Dert, aynı.. İnancımızın ölçüleri içinde düşünmek sancısı..

Selâhaddin Çakırgil

Eylûl’ün ilk günleri, Gölcük ve Karamürsel’de idim, bir arkadaşla birlikte..

Gölcük Merkez Camii’nin merhûm imamı Hâfız Ali Hoca’nın oğlu ve Almanya’da yakın komşum olan Abdurrahman Bey’in hane-i saadetinde geceledik..

Bulunduğumuz yer, Gölcük’e tepeden bakan bir noktada idi.. Geceleyin, karşı kıyılarda başlayan ışık denizi İzmit Körfezi’ni ve Gölcük üzerinden batıya doğru devam ediyordu..

Halbuki,  Körfez’in güneye sahillerinde 45 sene öncelerde küçük küçük yerleşim birimleri vardı..  Hele, Seymen denilen bölgede, sahiller bomboştu.. Şimdi ise, oralar, dev bir şehir.. Fabrikalar, işyerleri, canlı bir hayat..

Bu mekanlar, hatırlanacağı üzere, 17 Agustos 1999 gecesi, 16 yıl önce çok büyük bir deprem felaketi yaşamış ve onbinlerce insan hayatını kaybetmişti..

İzmit’i geçen aylar içinde birkaç kez gördüm.. Depremden hiç bir iz kalmamış denilebilir. Gölcük de, o depremde, binlerce insanını kaybetmiş, çok büyük hasar görmüştü..

Gölcük’de de hemen hiç bir iz kalmamış.. Sadece Donanma Komutanlığı’nın yakınında bir yer, denize gömülmüştü;  o çökmüş yer, öylece denize bırakılmış, orası yeniden doldurulmamış.. O deprem sabahı, ilk haber filmlerine baktığımda gördüklerim korkunçtu..

Bu arada, Gölcük’ün arka tarafında, fındık bahçelerinin olduğu yerlerde,  depreme dayanıklı oldukları belirtilen eteklerinde kocaman bir yeni şehir kurulmuş.. Her taraf yemyeşil.. Her tarafta, canlı bir inşaat yoğunluğu gözleniyor.. Yeni binaların oldukça sağlam yapıldığı da gözlenebiliyor.. Henüz iki sene önce, bomboş olduğu söylenen yerlerden şimdi oldukça güzel binaların yükseldiğini gören Gölcük yerlileri bile,‘Burayı görmemiştik, ne zaman dikilmiş bu binalar..’ diye şaşırıyorlar..

Binaların yapılmasında, eskiden vatandaşlar arasında olmayan bir dikkatin geliştiği anlaşılıyor. Şimdi, kendiliklerinden resmî makamları daha bir harekete geçiriyorlarmış.. ‘Bir musibet, bin nasihatten iyidir.’ denilir ya; öyle bir durum..

Akşam, gecenin geç saatlerine kadar, Gölcük’de kanaat önderi durumunda bazı seçkin müslümanlarla uzun uzuuuun sohbetler oldu.. Şahsen faydalandım..

Gölcük’e 40 sene önce de bir konferans için gitmiştim, 1975’lerde.. O zaman da oldukça fikir ve heyecan bakımından Gölcük farklıydı ve beni o zamanlar Gölcük’e davet edenlerden bir kardeşimiz de orada idi..

*

Özellikle Dinçer ve Mâhir kardeşlerimizin görüşleriyle daha bir zenginleşen bu sohbette dile getirilen bazı görüşler, zihnime takıldı, yüreğime oturdu..

Orada dile getirilen görüşlerden bazılarını burada tekrarlıyalım. Çünkü, bunlar hepimizin mes’eleleri.. Ve Anadolu’nun hemen her bir yanında bu gibi yakınmaları işitebiliyoruz..

Arkadaşlardan birisi, ‘Bugün nasıl bir duygu ve düşünce çerçevesi içinde bulunduğumuz konusunda biz burada kararsızlık içindeyiz..’ dedi..

‘İlk gençlik yıllarımızdan beri, sizlerin çıkardığı dergilerin de gündemimize yerleştirdiği terimlerle, tâgût dedik, Dâr-ul’Harb dedik; demokrasi dedik, şirk dedik, seçimlere katılmak üzerine ateşli tartışmalar yaptık.. İnsanların tâgût düzenlerinde vazife yapıp yapamıyacakları üzerinde geçmişte, pratik kabiliyeti olup olmadığını düşünmeden ne çetin tartışmalar ve yorumlar yaptık..  Ama, bugün görüyoruz ki, dün düzenin emrine girilemiyeceğini söyleyen nicelerimiz, bunların herbirisini unutmuşuz; sistemin en hassas mekanlarına kadar gelmişiz.. Dün o kadar uzağında durduğumuz sistemi, bugün âdetâ özümsemiş gibiyiz.. Bu ifrat ve tefrit durumu değil mi?’ dedi, bir kardeş..

Bir diğeri, ‘Düne kadar nefret duyduğumuz bazı kişilerin ismini, şimdi gaayet rahat bir şekilde, yazılarımızda- sohbetlerimizde sanki tertemiz isimlermiş gibi kolaylıkla telaffuz edebiliyoruz, kanıksamış gibiyiz artık bu durumu..’ dedi..

Bir diğeri, ‘Sanki, bugün çok radikal ve aşırı fikirler ileri süren bir takım cereyanların ve örgütlerin savunduğu fikirlerin yakınlarında dolaşıyor gibiydik dün.. Biz de idealimizdeki  İslam toplumunu nasıl oluşturabileceğimiz konusunda düşünüyor, fikirler yürütüyorduk..

Ama, bugün, o radikal unsurlar, dünyada, o yüce hedeflerimizi kendilerine bayrak edinerek, korkunç eylemler sergilemeye başlayınca, kendi mâsum görüşlerimizi bile düşünüp tartışmaktan, kaçınır olduk.. Belki bilgi ve tahsil seviyesi bakımnıdan ilerledik, ama heyecanımızı büyük çapta yitirdik gibi…’  dedi..

*

Elbette bu gibi durumlar hem büyük çapta doğru ve hem de  her iktidarın başına gelebilecek hallerden.. Üstelik de 80 milyonluk dev bir nüfus ve bir o kadar da dev problemleri olan bir ülke..

‘Aman efendim.. Bir dünya saltanatıdır ki bize de ulaşmıştır.. Bırak biraz da bir sürelim..’ sözünün 1200 yıl öncelerde ve sadece Bağdad’daki Abbasî Sarayı’nda söylendiğini sanmıyalım..

Kaldı ki, Hz. Peygamber (S)’in terbiyesinden geçenler bile Uhud’da, kendilerine Hz. Peygamber tarafından verilen emri bile unutup,  ganimetlerin, dünya nimetlerinin dağılımında geç kalmıyalım diye siperlerini terk edince ağır bir yenilgi almamıza sebeb olmamışlar mıydı?

Ayrıca unutmayalım ki, bizim  bugünkü durumumuz, daha da çetin ve karmaşık..

Mevcud sistem, halkımızın temel hayatî değerlerine ve ölçülerine göre kurulmuş bir sistem değildir.. O,  temel değerlerimizin haram olarak bildirdiklerini caiz bilmektedir. Ve bugün bir geçiş ve restorasyon döneminde sayabiliriz kendimizi.. Yıkmadan yeniden yapmak gibi bir usûl ve uslûbu benimseyen bir anlayışla..

Bu usûl ve uslûbu benimsemeyen ve yeniden yapmak için temelden yıkmak yolunu ve metodunu takib edecek ve bunun ağır yükünü kaldırmaya talib insan gücümüz ve halklarımızın dünyasında neşv’u nemâ bulmuş bir kültür dünyamız var mı?

Ve bugün şunu da unutmayalım ki, lokomotifimizin şef treni her ne kadar bizim içimizden birisi ise de  onun raylarını başkaları döşemiştir ve o yolda gitmeye mecburdur ve ayrıca elinde bir de yol haritası  (anayasası) vardır; nereden, nasıl gideceğine dair..

Elbette ideali yine tartışalım, ama, bu realiteyi de unutmadan..

Tamam, bazı mevzileri kazanıyoruz, hayal bile edemediğimiz bazı engelleri aşıyoruz, ama, insan olarak kendi içimizdeki bazı mevzileri de kaybediyor ve aşınıyoruz; hele de  fikrî bakımdan ve inandığımız gibi yaşayamayınca yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz. Gücün ve iktidarın âfetleri bunlar..

*

Elbette inandığımız değerlere göre bir dünya kurmak idealimizden asla uzak düşmemeliyiz. Ama, pratikte, realitede hayallere dalmadan, ayaklarımız yerden kesilmeden,  göklerde olan idealimizi yeryüzüne nasıl indireceğimizi de düşünebiliyor muyuz?

Daha da önemlisi, inandığımız değerlere göre bir dünyayı hangi coğrafyada kuracağız? Hangi halk’a, kim hangi yetkiye dayanarak bir yaşama tarzı sunacak veya dayatacak ? Ve bunun için de, başka yerlerdeki sultanlara, krallara, liderlere, rehberlere, cumhurbaşkanlarına, şeflere, şunlara-bunlara da bakıyor muyduk? İdeal dünyamız için bugünkü dünyada mükemmel örneklerimiz var mıydı?Ve biz bütün bu gerçeklerden kopuk ve onlarla yüzleşmeyi ve gerektğinde zıdlaşmayı göze alacak bir  gücümüz  var mıydı?

*

Akşamdan, yine Almanya’da komşuluk yaptığım eski Muş Akıncılarından olan  Seyfeddin Bey’in Karamürsel’deki evine çağrılmıştık, sabah kahvaltısı için..

Orada da beklemediğim anda, karşıma güzel şiirlerinden tanıdığım şair kardeşimiz Bunyamin Doğruer çıkmaz mı! Hoş bir sürpriz..

Orada da bir mikdar sohbet oldu, ama, bir taraftan da gazeteye geçmem gereken yazımı tamamlamam gerekiyordu..

*                        

Ve… Sahi, ben bir ’suikasdçi’ miyim?

Star’da da yazmaya başlayınca, hakkımda, mâlum cebhede bir kampanya başlatıldı,U. Mumcu Suikasdi’nın ve öteki bazı suikasd ve terör eylemlerinin sanığının Star’a yazar  olduğu iddiasıyla.. Halbuki, 9 aya yakın zamandır ülkedeyim ve 7 aydan fazla zamandır da Diriliş Postası’nda günlük yazılar yazmaktayım. Ülke dışında olduğum zaman da İstanbul’da yayımlanan bir gazetede ve birçok dergide de yıllardır yazılar yazmaktaydım. Star’la mı uyandılar, sormaya değer..

28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde hakkımda uydurulmuş olan bu iddialara, külliyyen yalan demekten başka bir karşılık vermeye gerek yok.. Kaldı ki, yargılanmam hâlâ da devam ediyor.. Yargılanacağımı bile bile geldim, ülkeme..

1980’den itibaren yurt dışında yaşamak zorunda kalan birisi olarak, U. Mumcu’nun katledilmesi sırasında da yurt dışında idim, diğer suikasdler zamanında da..  Ve benim inancım, cinayetlere de izin vermiyor.

Yıllar boyu yayınlarında ’yargısız infaz’lardan şikayet edenlere hatırlatayım ki, ömrü boyunca kaleminden başka silah kullanmamış ve toplum kesimlerini terörize veya tahrik etmenin vebalini asla unutmamış birisi olarak, bu gibi iddiaları külliyyen reddediyorum ve kendi vicdanımda rahatım.

dirilişpostası