Dinsizlik azgınlaşırken; İslam adına bunlar mı söylenmeli?

Selâhaddin Çakırgil

İki akademisyenin, bir TV kanalındaki tartışmasında, milyonların zihni abes şeylerle meşgul edilmiş yine...

***

Hangi konuda olursa olsun, inanç konuları, bir şeyin ‘kesin doğru’ olduğuna kalben inanmaya ve inanılana teslim olmaya dayanır. Bir kişinin ‘Amentü/‘inandım’ dediği konulara, aklen, mantıken veya ilmî verilerle dayanak bulmasında da bir mahzur yoktur, ama, bu şart değildir. Ama, ‘mu’min’in ‘taklidî iman’ durumundan ‘tahkikî iman’ seviyesine yükseltilmesi bir de teşvik edilmiştir.

Buna rağmen, bazı konuların tecrübî ilimler alanına girmesi düşünülemez. Öldükten sonra tekrar dirilmeye ve Ahiret hayatına kesin olarak inanırım, ama, bunun tecrübî ilimlerle ispatlanması mümkün değildir.

Sözgelimi, elektriğin bilinmediği yüzlerce sene önce, bulutlarda meydana gelen elektriklenme, şimşek ve yıldırım gibi hadiselerin oluşumu aklen izah edilemiyordu. Ama, bugün ediliyor.

Keza, 1400 yıldır okunan Kur’an’da, Furkan Sûresi- 53. âyette yer alan, ‘İki denizin suyunun sanki arada bir perde varmış gibi birbirine karışmadığı’ ibaresi ancak, bu son yüzyılda, tecrübî ilimlerle izah edilebildi. Bu izahlarla insanın inancı zayıflamıyor, tersine bir de inancının aklıyla savunma imkanına da kavuşuyor.

***

İnancın alanı ayrı, tecrübî ilimlerin alanı ayrı.. Felsefeninki daha bir ayrıdır.

İnanç, şekksiz-şübhesiz, kalbî tasdik etmek eyleminin adıdır. Felsefe, kainatı temaşa edip, akıl ve his yoluyla izah etme çabasıdır, her an değişkendir. Tecrübî ilimler ise..  Aklın sınırları içinde, varlık âleminin sırlarını keşfetme çabasıyla meşguldür. O da, her an yeni sınırlara varabilir.

Bu üç alanın verilerinden hareketle, ‘Dinsizlik’ cereyanları da bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da olacaktır.

Atheism, (tanrı varlığını kabul etmezlik..)de bize sağlıksız gelse bile bir düşünce tarzıdır. Kimse kimseye illâ da, şu inanç veya kanaati kabul etmelisin diye dayatamaz. Dayatırsa, kişi ya bir zorbadır, ya da kendini kandırmak isteyen bir safdildir.

Ancak bilinmeli ki, dinsizlik bugün, hele de İslam inancına sahip olanlardan bazılarının zayıf bir takım rivayetleri İslam’a ait imiş gibi göstermesini kurnazca kullanmakta ve Müslümanları, hele de genç nesilleri dinin özünden şüpheye düşürecek tartışmalara çekmeye çalışmaktadır.

***

İki akademisyenin bir TV kanalında yaptığı tartışmaya bakar mısınız?

Birisi, deve idrarının şifa olduğu ve içilebileceğine dair bir takım iddiaları ‘sahih’  diye savunmaya çalışıyor. Öteki de, bu iddianın gündeme getirilmesi üzerinde sanki önceden anlaşmışlar gibi, hemen bir şişe içinde ‘deve idrarı’ sunuyor, Al, iç!’  diye..

Allah aşkına, bu nasıl bir sefil mantıktır ki, milyonların huzurunda benim dinime nispet edilmeye çalışılıyor.

İslam insanı alçaltmak için değil, yüceltmek için geldi. O kişi, Hindistan’a gitsin, Hinduların, ‘tanrı’ kabul ettikleri ineklerin idrarını içmek için birbirlerini çiğnercesine yarıştıkları sefil sahneleri görsünler.

***

Kimisi, ‘hadis’ diye bir metin okur, bunun ‘hadis’ kitaplarında bulunamayacağını, ‘bu hadisi, ehlullah ve evliyaullah’ın, Peygamber’den âlem-i mânâda aldığını’ iddia eder; Pensilvanya Şeyhi’nin bağlılarının da onun, Allah ve Resulü ile görüştüğü gibi iddialarda bulunması gibi.. 

Kimisi, nur-i ilahî’nin filancanın simasında tecelli ettiği ve onun yüzüne bakmanın sevap olduğunu söyler veya en müstehcen konularda bile dualardan söz eder.

Bir inancı aşağılamak, ancak o kadar olur.

Diyanet’in kanunî vazifesi mâlum.. Ama, o kurumun içinde ve dışında, İlahiyat’larda ve diğer alanlarda ciddî Müslüman şahsiyetler, inancımızın üzerine sıçratılmak istenen bu gibi cifelere ve Müslümanların ilkel insanlar gibi gösterilmesine karşı, onlar bir tepki vermeli değil midirler?

***

Dinsizliğin bu kadar azgınlaştığı bir zaman diliminde,  insanı, aklen saptıracak çapta şaşırtan bit takım zayıf veya asılsız rivayetlerinin kitlelere yansıtılması karşısında suskunluk,  İslam üzerine şüpheler düşürmek  oyununa gelmek değil midir?

stargazete