GEZİ YAZILARI 9: McDonald’s’ta Harira çorbası ve Meknes’te salaş bir tek

Hakan Albayrak

 

 

Her Ramazan televizyonlarda merhum Mustafa Akkad’ın Çağrı filmi gösterildiği gibi ben de her Ramazan Fas’tan iki hatıramı paylaşıyorum.

 

Geleneği bozmayayım…

 

HARİRA VE ŞÜREKÂSI

 

2008 senesinde Ramazan ayının bir haftasını dört arkadaşımla beraber Fas’ta geçirdim.

 

Ramazan ayında Fas tepeden tırnağa oruç ülkesi.

 

Açıktan oruç yiyen bir tek Faslıya bile rastlamadık.

 

Gündüz vakti lokantalarda ve kafeteryalarda sadece turistler yiyip-içiyor, onların masalarında oturan Faslılar varsa da önleri muhakkak boş.

 

Turistlerin uğramadığı semtlerin üzerine iftar vakti müthiş bir ıssızlık çöküyor.

 

Orucu evde ailece açmak tercih ediliyor.

 

Şu veya bu sebeple eve gitmeyenler veya gidemeyenler için lokantalarda 'standart’ iftar servisi yapılıyor.

 

İftar menüsü ülkenin her yerindeki her lokantada (ve evde) aynı:

 

Nohutlu ve safranlı Harira çorbası, üç-beş hurma, haşlanmış yumurta, bazlama ve süt yahut meyve suyu.

 

İftar denince sadece ve sadece bu anlaşılıyor.

 

“İftarda kebap yiyeceğim” yahut “kuru fasulye yiyeceğim” yok yani.

 

İftar = Harira ve şürekâsı.

 

Başka bir şey yemek istiyorsanız iftar vaktinin geçmesini bekleyeceksiniz, çünkü iftar vaktinde sadece yukarıda mezkûr menü servis ediliyor.

 

Bu, değişmez ve değiştirilmesi teklif dahî edilemez kanun gibi bir şey.

 

Esas yemeği iftar vaktinden en az bir veya bir buçuk saat sonra yiyor Faslılar.

 

Daha ziyade teravih namazından sonra.

 

(Sahur sofraları da pek mütevazı; iftar sofrasının çorbasız olanı.)

 

Bir akşam iki arkadaşımız "İçimiz-dışımız Harira oldu, bu akşam iftarımızı McDonald’s’ta hamburgerle açacağız" dedi.

 

Onları McDonald’s'a bırakıp geleneksel bir Fas lokantasına geçtik.

 

Yemeğimizi yiyip kahvemizi içtikten sonra arkadaşlarımızı almak için McDonald's'a geri döndük ki ne görelim?

 

Arkadaşlarımız hâlâ açlıktan kıvranıyor!

 

Meğerse ‘değişmez ve değiştirilmesi teklif dahî edilemez kanun’ orada da geçerliymiş.

 

Faslı McDonald's çalışanları "Hamburger iftardan sonra” demişler.

 

Bizimkiler “Ama biz iftarda hamburger yemek istiyoruz” diye üstelemişlerse de, Faslı çalışanların algı kapıları böyle bir şeye kapalıymış.

 

-İftar istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

 

-İftar olarak hamburger istiyoruz.

 

-Nasıl yani?

 

-Öyle işte.

 

-İftarda Harira çorbası, hurma, yumurta var.

 

-Başkalarına onları verin, biz hamburger istiyoruz.

 

-Hamburger iftardan sonra dedik ya.

 

-Ama biz…

 

-İftar istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

 

-Hamburger…

 

-Hamburger için bekleyeceksiniz. Bakın, iftar bekleyen müşteriler var, önce onların siparişlerini karşılamamız lazım.

 

Arkadaşlar beklemiş, beklemiş, beklemiş, ama geleneksel iftar servisi bittikten sonra da hamburgerlerine kavuşamamışlar.

 

Zira bu sefer de McDonald's çalışanları oruçlarını açmak için hizmete ara vermişler.

 

İftardan sonra da kahve faslına geçmişler.

 

Sırada akşam namazı varmış.

 

Biz geldiğimizde arkadaşlarımız hâlâ hamburger bekliyorlardı, dişlerini gıcırdatarak.

 

Tabii ki ondan sonra bir daha böyle bir maceraya girmediler.

 

Harira ve şürekâsına devam…

 

IAN DALLAS’I ABDULKADİR ES-SUFİ’YE DÖNÜŞTÜREN TEKKE

 

Darkavi tekkesini ziyaret edelim dedik.

 

Meknes pazayırında “Vay sen benim yılanıma baktın, ver 5 kuruş”, “Vay ben komiklik yaptım da senin gözün kaydı, ver 3 kuruş” deyip yakamıza yapışan esnaftan yakamızı kurtarıp yan sokaklara attık kendimizi ki bambaşka bir iklim, bambaşka bir hava...

 

Topyekûn harptan topyekûn sulha geçtik sanki. Kalbimize bir sekînet indi. Sonradan bir adam bize şunu anlatacaktı: “Burası erenler mıntıkasıdır. Okunup üflenmiştir. 100 senedir bir tek adli vaka dahî kayda geçmemiştir burada.”
 

Yoldan geçen bir adamı durdurup “Darkavi tekkesi nerededir?” diye sorduk. Adam “Dakika” dedi (Bi’ dakka bekleyin manasında) ve biz de neyi beklediğimizi bilmeden bekledik. Yoldan başka bir adam geçiyordu. Bizimki onu durdurdu, bir şey söyledi. Sonra hep beraber yürümeye başladık, sonradan gelen adamın izinde. Vardık bir tekkeye. “Burasıdır” dediler.

 

Vedalaşırken, o ilk çevirdiğimiz adamın âmâ (kör) olduğunu fark ettik.

 

Nezakete, asalete, yardımperverliğin yahut misafirperverliğin böylesine bakar mısınız? “Ben körüm, mazur görün” diyebilirdi, demedi. Bizi öbür adama emanet edip ayrılabilirdi, ayrılmadı. Değil mi ki biz kendisinden bir şey istemiştik, artık bizim kölemiz olmuştu. Bunu tahkir maksadıyla demiyorum. Benim geldiğin yerde hikmet ehli öyle der; senden yardım isteyenin kölesi ol. Neyse…Vardık işte bir tekkeye.

 

Ramazan’dı. Adamların bizi getirdiği tekkede (ki Araplar tekke değil zaviye derler) cemaatle teravih namazı eda ediliyordu. Hemen abdest tazeleyip ben de cemaate dahil oldum. Yanımdaki ahbabım dahil olmadı.

 

Herhalde hatimli teravih namazı kıldıklarından, rekâtlar pek uzun sürdü. Nihayet selam verdiğimizde, yeni bir namaz faslına geçiş esnasında, ahbabım yanıma gelip, “Burası Ticani tekkesiymiş” dedi.

 

Çıktık. Gene yoldan bir adam çevirdik. “Zaviya Darkaviya” dedik. Aldı bizi götürdü. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince pek sevindi.

 

Gene vardık bir tekkeye. Gene cemaat, gene teravih. Abdestim zaten vardı, hemen cemaate dahil oldum. Uzun uzun iki rekât kıldık. Selam verir vermez ahbabım yanıma gelib “Burası da bizim tekke değilmiş” demesin mi?

 

Hangisiydi, vallahi hatırlamıyorum. Güzeldi ve fakat vaktimizin darlığından bir an evvel Darkavi tekkesine vasıl olmamız lazım geldiğinden hemen çıktık ve her zamanki gibi yoldan bir adam çevirip “Zaviya Darkaviya” dedik. Gene ehlen ve sehlen.

 

Götürdü bizi bir tekkeye. Hemen cemaate dahil oldum. Teravih namazının son rekâtı imiş. Selam verip arkamı döndüm, ahbabıma baktım, evet manasında başını salladı.

 

Bu sefer doğru yerde idik. “Gariplerin Kitabı”ndan bildiğimiz, İskoçyalı Ian Dallas’ı Abdulkadir Es-Sufi’ye çeviren ve onun vasıtasıyla binlerce Hıristiyan veya ateist Avrupalıyı Din-i Mübin-i İslam’a çeken Darkavi tekkesinde.

 

Sen kalk, “Arayanlar bulamaz ama bulanlar ancak arayanlardır” sözünün peşine takılıp İskoçya’dan Mağrib’e gel, Meknes’te salaş bir tekkede hakikate çarpılıp Müslüman ol,  “Gariplerin Kitabı”nı yaz, “Cihad - Bir Temel Tasarım”ı yaz, daha pek çok kitap yaz ve İskoçya’dan İspanya’ya, Almanya’ya kadar binlerce insanın ihtidasına vesile ol, elhamdülillah.

 

Salaş bir tekke diye mahsus dedim. Şundan ötürü: Cenab-ı Zülcelal’in mübarek varlığını gayrimüslimlere ispat maksadıyla müsbet ilimlere müracaat ederek veya pek Batı meşrepli, pek entelektüel oldukları intibaını uyandırarak gayrimüslimleri İslam’a çekmeye çalışanlar -ki onların gayretleri de muhakkak kıymetlidir- o salaş tekke kadar sarsıcı (müsbet manada sarsıcı) olamamıştır gayrimüslimler üzerinde.

 

İşte o tekkede, Zaviya Darkaviya’da, teravih namazından sonra, bir adama, “Abdulkadir es- Sufi’yi bilir misin?” diye sorduk, o da “Bilirim, sonradan Müslüman olduydu, bizim tekkedendir, lakin nicedir uğramaz, hanımı gelir ama kendisi gelmez, nerededir kim bilir” dedi.

 

“Herhalde Güney Afrika’da” dedim.

 

“Maşaallah, maşaallah” dedi.

 

Sonra “Biz burayı Gariplerin Kitabı’ndan öğrendik” dedim.

 

“O ne?” diye sordu.

 

- Abdulkadir es- Sufi’nin yazdığı kitap.

 

- O kitap mı yazdı?

 

- Ondan başka daha birçok kitap yazdı. Kitapları gayet muteberdir.
- Bak sen. Maşaallah, maşaallah.

 

Pek sevindi.

 

Sonra beraber süt içtik ve zikir çektik. Her şey çok yalın ve güzeldi.