Emperyalizmin Tuzaklarına Karşı Çaresiz miyiz?

Selâhaddin Çakırgil

Bir noktayı tekrar hatırlayalım:

Latin Amerika’da adını duymadığımız veya duyduysak da, başkentinin adını bile bilmediğimiz, dünya siyasetini pek de etkilemeyen bir ülke ve coğrafyadan değil, Ortadoğu’dan ve müslüman coğrafyalarından söz ediyoruz; dünya tarihini daima derinden etkilemiş büyük harblerin, kargaşaların, isyanların, tarihî kanlı boğuşmaların coğrafyasından..

Her coğrafî konuda olduğu gibi, burada da yığınla iç ve dış etkenler iç-içedir. Bölge ülkeleri ve emperyalist güçler vardır; Ortadoğu’da sözsahibi olmak isteyen ve ‘Bu dünyada ben de varım..’ diyen her bir ülkenin ve güç odaklarının eli daima vardır.

Askerî ve diplomatik açıdan etkileri iki Dünya Savaşı’nda da iyice kırılmış olsa da, yine de ekonomik bir dev olan Almanya’nın, Türkiye’yi dinlediği konusundaki itirazları izaha çalışırken, ‘Ortadoğu’daki gelişmelerden habersiz kalmamak için..’ gibi gerekçelere sığınması bu cümledendir. Sionist İsrail rejiminin Netenyahu’su da, son ‘Gazze Saldırıları’nı kolaylıkla gerçekleştirmelerini, bölge rejimlerinin içinde bulunduğu durumla izah etmedi mi?

Ancak, bazıları var ki, dünyaya at gözlüğüyle bakıp, sadece kendi dediklerinin, kendi zannlarının kesin doğru ve hattâ müthiş bir strateji olduğunu sanmaktalar.

Herkes, bulunduğu, durduğu ve baktığı yere göre değerlendirme yapar, yapmalıdır. Bilgileri de o durumuna göre şekillenir, oluşur.

Bunlardan bir -ikisi, geçen yazıda değinilen konulara, özellikle de Afganistan’da Tâlibân hakkında yazılanlara itiraz ediyor ve belirtilen kanaatlerin şer’î delillerini istiyor ve hattâ, Amerika’da sahnelenen 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın Usâme bin Laden tarafından yaptırılmış olabileceğini zımnen iddia etmeye kalkışıyordu, onun bu saldırıyı yaptırdığı şeklindeki iddiaları reddetmediğini delil göstererek..

Gerçekte ise, hele de siyasî konularda yazılanlar kesinliği yüzde yüz isbatlanamıyacak subjektif unsurları ağır basan, kanaate veya sezgiye dayalı hususlardır. Hiç bir görüş veya nazariye, hele de siyaset konusunda, yüzde yüzlük bir kat’iyetle ifade olunamaz.

Kaldı ki, Afganistan'da İslam adına verilen mücadelelerin içinde, birçok güçler olduğu gibi, Amerikan emperyalizmi de tabiatiyle devredeydi. Hattâ o zaman için uçaklara karşı kullanılan en gelişmiş silahlar olan (Amerikan malı) Stinger füzeleri bile veriliyordu, 'cihad' teşkilatlarına.. Ve 'cihad' teşkilatlarının bir çoğu birbirlerini Amerika veya başka güçlerle işbirliği yapmakla suçluyorlar ve gerekli gördüklerinde birbirleriyle savaşıyorlardı. Hattâ, bazı liderler cuma namazı hutbelerinde kendi adlarını okutuyorlardı, ‘devlet oldukları’ iddiasıyla..

Ateşli nutuklarıyla tanınan ve ‘Kör İmam’ olarak ünlü Mısır'lı âmâ Ömer Abdurrahman da, getirildiği Afganistan'da yıllarca cebheden cebheye koşturulup, 'mücahid'leri coşturduktan sonra, ‘daimî ikamet’ vizesiyle Amerika'ya götürülmemiş miydi? O, orada ilk zamanlar Amerikan sistemini övgülere boğdu, ama, şimdi, ‘İkiz Kuleler'in çevresinde -11 Eylûl Saldırıları’ndan yıllarca önce- bomba yüklü bir aracı havaya uçurduğu ileri sürülen Pakistanlı Remzi Yusuf isimli bir eylemcinin aklını ateşli vaizleriyle çeldiği gerekçesiyle, müebbed hapse mahkûm olarak yıllardır zindanda, o övgülere boğduğu B. Amerika’da..

Bu gibi sürpriz tavır değiştirmeler bir güçler dengesi oyunu olan diplomasi arenasında her zaman olabilir bu alan da boşluk kabul etmez. Nitekim, Sovyet Rusya geriletildikten sonra, Afganistan’daki güç boşluğunu Amerikan emperyalizmi bizzat doldurdu; halen de istediği gibi oynuyor, oradaki bütün güç odaklarıyla..  

Aynı durum, bugün Suriye, Irak, Libya, Yemen ve diğer yerlerde sahnelenmiyor mu?

Böyle iltihablı, buhranlı bölgelerle dünyadaki güç savaşında söz sahibi olmak isteyen her bir devletin ilgilenmemesine şaşılmalı..

Ama, bazıları sadece kendi tarafdarı oldukları güç odağının, örgütün veya liderin etrafında bir hayalî dünya görüp, diğer güç merkezlerine gözlerini kapayarak yol alabileceklerinin zannı içindeler ve sonunda bir yerlere toslayınca.. Oyunu asıl kuranlardan ziyade, herkes sadece kendi coğrafyasındaki mahallî güç odaklarını suçlamakla tatmin oluyorlar.

İşte Suriye örneği..  Suriye’de 50 yıllık Baas diktatörlüğüne karşı ayaklanan yığınla gruplar, birbirleriyle de boğuşuyorlar ve birbirlerini ‘şeytanın askerleri’ olarak niteliyorlar. Taktik ve yok, strateji yok.. Sadece güzel hedefler.. Bir de kendilerine karşı çıkanları acımasızca yok edebileceklerinin mesajını taşıyan ve bağlısı olduklarını iddia ettikleri inanç sistemiyle de izah ve telif edilmesi mümkün olmayan korkunç vahşî görüntüler, boğazlayarak kesmeler, kitleler halinde kurşuna dizmeler..

Ve, birbirleriyle boğuşan bu muhaliflerine rağmen, Beşşar Esed liderliğindeki Suriye Baas rejimi ve Hizbullah güçleri, ilan edeceklerini aylardır iddia ettikleri nihaî zaferlerini bir türlü ilan edemiyorlar. Demek ki, o kadar zayıflar.. Buna rağmen, muhalif güçler, bir araya gelip, en azından, asıl büyük hasma karşı bir birliktelik sergileyemiyorlar, hırsları onları bırakmıyor.

Böyle bir durumda, İslamî hedefler için  savaştıklarını söyleyen güçlerin birlikte hareket etmesi ve başıboşluk durumundan kurtulmak gerektiğini hemen herkes söylüyor da, bunun nasıl sağlanacağını belirlemekte kimisi soya, nesebe, kan bağına dayalı açık veya zımnî saltanat anlayışlarına tutunuyor; kimileri de zer (altın/ servet) ve zor (kılıç, silah) gücünden meded umuyor.

*

Tarihte hep, kan deryası olmuş bir coğrafya ve kültür zemininde..

Ve de yığınla halifelik  veya şer’î liderlik iddiaları..

Kim, kime, niçin ve nasıl itaat etmesi gerektiğinin akli ve şer’i ölçülerini büyük ekseriyetin kabul edeceği şekilde ortaya koyamadığı için, küçücük gruplar bile bu kocaman iddiaları bayrak ediniyorlar. Ve başarıya ayarlı bir anlayışla gelişebiliyorlar da..

Başarı olmadığı zaman ise.. Derin bir çöküş, yıkılış, travma ve fikrî kaos..

Halbuki, hak anlayışı ve ölçüsü, başarıya değil, belki başarılar ve yenilgiler hakk ölçüsüne vurularak anlaşılmalıydı. 

‘IŞİD’ (Irak-Şâm İslamDevleti) iddiasıyla ortaya çıkan grup da bir yıl öncelerde işte böyle zuhûr ediverdi ve beklenmedik zaferler elde edince, cazibe gücü de arttı, ve şimdi sadece bölge değil, dünya dengelerini bile zorluyor.

Kendisini ‘Devlet’ diye isimlendiren o örgüt de, yüzlerce-binlerce insanı, hele de askerleri veya kendi inanç gruplarından olmayanları acımasızca katlediyorlar.. Katlettiklerini de gururla açıklıyorlar; yüzlerce insanı çöllerde yarı çıplak vaziyette sürü gibi koşturup, sonra da bir çukurda kurşuna dizdikleri sahnelerin video görüntülerini dünyaya yayıyorlar.. Bu dehşetli  görüntülerle kitleleri teslim alabileceklerini düşünüyorlar ve herhalde, nice kitleler bu yüzden de teslim oluveriyor.

*

Ve derken..

Gazze’de binlerce mâsum insan sionist haydutlar eliyle katledilirken, bunları İsrail’in savunma hakkı olarak bir de teşvik eden Amerikan emperyalizmi öncülüğündeki mâlum dünya ve 4 yıla yakın zamandır, Suriye’de ikiyüz binden fazla insanın ölümüne yol açan gelişmelerde, sırf kendi maslahat ve menfaatlerine göre ‘eşref saat’i beklerken;  Irak’da on yılı aşkın zamandır, hergün patlatılan bombalarla, onbinlerin can verdiği kaosun baş sorumlusu olduklarını görmezlikten gelerek, şimdi, IŞİD’e karşı uluslararası bir ortak direniş cebhesi oluşturmaya çalışıyorlar.

Bu da IŞİD’i daha bir cazibe merkezi haline getiriyor.

Hem siz, dünyanın başka yerlerinden gelip kendi menfaatlerinizi korumaya çalışırken, başkaları da oraya niçin yönelmesin? 1936-39 arasında, komünistlerle faşistler arasındaki  İspanya İç Savaşı’nda, dünya komünistlerinin o ülkeye akın edip uluslararası taburlar oluşturmaları hâlâ da alkışlanırken, IŞİD’in girdiği mücadeleye gönül verip koşanlar nasıl suçlanabilir?

Daha da ilginç olanı, IŞİD’ın, artık Hılafet ilan ettiğini açıklayarak, ismini İD (IS) ‘İslam Devleti’ (Islamic State)  diye kısaltması ve dünyanın bütün emperyalist güçlerinin -sözde- insanî kaygularla ona karşı durmaya çalışması da, bu örgütü daha bir cazibe merkezi haline getirmekte..

Papa Françesko, ’Atatürk’ün 1923’de kaldırdığı Hılafet bir daha kurulamaz..’ diyor, siyasete karışmamayı güya şiar edinmişken.. 

Sana ne?

Başkaları senin din devletine, Vatikan’ına karışıyor mu?

Amerikan Başkanı Obama da, ‘21. yüzyılda İslam Devleti’ne izin verilemez..’ diyor.

İngiltere, Irak’a askerini gönderiyor ve ‘Burada uzun süreli kalacağız..’ açıklaması yapıyor.

Amerika’yla kanlı-bıçaklı 35 yıllık bir geçmişi olan bir İran da, IŞİD’e karşı durmak için, Amerika’nın müdahalesinin inandırıcı olması temennisiyle, işbirliğine hazır olduğunu ve çok sayıda askerî danışmanını Irak’a gönderdiğini resmen açıklıyor. Irak’ın bugünkü duruma gelmesinde son 8-9 yıllık başbakanlığındaki icraatıyla en etkili kişi durumunda olan Başbakan Nurî Mâlikî’nin ardında yıllarca duran İran, şimdi, Mâlikî’nin istifa ettirilmesiyle uğradığı zaafı başka türlü karşılamaya çalışıyor.

İran’ın, ‘askerî danışman’ diye nitelenen ve sayıları yüzlerle, hattâ  binlerle ifade edilen askerleri sadece Bağdad’a değil, Barzanî’nin emrine de verilmiş durumda.. Ve Barzanî, Türkiye’den istediği yardımı alamayıp, İran’dan aldığı için, teşekkürlerini bildiriyor.

Suudî Kralı ve de müftüleri, IŞİD’i celladlar güruhu..’ olarak niteliyor.

Mısır’ın darbeci generali Sisî boş duracak değil ya.. 

Ortalıkta bir ‘tekfir’ furyası.. Kimisi, onları IŞİD’i kafir olarak niteliyor, kimisi ‘gerçek müslüman değil..’ diye niteliyor.  Kimisi, bir kanser uru diyor.. Onlar da kendilerini tekfir edenleri tekfir ediyorlar.

İsrail rejimi bütün bu gelişmelerden dolayı elbette dört köşe..

*

‘İslam adını kullanan her güç, isimle meşruiyyet kazanır mı?

T.C. Diyanet İşl. Başkanı Mehmed Görmez de, geçenlerde bu ‘IŞİD’ harflerinin türkçe açılımının yazılmamasını hatırlatıyordu.

Çünkü, ‘Irak- Şâm İslam Devleti’ adıyla karşısına çıkan böyle bir örgüt karşısında hassasiyet ve dikkat sahibi her bir müslüman en azından birkaç kez daha derin düşünmek ihtiyacını duyacaktır. Hele, daha sonra da Hılafet ilan edildiği iddiası olunca..

Şam denilen coğrafya, bilindiği üzere sadece Suriye’nin başkenti olan ve türkçede  Şam dediğimiz Dımeşq şehri değil, ‘Bilâd-ı Şâm’ denilen ve Lübnan, Filistin, Ürdün ve Suriye’ye içine alan diyarlar..

Ve bu teşkilat, ortaya çıkışından itibaren çok kısa süre içinde, Suriye’nin doğusundaki üçte birlik (yani yaklaşık 65 bin km²’lik) ve Irak’ın batısındaki üçte birlik (yani, 150 bin km²’lik, toptan yaklaşık 200- 210 bin km²’lik) bir alanı da kendi hakimiyeti altına almış ve Irak ve Suriye rejimlerini o bölgelerden etkisiz hale getirmiş bulunuyor.

Kim bunlar?

Tâlibân’ın da, Afganistan’daki komünist rejime kurulmuş -oluşmuş ‘cihad’  teşkilatlarının birbirleriyle yıllar süren boğuşmalarından yorgun düşen Afgan halkının da desteğiyle ve amma, muhakkak ki, zuhûrunun üzerinden 6 ay geçmeden, savaş uçaklarına bile sahib oluşu / kılınışı gibi bir durum, IŞİD’in ortaya çıkışı da..

IŞİD’in ardında kim var? Bilene aşkolsun..

Arkasında, elbette o yörelerin halk desteğini de yanına aldığı anlaşılıyor.

Ama, arkasında çok sistematik, planlı düşünen bir beyin gücü olduğu anlaşılıyor..

Devlet aklı denilen bir beyin gücü..

Bazıları, Saddam döneminden kalma subayları ve siyasetçileri gösteriyor..

Olabilir..

Ancak, asıl beyinlerin, kendilerine ‘selefî’  denilen cereyan mensubları olduğunun işaretlerini veriyorlar.. Yani, onların Irak Baasçıları’yla sürekli bir işbirliğinin olması düşünülemez herhalde..

Ayrıca, IŞİD’in savaşlarını İslam adına yaptıkları iddiası, İslam’a da, müslümanlara da büyük zarar veriyor. Onlar tıpkı, Hz. Ali’nin ordusundan oldukları halde, sonra ona karşı çıkan Hâricîler gibi, doğru sözleri eğri muradlar için söylüyorlar..

Çünkü, dünyaya bizzat yaydıkları görüntüler ve sergiledikleri dehşetli ve kitlevî imha yöntemlerinin, belki geçmiş zamanlardaki savaşlar örnek gösterilerek tevil edilecek yanları bulunabilir, ama, bugünün insanının aklına İslam adına denilerek yapılacak bir izahının olduğunu söylemek ve hele kabullendirmek kolay değil..

Bu örgütün elemanları en gelişmiş silahları, en gözükara şekilde ve ustalıkla kullanabiliyorlar. Ki, bu gibi silahları kullanmak ayrı bir maharet ister.

1991’deki Amerika- Irak (1. Körfez) Savaşı sonrasında Saddam güçleri Kerkuk’ten, 250 kadar tankı bile bırakıp kaçmışlardı, ama, oraya varan güçler o tankları çalıştırmayı beceremeyince..  Saddam güçleri geri dönüp, şehri tekrar ele geçirmişler ve Kerkuk’u kurtaran binleri ise öldürmüşlerdi.

Bu IŞİD savaşçıları ise, Amerikan bombardımanlarına, İran askerî danışmanlarının desteğindeki  Irak , Barzanî,  Suriye ve Hizbullah güçlerine rağmen, hâlâ direniyorlar.

Barzanî’nin peşmergeleri ve PKK militanları, ‘Biz sadece dağlarda savaşırız..’ diye izah ediyorlar çaresizliklerini.. Bu insanlar ise, çöllerde..

Tankları, uçakları, füzeleri var..

Muazzam para kaynaklarına sahib oldukları anlaşılıyor.. Suriye’de ele geçirdikleri petrol yataklarından hattâ Suriye rejimine bile petrol sattıkları yazılıp çiziliyor.

*

Türkiye, nasıl hareket edecektir, söylemesi zor..

Şimdi, asıl mesele şu..

Erdoğan Türkiyesi, az-biraz bir adım atacak olsa, içerden, düne kadar, ‘Ne işimiz var orada?’  diyenler, şimdi ‘IŞİD’e karşı oluşturulan ittifak gücüne ve cebhesine destek olmalıyız..’ diyorlar, ‘dünyayla birlikte hareket etmek’ten söz ediyorlar. HDP (eski BDP) ise, Türkiye’nin IŞİD’e PKK’yı karşı silahlandırmasını istiyor!!

Bir kaç ay önce, Adana civarında, MİT ‘tır’larının acaib bir yetki gasbıyla engellenmesini alkışlayanlar ise, şimdi türkmenlerin kendi kaderlerine bırakıldığından yakınıyorlar.

Türkiye ise, taa baştan, rehine alınmış durumda.. Musul’un ele geçirilmesi sırasında, o şehirdeki T.C. Konsolosluğu personeli ve ailelerinden 49 kişi 4 aydan beri IŞID’in elinde ve Musul  Valiliği’nde tutuluyor.

Türkiye, onların istemedikleri bir karar alacak olsa, IŞİD de, rehinelerden bir- ikisini, bazı Batı’lı gazetecilere yaptıkları gibi boğazlayıp, o korkunç kesme görüntülerini de internetlere verseler, Türkiye kamuoyu, bu görüntüyü kaldıramaz, seyirci kalınırsa, ortaya hükûmet krizi bile çıkabilir. Ama, T.C Hükûmeti ise, bir taraftan hem 49 kişiyi fedâ etmemeye çalışıyor, hem de 49 kişiyi kurtarmak adına atılacak bir adımla, binlerce insanın savaş ateşi içinde erimesine yol açacak gelişmelerden korunmaya çalışıyor.

Dünyanın nice güçleri sınır ötesinde cirit atıyor, ama, Türkiye, resmen, bu yönde bir adım atamıyor. Çünkü, Türkiye, NATO üyesi olarak, askerini sınır ötesinde, NATO izni olmaksızın kullanamıyor. Kullanmaya kalkışacak olsa.. NATO’yla karşı karşıya gelecektir. Ama, sadece Amerika değil, İngiltere, Fransa, Almanya güçlü şekilde devrede olabiliyorlar.

Öte yandan  Rusya da zaten bölgede tek başına bir ayrı etkin güç..

Ve Fransa Devlet Başkanı F. Hollande, önümüzdeki günlerde Irak’a gideceğini açıklıyor.

Obama, Suriye rejimine karşı savaşan, ‘ılımlı’ diye nitelediği muhalif güçlerle işbirliği yapmaya ve IŞİD mevzilerini Suriye hava sahasından da vurmaya hazırlanıyor.

Ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi kuruluşların ise, ne kadar sembolik ve fonksiyonsuz olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.

Leş kargaları, akbabalar işbaşında..

Su başlarını devler tutmuş..  

*

Obama, 'IŞİD'e karşı Türkiye de adım atmalı.' derken, n’apmalı?

Amerikan Başkanı Barack Obama, 8 Eylûl günü, Amerikan NBC tv. kanalında, ‘Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütüne karşı mücadelede, Türkiye, Suudî Arabistan, Birleşik Arab Emirlikleri ve Ürdün gibi sünnî ülkelerin adım atmaları gerektiğini’ söylüyor, ‘bu ülkelerin karşı karşıya kaldığı en büyük tehdidin IŞİD tarafından temsil edilen sünnî aşırılık (!?) olduğunu’  belirtiyor; ‘Bu  mücadeleye bu ülkelerin de müdahil olması lâzım. Bu onların bölgesi.. (IŞİD) bizden daha çok, doğrudan onlara tehdit oluşturuyor"  diyerek, yüreğinin sünnî müslüman halklar için nasıl yandığını (!) gösteriyordu. O ve kendi dünyasının bağlılarının yüreği başka zaman da şiî müslüman halklar veya Ezidî denilen küçük inanç grupları için yanıyor gibi gösterilecektir.

Ama, asıl gözetledikleri, sionist İsrail rejimi ve onun tâvizsiz koruyucuları ile hristiyanlar..

Obama, "Suriye'de ılımlı muhaliflere de daha çok kaynak sağlamalıyız. Çünkü, bu sünnî bölgede sünnilerle çalışmadığımız sürece, bu problemler  ortaya çıkmayı sürdürecektir. Hem Irak hem Suriye'deki stratejimizde amaç IŞİD üyelerini ve varlıklarını ele geçirmek" diye konuşuyordu. 

Obama’nın bu sözlerinde ’şiî bölgelerde de şiîlerle çalışmak gerektiği’ şeklindeki kanaatini zımnen ortaya koymuyor mu? Mezhebî baskıların kıskacına da giren Mâlikî’ye yıllardır yaptırdıkları da bugün IŞİD’i hazırlayan etkenlerden değil midir?

Biz müslümanlara düşen, asıl bu oyunu bozmak olmalı..

Birileri, kendilerini bazan sünnîleri sünnî olmayanlara ve bazan da şiîleri şiî olmayanlara karşı korumak adı altında kullanmak durumuna getirmemelidir. Bunun en kestirme çaresi ise, herhalde, herbir müslümanın, kendisini, çerçevesi zaman ve mekana göre değişen mezhebî kalıplara göre değil, tevhid inancının değişmez kalıpları içinde müslüman olarak nitelemesidir.

Evet, IŞİD'in uygulamaları  ve sahneledikleri tabloların İslam ve müslüman adına kabulü tartışılmalıdır, ama, bunu Obama işaret edince değil, kendi tabiî vazifimiz olarak..

Obama’nın sözkonusu bu konuşmasında, "Mes’ele, ılımlı sünnî ülkelerin ve liderlerin IŞİD'in temsil ettiği değerlerin İslam olmadığını söylemeye başlamaları ve bu konuda düzenli bir biçimde çalışmaları" demesi bile, hepimizi yaralamalıdır.

Türkiye, bu konuda nasıl bir tavır takınacaktır?

Cevabının verilmesi son derece zor..

Çünkü, NATO olarak karar alındığında, Türkiye mevcud andlaşmalar gereği, yan çizemez.

Belki, Afganistan’da, Libya’da, Lübnan’da ve Bosna’da olduğu gibi, ‘muharib güç olmaması’  şartıyla, diyerek sınırlı bir katılımda yer alabilir.

Üstelik, bu bölgede dünyanın emperyalist dünyanın güçleri cirit atarken, onun dışında kalmak tehlikelidir de..

Ancak, NATO üyesi olduğu halde, Türkiye’yi gerek Irak’da, gerek Suriye’de ve diğer coğrafyalarda, sadece jandarma  ve paralı fedaî  olarak kullanmak isteyen ve devreye güçlü şekilde girmesine asla izin vermeyen emperyalizm dünyasının oyunlarına karşı;  zor olsa bile, halkımızın inanç ölçülerine zıd olmaması dikkati içinde bir tavır belirlenmesi ümidiyle..

haksöz