Dâvâ Adamı mısın? -1-

Ahmed Kalkan
“Da’vâ” kelimesi ile “da’vet” kelimesi aynı kökün iki büyük dalı. Dâvâ; sözlükte “çağırmak, seslenmek, duâ etmek, getirilmesini istemek” anlamına geliyor. Kerim olan Kur’an’da, sözlük anlamına uygun olarak, “çağırma ve duâ mânâsında üç âyette geçmektedir.[1] “Dâvet”, insanları hakka, hidâyete, Allah’a ve O’na kulluğa bir çağrıdır; dâvâ da bu çağrıyı yaptıran bilinç… O yüzden dâvâ adamı olmadan dâvetçi olunmaz. Dâvetçi olmayan bir kimse de dâvâ adamı sayılmaz.
Dâvâ adamı… Hangi dâvâ? Kur’an’ın ifadesiyle, ‘dağların bile, üzerine aldığında korkudan parça parça olacağı’[2] dâvâ… ‘İnsandan başka, her şeyin yüklenmekten çekindiği’[3] dâvâ… Onun büyüklüğünün farkında olanları inim inim inleten, dizlerinin bağını çözen, mağaralarda inzivaya çektiren, çöllerin yalnızlığına sürükleyen dâvâ… Kendini kendine unutturan, kalabalıklar içerisinde yalnızlaştıran veya farklı bakışla; Allah’ı her an hatırlattığından kendini hiç unutturmayan, sahibini hiç yalnız bırakmayan bu dâvâ nasıl bir dâvâ idi?
Evet, bu, kulluk dâvâsıdır ki her şeyin sahibi olan Hz. Allah’ın (cc), insana yüklediği en büyük görevdir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım.”[4] beyanı ile insana görevini bildiren Allahu Teâlâ, bu ağır yükü insana vermiştir.
Kâmil insan, rehberimiz, önderimiz ve örneğimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.); varolan acılara ilâve olarak daha büyük imtihanlara, hayatı boyunca büyük zorluklara sabrettiren dâvâ, kul olma dâvâsı idi. O, önce kul, sonra rasul idi.
Bu öyle bir dâvâ idi ki, tek önderimiz Peygamberimiz’e: “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz, bu dâvâdan vazgeçmem!” dedirtiyordu. Bu, öyle bir dâvâ idi ki, Hz. Ali’yi Peygamber’e sûi kast yapacakları gün, yüzde doksan dokuz ölüm riski olan sûi kast yatağına seve seve yatırıyordu. Bu öyle bir dâvâ ki, Hz. Ömer’e hicret esnasında: “İşte ben Medine’ye hicret ediyorum. Kim karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak istiyorsa, sabahleyin Mekke çıkışında beni takip etsin!” dedirten bir dâvâ. Öyle bir dâvâ ki; kılıçla başı kesilirken, “ben kazandım!” diye katiline haykırmayı öğreten bir dâvâ. Bu öyle bir dâvâ ki, Müslümanları ihbar ettiremesinler ve gizli savaş taktiklerini zorla da olsa söylettiremesinler diye dilini dişleriyle koparıp düşmanın yüzüne dilini tükürten bir dâvâ. Bu öyle bir dâvâ ki, “düşman askerleri toplandı, üzerinize geliyor, korkun onlardan” denilince imanları artıp “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dedirten bir dâvâ. Bu öyle bir dâvâ ki, ülkenin en fakiri karnını doyurmadan kendi karnını doyurmayı câiz görmeyen ve günlerce aç kalan devlet başkanları yetiştiren bir dâvâ. “Kudüs işgal altında. Onu fethedinceye kadar vallahi hiç gülmeyeceğim” diyen ve Kudüs’ü kurtarıncaya kadar tebessüm bile etmeyen Selâhaddin’lerin dâvâsı. Bu öyle bir dâvâ ki, yüzde yüz ölüm olsa da; şehit olacağım diye düğüne, bayrama gider gibi gülerek dâvâ uğruna ölüme atılanların dâvâsı.
Hacer anamızın, kendisini Mekke'nin kurak çölünde küçücük oğluyla birlikte yalnız bırakan büyük eşi Hz. İbrahim efendimize söylediği şu sözleri söyletir dâvâ:
“Böyle yapmanı Allah mı sana emrediyor?” Hz. İbrahim: “Evet” deyince, Hacer de: “O halde O, bizi asla yalnız bırakmaz!” demişti. İşte ıssız bir çölde bebeğiyle yapayalnız yaşayacak Hacer’e bu sözü söyleten dâvâ… Hz. Ebubekir’e: “Bunu Muhammed mi söylüyor? Öyleyse doğrudur!” dedirten dâvâ.
“Gerek zindanda gerekse hastanede olsun, Müslüman olarak öldükten sonra hiçbir şeye aldırmam. Allah nerede, nasıl bir ölüm yazmış, onu bilmem. Ancak, yatakta ölmeyi değil de, şu üç durumdan biri üzere ölmek isterim. Ya Allah’a ibâdet ederken secdede; ya Allah yolunda dâvet eder, ilim öğretirken kürsüde, ya da Allah için cihad ederken cephede…” dedirten dâvâ. Allah yolunda, Allah için yaşayıp aynı gaye uğrunda ölmek, daha doğrusu ölümsüzleşmek… İşte dâvâ bu. Akıl ehli hayatta kalmak için onlarca yol arayıp bulmaya çalışırken, gönül ehlinin Allah yolunda, dâvâsı için şehid olmaya can atması…
Allah’la alışveriş yaptıran, en kazançlı ticarete imza attıran dâvâ, dâvâmız…
İbn Teymiyye'ye şu sözü söyleten dâvâ: “Düşmanlarım bana ne yapabilirler ki? Benim cennetim ve bahçem göğsümdedir. Nereye gidersem o da benimle birliktedir. Eğer beni zindana koyarlarsa, zindanım bana halvet yeri olur… Beni öldürürlerse, öldürülmem şehâdet olur… Beni sürgün ederlerse, sürgünüm seyahat olur…”
 
[1] 7/A’râf, 5; 10/Yûnus, 10; 21/Enbiyâ, 15
[2] 59/Haşr, 21
[3] 33/Ahzâb, 72
[4] 51/Zâriyât, 56