullah’ın Allah’ın Kitabı

Kur’an’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu tarifin kapsamında kalan ve bulunan

sünnetin ise bütün müslümanları ilzam ettiği (bağlayıcı bulunduğu)

bilinmelidir. Zira Resulullah, Allah’ın elçisidir. O’nun dininin ilk kabul

edeni ve ilk uygulayanıdır. Gerek vahyin kendisine ilk geldiği kimse olması,

gerekse bu vahyin içerdiğini düşünce ve ameller haline getirmede ilk uygulayıcı

olması bakımından peygamber biz müslümanları bağlar. Bu bağlama, esas

itibariyle Kur’an’ın bağlamasıdır. Zira peygamberi de bağlayan Kur’an’dır.

 

 

İhtilâfın Kaynağı ve Çözüm

 

 

Tevhid “teklemek, birlemek, bütünlemek” anlamlarına gelir. Yani dini ve hakikati

bütünlemenin en genel ifadesidir. Dinde ayrılığa düşerek dini parçalamak, bir kısmını alıp

bir kısmını dışlamak, yani hakikati parçalamak ve bir kısmını bütün yerine

ikame edip onunla yetinmek ise şirktir. Ümmeti parçalamak ise “sosyal anlamda

şirk”tir, “tefrika”dır, tersi ise “vahdet”tir. O halde vahdet tevhidin

toplumsal alandaki tezahürüdür. Dinin, kitabın, hakikatin parçalanması ve

böylece tevhidi imanın birleştiriciliğinden kopulması, kaçınılmaz olarak o

dine, kitaba, hakikate iman ederek tek bir ümmet olmuş ve böyle olması kitapta

beyan edilmiş bulunan ümmetin de parçalanması sonucunu kaçınılmaz olarak

gündeme gelecektir.

 

 

İctihat ve yorum alnındaki farklılıklar, çeşni, çok seslilik ve zenginlik olarak hoş

görülmesi gerekirken, hakikati, dini parçalama anlamına gelen muhkemler,

sabiteler ve akide alanındaki ayrılıklar, ya da değişkenleri sabite haline

getiren hizipleşmeler, cedelleşmeler ise tefrika olup, asla hoş görülmemesi

gereken ve Allah’ın razı olmadığı bir sapmadır. Dini parçalara ayırıp hizipleşenlerin,

bir süre sonra, ellerindeki parçanın din olduğu iddiasıyla onunla diğerlerine

karşı övünmeleri söz konusu olmaktadır. Allah bu durumu kınamaktadır.

 

 

Allah’ın razı olmadığı ihtilaf, bölünmemesi gereken bütünleri parçalamaya yol açan

ihtilaflardır ki, bunların en önemlisi de Kur’an’ın uyardığı hakikatlerde ve

dinde ihtilafa düşmektir. Mezhepler, meşrepler, ekoller, öbekler, gruplar, dini

oluşturan herhangi bir rüknü, dinin bütününden koparıp kendine has kılmadığı ve

dinin muhkemlerini, sabitelerini bütünlük içinde benimseyip parçalamadığı

sürece akide planında tevhide, vahyin belirlediği ortak akidede bütünleşen

İslam ümmetinin birliğini tehdit etmediği sürece de sosyal planda “vahdet”e

aykırı olmaz. Ancak, dinin sabitelerini parçalayan, değişkenlerini (zan

alanındaki yorum ve içtihat farklılıklarını) sabite haline getirip

akideleştiriyor, dinleştiriyorsa, varlığını kitabın müteşabih ayetlerine

dayandırıyorsa, dini teşkil eden ana rükünleri bütünden kopararak kendini

bunlardan biriyle tanımlıyorsa, bu yapılanma akidevi olarak tevhide, sosyal

planda da vahdete aykırılık oluşturur ki, buna tefrika denir.

 

Kitap ehlinin alimlerini, rahiplerini ilah edinmeleri; onların din adına ortaya

koydukları hususları sorgulamadan, vahye uygunluk denetimi yapmadan, en azından

fıtratın sesine kulak vererek, ya da akletme kabiliyetini kullanarak üzerinde

düşünmeden, doğru ve dinden kabul edip körü körüne taklit etmeleri

sebebiyledir. Bugün İslam adına bir kısım alimlerin, önderlerin, şeyhlerin,

üstadların ürettiklerinin vahye uygunluk denetimi yapılmadan, sorgulanmadan,

dinden kabul edilip taklit edilmesiyle benzeşen bir konumdur bu.

 

 

Dinlerini, kitaplarını tahrif ederek ve parçalayarak, Allah’tan başkalarını ilahlar,

rabler edinerek şirke bulaşan kitap ehline Kur’an, menşelerinde, köklerinde var

olan tevhide dönme, Allah’ı bırakıp da bazı insanları ilah edinme ve onlara

ibadet etme yanlışından “ortak kelime” olan tevhide rücu etme çağrısı

yapmaktadır.   

 

 

Yaklaşık olarak ehli kitapla benzer bir serüveni yaşayarak, önder, üstad ve şeyhlerinin

ürettikleri bid’at ve hurafeleri vahiyle denetlemeden, Kur’an’a uygunluğunu,

Resulün sahih sünnetine mutabakatını araştırmadan, olduğu gibi dinden sayarak

iman eden ve din olarak uygulayan ve kendini İslam’a nispet eden kesimlere de

bu ayetin muhtevasında olduğu gibi bir daveti yapmalıyız. Demeliyiz ki; “Ey

kendini İslam’a ve Kur’an’a nispet eden, iyi niyetli insanlar, gelin aramızdaki

ortak kelime olan tevhid kelimesinde buluşalım, İman ettiğimizi iddia ettiğimiz

Kur’an’ı belirleyici kılalım. Allah’a hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı

bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmayalım (rabler edinmeyelim).”

 

 

hiçbir mü’min, vahyin ilk şahidi olan Resulullah’ın (s.a.s.) Kur’an’da emredilen güzel

örnekliğini dışlayamaz, onun Kur’an’ın uygulaması anlamındaki ve yaşanarak

bugüne kadar mütevatir olarak intikal eden sünnetini reddedemez.

Reddeden olursa şüphesiz ki, Kur’an’da yer alan Resule itaat hükmüne aykırı bir

inançla mü’min olma vasfını kaybeder. Bu sebeple kesin bir delil olmadıkça

hiçbir mü’min sünnet inkarcılığıyla suçlanamaz. Çünkü hiçbir mü’min bunu

yapmaz. O halde bütün mü’minler hizbullah olmak, Allah taraftarı olmak zorunda

oldukları gibi, bütün mü’minler sünnet ehli olmak ve Kur’an’a tabi iseler ve

Allah’ı seviyorlarsa Resulullah’a itaat etmek mecburiyetindedirler. Bu bakımdan

bir kısım mü’minler sünnet ehli, bir kısmı ise sünnet karşıtı olarak

nitelendirilemezler.

 

Sünnet, vahiy değil, ancak vahyin denetimi altındaki

Resulün (s.a.s.) uygulamasıdır. Yanlış yapıldığında Allah tarafından

düzeltildiği için, Kur’ân’da düzeltilmeyenler Allah’ın dolaylı onayını da almış

sayılır. Sünnetin ilk kaynağı da Kur’an’dır. İkincisi ise, Resulden bugüne

milyonlarca insan tarafından yaşanarak ve mütevatiren intikal eden

uygulamalardır. Resul (s.a.s.), Kur’an’ı açıklama, tebliğ etme, yorumlama,

içtihat ve uygulamalarıyla bize şahitliğini yapma, örneklik oluşturma, bize

kitabı ve hikmeti öğreterek bizi eğitme, arındırma gibi oldukça önemli görev ve

sorumluluklarla donatılmış ilk şahit, Kur’an ahlakıyla, en güzel ahlakla

mücehhez bir Resuldür, Kur’an’la yolumuz aydınlatan bir önderdir.

 

Hadis ise, bu uygulamalarla ve Resulullah’ın (s.a.s.)’in

sözleriyle ilgili olarak anlam itibariyle intikal eden sözlü nakillerdir ki,

daha çok âhâd haberlerden oluşur. Bu alan, gerek rivayet zinciri bakımından,

gerek metin tahlili açısından tahkike muhtaç olan zan alanıdır. Bu bağlamda

Buhari, Müslim gibi hadis alimlerinin yerine getirdikleri çok büyük sorumluluk,

her türlü takdir ve duayı hak etmektedir. Allah (c) kendilerinden razı olsun,

rahmetiyle muamele eylesin, onlar, rivayet zinciri ve senetleri açısından sahih

olup olmadıklarını araştırarak yüz binlerce uydurma rivayeti ayıklayarak

atmışlar ve bugün bizim işimizi kolaylaştırmışlar, bizleri içinden

çıkamayacağımız büyük bir kaosun içine düşmekten korumuşlardır. Eğer bu güzel

çalışmayı ve hurafe olanları ayıklamayı yapmamış olsalardı bugün 500.000 ve

üzeri rakamlarla ifade edilen bu rivayet birikimi içinde mahvolmuştuk. Ancak bu

çalışmayı yapanlar da insandı ve bize aktardıkları 3.000 civarında rakamlarla

ifade edilen ve rivayet zinciri bakımından "sahih" olarak

nitelenenler içinde de gerek kendi insani zaafları sebebiyle ya da tarihsel

süreçte talebelerinin ilaveleriyle de olsa hâlâ bu sahih denilenler içinde de

uydurma rivayetler yer almaktadır. Bugün Sahihler üzerinde yapılan araştırma ve

tahlil sonucunda uydurma olanlar sahihler yanında çok düşük bir oranda

kalmaktadır. Bu sonuç bile, Buhari ve Müslim gibi hadis alimlerinin başarısız

olduklarını değil, tam tersine o günkü zor şarlarda yaptıkları çalışmalar

sonucu "sahih" olarak tespit ettiklerinin içinde, yüzyıllara sari

aktarım süreçlerinde meydana gelebilecek muhtemel değişme ve ilavelere rağmen

çok az uydurma rivayete rastlanması çok büyük bir başarı sağladıklarına delalet

etmektedir.

 

 

Bugünkü ahvalde, Sahihlerde yer alan bütün rivayetlerin senet ve zincir bakımından

"sahih" olduklarını kabul etsek bile, metin tahkiki ve tahlili

yönünden bir inceleme yapmak da bizim sorumluluğumuzdur. Bu rivayetlerin,

ahlakı Kur’an ahlakı olan Resulullah (s.a.s.)’e ait olup olmadığının

anlaşılabilmesi için Kur’an’a arzı şarttır. İmam Ebu Hanife’nin usulü bu konuda

anlamlı ve yeterlidir. Bu bağlamda yapılan araştırma sonucunda, Kur’an’a,

Resulün sünnetinin bütünlüğüne, Risalet misyonuna, ahlakına, akla ve mantığa,

kevni ayetlere vb uygunluk olduğu tespit edilirse, yine kesin olmamakla beraber

Resule ait olduğu galip zannına, kanaatine ulaşılırsa, onunla amel edilir.

Ancak gaybla ilgili rivayetler Kur’an’da yer almadıkça doğru olduğu iddia

edilemez. Zan alanı olan bu alandaki haberler üzerine akıde bina edilemez.

Resulden geldiği iddia edilen rivayetlerin tahkike tabi tutulması, bu bağlamda

hadis usulü gereğince Kur’an’a arz edilmesi suretiyle metin tahkiki ve tahlili

yapılması, şüphesiz ki, Resulü (s.a.s.) denetleme amaçlı olmayıp, Resul adına

gelen haberlerin doğruluğunu ve Resule ait olup olmadığını tespit amaçlıdır. Ve

bu çaba, ilmi birikimi olan her mü’min üzerinde büyük sorumluluktur. 

 

 

Din kuralları koyan vahiy Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında,

Allah ve Resulüarasında tabii ki (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki

söz konusu olabilir. Resulullah (s.a.s.) ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu

muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilahare Kur’an’a yansıyarak

olur. Yahut da Resulün bir içtihadı yada uygulaması haline dönüşerek bize

ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle

bir iddia (yani Allah'ın Kur'an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil,

sadece Resulün din konusundaki bir içtihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an

gereğince bağlayıcılığı vardır. Reslullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy

olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın

din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken,

bunların bir kısmının Resulullah tarafında Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği,

ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir iftira olur ki, bu risalet

görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir.

Diğer taraftan, Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an

ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi (s.a.s.) yönlendirip

böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği

iddia edilmiş olur ki bu büyük çelişki olur. Ayrıca böyle bir iddia Resulü (s.a.s.),

bütün inisiyatif ve iradesini yok ederek, tamamen Allah tarafından

yönlendirilen bir robot konumuna indirger ki, böyle bir Resulün bizim için

güzel örneklik oluşturması tartışılır hale gelir.

 

 

Diğer taraftan, bir rivayette yer alan ve Resule (s.a.s.) ait olduğu ifade edilen söz ya da

amelin Allah (c) tarafından korunmuş Kur'an'da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve

yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur'an'a uygunsa

Resule (s.a.s.) ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule

itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; "gayr-i

metluv"culara sormalıyız, arkasında "gayri metluv vahiy" ya da

"ilham" olmadıkça Resulün Kur'an hükümlerinden hareketle yaptığı

içtihadına, dini tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Halbuki,

emin olmadığımız zanlarla arkasında "vahy-i gayri metluv" ya da

"ilham" olduğunu iddia ederek değil, sadece Resul (s.a.s.) yaptığı ve

söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli

değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Resulün (s.a.s.) yapıp ettiklerinin

arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, "Allah'a ve

Resulüne itaat edin" ilahi emri gereğince, arkasında Kur'an dışı ilave bir

vahiy aramadan, sadece Resulullah (s.a.s.) yaptığı ve söylediği için ona itaat

etmenin Kur'an'a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.

 

Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın

muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel

birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden

yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın

delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat

alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi

gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akıdemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.

 

 

O halde tüm mü’minler, "ortak mütevatir " diyebileceğimiz bir hat çizmeli ve bu

hattın üzerinde yer alan ve her müminin mütevatir kabul ettiği Kur'an ve

milyonlarca Müslümanca yaşanarak aktarılan mütevatir sünnetin belirlediği dinin

sabitelerinde ve akıdesinde mutabakat temin ederek tevhid merkezli bir vahdeti

hedeflemeli, bu ortak mütevatir hattının altında kalıp zan içeren ve ağırlıkla

ahad haberleri kapsayan alandaki farklılıklarımızı da hoş görüp zenginlik

olarak telakki etmeliyiz. Ümmet olmak da, vahdeti temin etmek de ancak böyle

mümkündür.

 

 

Hadis, söz demektir. Istılahta Peygamberimizin din hakkındaki sözleri anlamında

kullanılır. Mütevâtir hadis: Peygamberimizin söylediği kesin olan hadislerdir.

Bir kimseye eğer illâ denilme ihtiyacı duyulacaksa “hadis inkârcısı” diye

suçlayıcı bir damga vurulacaksa “mütevatir hadis”i hadis olarak kabul etmeyen,

onu dinden saymayan kimseye denilmelidir. Âhad haberler ise Peygamberimizin o

kelimelerle söylediği söylenen sözlerdir. Peygamber’e ait olduğu zan içerir.

Zan, akidede delil teşkil etmeyeceği için bu rivayetler akaidde inanç esası

olarak kullanılmaz, kullanılmamalıdır. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’deki ifadeleri

açıklama olarak o rivayetlerden sahih olmak şartıyla yararlanılabilir.

 

 

Hadislerle Sünnet Arasında en önemli iki fark şudur: 

 

 

Mâlum, hadis Peygamberimizin Kur’anî hakikatleri açıklayan sözü, sünnet ise

Peygamberimizin Kur’an’dan yola çıkarak davranışlarıdır. 

 

 

Çok az sayıda olan mütevatir hadislerin dışında hadisler Peygamberimizin bu lafızlarla

bu şekilde söylediği zan ve şüphe içerdiği halde, sünnet mütevâtirdir. Tevâtür

yoluyla kuşaktan kuşağa devredilen, uygulana gelen amellerdir. 

 

 

İlâhî kontrol altında olan sünnet, Vahyin süzgecinden, Allah’ın onayından geçmiştir.

 

 

Bir mü’min hadis inkârcısı olabilir mi?

 

 

Bir Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed

Mustafâ’ya (s.a.s.) karşı konumu şudur: Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir

tasdikin yanında; ona tam anlamıyla uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul

etmeli; hükümlerini tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet

üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun sünnet-i

seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu

amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve

önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri, emri ve sorumluluğu

altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı ve

söylediği sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu

ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna

gitmelidir.            

 

 

Peygamberimizin söylediği kesin olan bir sözü hiçbir mü’min inkâr edemez.

Peygamberimizin dinle ilgili bir sözü beni bağlamıyor diyen bir kimse, mü’min olamaz.

Bizim açımızdan ele alırsak; Peygamberimizin bir hadisini kabul etmemek bir tarafa,

Peygamberimizin bir sözü için, onun sünnetini yaşamak ve yaşatmak için

gerekirse seve seve canımızı feda ederiz. Biz insanları onun yoluna davet

etmeye çalışan âciz bir mü’min olarak; sadece onun örnek alınması gerektiğini, onun

metodunu terk etmenin dünyada fitnelere, âhirette acıklı bir azaba sebep

olacağına inanan insanlarız. Hadis olduğu kesin olan bir sözü, mütevatir hadisi

veya sünneti inkâr eden kimse, Peygambere iman etmemiş olur ve mü’min olma

vasfını kaybeder. Peygamberimizi ve onun söylediği veya yaptığı kesin olan bir

söz veya ameli önemsemeyen kimse Kur’an’da defalarca vurgulanan Peygamberimizi

örnek gösteren, ona itaat etmemizi emreden âyetleri yok saymış olur ve iman

dairesinden çıkma riski büyük olur. Evet, hiçbir mü’min hadis olduğu kesin olan

bir sözü inkâr edemez, inkâr eder veya önemsemezse mü’min olamaz. Buna rağmen

mü’minlere kesin delilleri olmadan “hadis inkârcısı” diyen kimse, büyük bir

iftira atmış ve haksız tekfir etmiş olur. Bir mü’mine kâfir diyenin kendi

hükmünü düşünmesi gerekir.

 

<p>“Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları,</p><p>yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler bir iftira ve açık bir günah</p>yüklenirler.” (33/Ahzâb, 58).

 

<p>“Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, Kıyâmet</p><p>günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından</p>temizlenip) çıkıncaya kadar hapseder." (Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4883, 4/270).

 

<p>“Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.”</p>

(Buhârî, İman 4, 5; Müslim, İman 64, 65).