Galiba Hepimiz Sınıfta Kaldık

Mehmet GÖKTAŞ

“Sübhanallah! Elhamdülillah! Allahuekber!” diye okumalıydık şu üç dört gün içinde olup bitenleri, öyle yapamadık ve kaybettik.

İzlediğiniz gibi herkes birbirini sınıfta kalmakla, kaybetmekle suçluyor.

İktidar muhalefetin sınıfta kaldığını, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye yönetiminin ve Belediye Başkanının şu andan itibaren artık bittiğini ilan ediyor.

Bir yandan kilitlenip kalan, kara gömülen, buz tutan ve bu haliyle milyonluk bir oto parkı andıran İstanbul, bir yandan saatlerce dışarıda kalan on binlerce insan görüntüleri.

Muhalefete kulak verdiğinizde onlar da en azından iktidarın da muhalefet kadar çuvalladığını söylüyor. Belediyelerin sorumluluğunda olmayan havaalanlarını, köprüleri, tünelleri ve şehirlerarası otoyollardaki tıkanmaları gösteriyor.

Evet, yaşadığımız şu dört beş güne baktığımızda sınıfta kalan, kaybeden birileri var ama bana sorarsanız hepimiz kaybettik, hepimiz sınıfta kaldık.

Hem bu sınıfta kalmakla ve kaybetmekle de aynı şeyleri düşünmediğimi belirtmeliyim.

Evet, şu bir kaç gün içinde insanımızın yaşadığı bir takım sıkıntıları ve uğradığı zararları küçümsemiyorum ama...

Ne olmuş yani, şunun şurası beş on saatlik bir sıkıntıdan ibaret değil mi? Herkes ya sıcacık otomobilinin içindeydi ya otobüsünde veya bir takım tesislerde. Hadi bir kısmı da yollarda yürüyor olsun.

Allah aşkına, ayakkabısız, çorapsız, elleri ayakları soğuktan kıpkırmızı kesilmiş, kar ve çamurlar altındaki mülteci çadırlarında değildik ya!

Öncelikle şu sınıfta kalmanın ne demek olduğunu ve buna göre kimlerin sınıfta kaldığını bir daha gözden geçirelim.

Allah Teala’nın karşısında sınıfta kaldığımızı, böylece bir sınavı kaybettiğimizi düşünüyorum.

Çok konuda olduğu gibi medya bu konuda da başı çekti. Aklı başındaki bütün insanların hasretle beklediği karın adını afet koydu, beyaz kabus koydu, bela koydu, kötü hava koydu, diyecek başka bir şey bulamamış gibi sanki Allah (cc) ile savaşıyormuş gibi “karla mücadele” dedi.

Halbuki biz şu üç dört günde olup bitenleri “Sübhanallah! Elhamdülillah, Allahuekber!” diye okumalıydık.

“Sübhanallah” diye karşılamalıydık yağan karı ve yağmuru. Bilmeliydik ki O’nun müsaadesi olmadan, O’nun bilgisi ve kudreti dışında bir tek yaprak düşmez ve kıpırdamazdı.

Sonra “Elhamdülillah” diye devam etmeliydik.

Çünkü bu yağan hayattı, bu yağan bize hayat veren suydu, bu yağan barajlarımızı doldursun diye hasretle beklediğimizdi.

Bu yağan buğdaydı, bu yağan arpaydı, bu yağan mısırdı, hububattı, bu yağan sebzeydi, bu yağan meyveydi.

Bu yağan yoncaydı, bu yağan hayvanlarımıza yağıyordu, bizim emrimize verilen hayvanlarımıza yağıyordu.

Şu dört beş gün içinde mikrofonun başına geçenler ne olur bir kerecik olsun sözlerine “Elhamdülillah!” diye başlasalardı!

“Efendim, görüldüğü gibi bu yağışlardan dolayı çektiğimiz sıkıntılar?”

İşte orası da bizim “Allahuekber” deme makamımızdı, haddimizi bilme, acziyetimizi bilme, Âlemlerin Rabbi karşısında bir hiç olduğumuzu idrak etme, itiraf etme makamıydı.

Maalesef bu defa kaybettik ama inşaallah bundan sonraki sınavlarda kaybetmeyiz.