Darbeler ve Darbeci Askerler

Ahmed Kalkan

SİLAH, BELDE SAKİN SAKİN DURMAYI SEVER Mİ? 


Hani, içki için şöyle denir ya: “Şişede uslu durur, onu içen kudurur.” İnsanın içine giren içki, şişenin içinde durduğu gibi durmaz. Silah da öyledir. Tahrik eder sahibini; gıdıklar durur. Suriye devleti ile savaşan mücahidlerden bir sniperla konuşuyordum; öyle diyordu: “Elinizde attığınızda vuracağınız bir silahınız olunca, karşınızdaki insan istediğin zaman ayağının altına alıp ezivereceğin bir böcek gibi gözüküyor insanın gözüne.” Para ile silah sahibini değiştirir; daha doğrusu gücü olmadığı için zulüm ve fesat işleyemeyenin içyüzünü ortaya serer.


NİYE BAŞARILI OLAMADILAR? 


Onların inancı karışık, Kitabın bir kısmına inanıyorlar; diğer kısmını da kırmızı kaplı kitaplarla, demokrasi ve cevşenlerle, celcelutiyelerle, hurafelerle tamamlıyorlar. İnancı yere düşenin silahı da yere düşer. İnsan zaferi önce gönlünde kazanır. Bize karşı silah taşıyan, bizden değildir. Bunlar Ağustos’ta askeriyeden atılacaklarını bilen, can havliyle nereye nasıl saldıracağını kestiremeyen gözü dönmüş, kinleri akıllarını bürümüş subay takımı. Subaylar, akıllarını çalıştırmayı öğrenmiş üretken, plancı, stratejist insanlar olmaktan önce; emir almayı, bir üste itaat etmeyi din haline getirmiş kimselerdir. Bunlara da talimatlar, darbe planları abdi oldukları ABD’den geliyor. ABD de kendi istediği şekilde planlama yapıyor.

PLAN, ABD AÇISINDAN BAŞARILIYDI, GİRİŞİM DE 


ABD açısından istedikleri tümüyle yerine gelmese de, yine de başarılı bir plan, başarılı bir girişim. ABD’nin tam istediği olsaydı, asker iki kampa ayrılıp birbirini kıracak, halk da müdahale edince iç savaş çıkacaktı. Türkiye Suriye’ye benzeyecekti. ABD’nin tutturduğu türkü makamıyla aranjmanı duymuyor musunuz? “Gönül ne kavga ister, ne darbe; gönül karışıklık ister, darbe bahane.” Ama, Fetullahçılar gitti, kavga bitti” diye düşünmeyin. Ülke, bugüne kadar Fetullahçı subaylardan çekmedi sadece. Darbe girişiminde bulunmasalardı, kendi hallerinde sakin şekilde yaşayıp kimseye zarar vermeyen, karınca ezmez kişi rolüyle bilinip gideceklerdi Fetullahçı subaylar. Esas Atatürkçü subaylar var, her an ihtilal yapmaya aday. Bugüne kadar onca ihtilalin faili olanlar, sabıkası kabarık olanlar. 


KİMİ DOST VEYA DÜŞMAN KABUL ETMEMİZ GEREKTİĞİNİ ALLAH BELİRLER 


Alnı secdelileri büyük düşman bildiniz, ama esas alnı secde görmeyenlerdir, esas olarak alnı secdeliye düşman olanlardır düşmanlarımız. Demiyorum ki, her alnı secdeli bizim destekleyebileceğimiz dostumuzdur; ama diyorum ki, alnı secdeli olmayanlar bizim dostumuz değildir, olamazlar da. “Sizin velîniz, dostunuz, ancak Allah, Rasûlü, rukû edenler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.” (5/Mâide, 55). Esas düşmanımızı politikacılar belirlememeli, Kur’an’ın ilkeleri belirlemeli. Politikacılar ölçü olunca, en az on yıl bunları dost kabul etmenin, örnek bir “hocaefendi” imajını güçlendirip devleti yönetmede ortak kabul etmenin, bugün sana darbe yapanları işbaşına getirmenin doğru mu yanlış mı olduğunu nasıl tesbit edebiliriz? 


DARBECİLERİN YAPTIĞI DARBELER, YIKTIĞI HÂNELER YANLARINA KÂR MI KALIYOR? 


Ergenekon’da bunca rezaletin ifşa olunmasına rağmen, en üst generaline kadar dün suçlu görülen subaylar mahkeme faslı tamamlanmadan Gülen’e gösterilen tepkinin bir sonucu olarak salıverildiği ve darbe yapanlardan bile hesap sorulamadığı unutulup gidiyor. Yakın zamanların zulmü en geniş ve en uzun süreli olanın 80 darbesinin fâilleri tantana ile yargılanıyordu; kamuoyu darbecilerden hesap sorulacağını sanıyordu. Ne oldu? Ne olacaktı, düzen kendi evladını yer miydi hiç? Kenan Evren yargılanmadan ölüp gitti, Çevik Bir’ler hâlâ çalım satıyor. Darbe yapanın yaptığı yanına kâr kalıyor. Düzen kendine çeki düzen verdi mi ki, silahlı kuvvetlere çekidüzen verecek? Ama, böyle devam ettiği müddetçe onlar fırsat buldukça düzenle ve halkla istediği gibi oynamaya devam edecek. Her on yılda bir darbe geleneği, hangi yüz yıllara kadar sürecek, kimse bilmiyor. Daha üç sene geçmeden başarısız darbe girişimi, 


CUMHURİYET TARİHİ, DARBELER TARİHİ DEMEKTİR: Ergenekon’un içyüzü ve çalışma sistemi, unutuldu gitti; bize de istatistik bilgiler vermek kaldı; 1960’dan beri gelenekselleşen darbelerin çetelesini tutmak için: 
27 Mayıs 1960: İhtilal adlı askerî darbe,
12 Mart 1971: Muhtıra adlı askerî darbe,
12 Eylül 1980: İhtilâl adlı askerî darbe,
28 Şubat 1997: Balans Ayarı adlı askerî darbe,
27 Nisan 2007: E-Muhtıra adlı askerî darbe,
2009: Ergenekon adıyla askerî ve sivil darbe girişimlerinin açığa çıkması. 
17-25 Aralık 2013: Pansilvanya merkezli darbe girişimi. 
15 Temmuz 2016: Pansilvanya merkezli darbe girişimi.


Aslında darbeler tarihi son 56 yılla sınırlı değil; çok daha derinlerde, köklerde. Türkiye Cumhuriyeti de darbe sonucu kurulmuştur, denilse yanlış olmaz. II. Abdulhamid, başında Atatürk’ün Kurmay Başkanı olarak görev aldığı, silahlı kuvvetlerden teşekkül etmiş Harekât Ordusu tarafından tahtından indirilmişti. T.C. de, başını askerlerin çektiği bir grup tarafından, içinden çıktıkları Osmanlı Devletine karşı silahsız darbe yapılarak kurulmuştu. 


İLK DARBECİ KİMDİR, DERSİNİZ? 


Ve… ilk darbeci İblis’tir. Allah’ın hükmüne, O’nun sistemine, emrine karşı ayaklanmış, insanın yeryüzündeki halifeliğine karşı darbe planları yaparak icraya koymuştur. Allah’ın hükmüne ters planlar yapıp o doğrultuda uygulamalarda bulunanlar da onun darbeci askerleridir.


DARBE VAR, DARBE VAR 


Darbeler ikiye ayrılıyor artık; faydalı darbeler, zararlı darbeler diye. Hükümeti, yık(a)mayan her darbe (girişimi), iktidarı güçlendirir. Hükümetlerle birlikte rejimler de güçlenir her başarısız darbe sonunda. Vücudu güçlendiren aşı gibidir başarısız darbe. Osman Gazi’den bu yana bizim insanımız mağduru pek sever. Fakat, bu güçlenme hormonlu bir güçtür, yasak dopingli madde kullanımına benzer. Çünkü her darbe, ülkenin güvenilirliğini kemirir, ekonomisine kalıcı zararlar verir, Ortadoğunun ağabeyliği gibi prestijleri elinden aldırır, Batının ciddiye almadığı, geleceğinin belli olmadığı, ama ümit vaad etmediği, kimsenin koltuğunda devamlılık göremeyeceği, istikrarsız, depreme tutulmuş gibi sallantı halinde bir görünüm veren ülke konumuna düşürür. Faydasız da olsa darbeler aşıdır aşı olmasına, ama altın vuruşa benzeyen yüksek dozda uyuşturucu içeren bir aşıdır bu. O yüzden böyle anormalliği kim kendine yakıştırır da oyun olsun, tiyatro olsun diye kendi aleyhine darbe yapılmış görüntüsü verir? Böyle bir şey yapan kimse yüzde bir ihtimalle ileride açığa çıkmış olsa, sadece siyasi itibarı değil, insanî itibarlarını da sıfırlamış olur. Bunu kim niye yapsın? 


EN BÜYÜK ASKER KİMİN ASKERİ? VEYA HANGİ ASKER EN BÜYÜK ASKER?


“En büyük asker bizim asker!” Bu sloganın neresini eleştirelim? Sen böyle dersen asker, kendisinin en büyük olduğuna inanır ve en büyük olmaya kalkar. “Parmaklarıyla kurt işareti yapan gençlerin sloganı bu, bilindiği gibi. Bir taraftan böyle diyorlar, diğer taraftan başarısız darbenin başarısız askerlerini yakaladıkları yerde acımasızca dövüyorlar. Büyük, en büyük derken, kendilerini büyük gören mütekebbir askerden bahsediliyorsa; onlar “En büyük asker” unvanını, yaptıkları darbeler sayesinde almış olmalılar. Ama, en büyüklerin büyüklükleri belli oldu. Burnundan kıl aldırmayan, yanına yaklaşılmayan omzu kalabalık rütbeliler süklüm püklüm, sivil polisin elinde emre hazır bekliyor. 


TEPEDEN İNME İHTİLAL, DARBE İSLÂMÎ YÖNTEM MİDİR?


Tepeden inme zoraki değişim İslâmî bir yöntem olmasa da, Müslümanlar açısından da darbeler ikiye ayrılmalı değil mi? İslâm’ın hâkim olmasını amaçlayan darbeler; beşerî görüş ve ideolojiler için yapılan darbeler diye. Ama, egemen güçle iyi olan paralelin devletin en hassas kadrolarını ele geçirme imkânı ile, egemen güçlerle zıtlaşan aynı zihniyet ve aynı kadroların nasıl tü-kaka edildiği gözler önündedir. Aslında bugün darbeden şikâyet eden yöneticiler, kendilerini suçlamalıdır her şeyden önce. Onları darbe yapacak güce kendileri getirmiş değil midir? Kendileri parayer yapı oluştururken paralel yapı da kendi kadrolarını tamamlıyordu. Darbenin tohumunu, darbeden en çok zarar görmesi gerekenler, ama tam tersine darbe ile güçlenenler ekiyor demek ki. Ve darbenin suçundan yüzde birlik hisse bile onlara verilmiyor. Haksızlık yapılıyor açıkça.

 

KUKLAYI CEZALANDIR, KUKLACIYI KENDİNE GÜLDÜR


Esas darbeyi planlayanlara, bizzat yürütenlere diş geçirilemiyor. Atını dövemeyen, semerine vururmuş kamçıyı hesabı, vatandaş kendi oğlu konumundaki rütbesiz er’i bir daha darbe yapamayacak hale getirecek kadar dövüyor, linç etmeye kalkıyor. Gücü yeten yetene. Gariban rütbesiz asker, emir eri, hatta emir kulu. Yat denilince yatmayı, kurşun at denilince atmayı, heykele tap denilince tapmayı ibâdet, kutsal bir görev olarak kabul eden, daha doğrusu kabul ettirilen bir müstaz’af. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, "Darbenin arkasında Amerika Birleşik Devletleri var.” diyor ve bazı veriler sunuyor. Hükümet bunu biliyor da Amerika’ya karşı en küçük bir tavır alabiliyor mu? “Bugünkü kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağıdır.” diyordu Balzac. Sadece Hindistan’da ineklere ayrıcalık verilmez; buralarda da büyük başlara ayrıcalık vardır, büyük arabaların geçiş üstünlüğü, büyüklerin söz kesme hakkı vardır. Küçük hırsızlar hapishaneyi boylarken büyük hırsızlar beydir, vekildir, büyük yöneticidir. Amerika’ya hesap sorulmaz, 1 numaralar ve onların arkasındakiler ne kadar ve nasıl sorgulanacak, göreceğiz. Kenan Evren’ler nasıl cezalandırıldıysa… Kuklalara ceza verilecek, kuklayı oynatanlara sevgiler gönderilecek.

 

AZİZ KILAN DA ZELİL EDEN DE ALLAH’TIR


“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz eder, şereflendirirsin, dilediğini de zelil eder, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye kadirsin, hakkıyla gücü yetensin.” (3/Âl-i İmrân, 26). 15 Temmuz darbe girişiminde görüldüğü gibi, kocaman askerler, omzunda birçok yıldız bulunanlar ne kadar da âciz, nasıl da zavallı… Jandarma Genel Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ve Genel Kurmay başkanı, kendilerine bağlı (olması gereken) altlarındaki subaylar tarafından kaçırılabiliyor. İmzaları kullanılarak sahte belgeler yayınlanabiliyor.

 

ASKERLİK DENEN ŞEY 


Tuz yiyecekleri kokmaktan korur. Tuz kokarsa yiyeceklerin hali ne olur? Askerlerin temel görevi, düşmandan bu ülkeyi korumaktır; peki, askerden bu ülkeyi kim koruyacak? Türkiye, bir türlü kurtarıcılardan kurtulamamıştır. Düşmandan korunmak çok zor değildir; ama ya dost bildiklerinden? Dost bilinenlerin zararı, ölümcül yan etkisi olduğu bilinmeyen ilaç gibidir. Esas tedbir içinde zehir olan ilaca karşı olmalı. Asker bu ülkeyi koruyacak da, askerden bu ülkeyi kim koruyacak?

 

ASKERLİK; DEVLET TANRISINA KULLUK


Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması, sistem açısından bir vatandaşlık görevi kabul edilmektedir. Yani devlet, kendini vatandaşın tanrısı konumunda görür. Vatandaşa düşen de kayıtsız şartsız devlet tanrısına kulluk yapmaktır. Devlet tanrı, “yat” deyince yatacak, “sürün” deyince sürünecek, “öldür” deyince öldürecek bir kul istemektedir. Karşılığında bırakın yalancı da olsa bir cenneti, teşekkür bile etme zorunluluğunu duymaz devlet; çünkü vatandaş buna mecburdur, kendisini de bu kulluğa lâyık görür. Cenneti yoktur, ama cehenneme benzetmeye çalıştığı zindanları vardır, bu kulluğu kabul etmeyenler için. Bu durum, rütbesiz askerler içindir. Her ezilenin bir ezeni, her zulmün bir düzeni vardır. Askeri ezen de askerdir; rütbeli asker…
Vatandaşı askerlikten soğutmak kanunen suç. Ya askerlerden soğutmak? Askerlikten soğutmayalım, ısıtalım; sonra? Sonra sıcağı sıcağına, onlar da sana saldırsınlar, dinine saldırsınlar… Asker kimin askeri? Kendi halkına karşı kurşun sıkan, tankla halkın üzerine yürüyen askeri nereye koyacağız? Peki, kendi halkının dinine, imanına, tesettürüne, Müslümanca yaşayışına düşmanca davranan askerleri ne yapacağız? Halkı koruması gereken polisleri bugün askerden halk koruyor. Aynı polis dün Taksim’den tüm ülkeyi karıştırıyordu, daha önceki gün nice Müslümana zulmediyordu. Ne dediğini insan bilmeli: En büyük asker, bizim asker mi, gerçekten mi? Bize saldıran asker ve polis mi en büyük olan? Bir hadis rivayeti şöyledir: “Silahını bize karşı doğrultan, bizden değildir.” Gardiyanına âşık olan, celladını ölesiye, öldürülesiye seven zavallı insanımız… 


Doğru teşhis olmadan sağlıklı tedavi olmaz. Düzeni doğru tanımlamadan doğru bir çözümegidilemez. Tâğut kavramını tanımadan düzeni ve anlatılan konuları doğru bir yere koymak da mümkün değildir.

 

ÜLKEYİ HEP ASKERLER YÖNETMİŞTİR, YÖNETMEKTEDİR


Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Memleketi hep askerler yönetir. Asker Atatürk yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle. Her şehrin en mûtena yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde, ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. Can atarlar vatanı kurtarmaya(!), kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…

 

AYAĞA DÜŞEN DARBELER, YERDE SÜRÜNEN DARBECİLER


Son girişim gösteriyor ki; darbeler de ayağa düştü veya artık darbe yapmak, yapmış olsa halka benimsetmek, zorun da ötesinde bir şey oldu. Halkın en azından darbeler konusunda gözü açıldı. Artık dünya, öyle askerin baskısını, sıkı yönetimleri savunan ve “bize bu gerekir, biz bundan anlarız; bize astığı astık demir yumruklu komutan yöneticiler lâzım!” diyen pek kimse kalmadı. En azından özgürlüğünü kısıtlatmak istemiyor insanlar. “Halka yorum beğendiremiyorum, ne yazsam sert eleştiri alıyorum” diye yorumcu şikâyet ede dursun; darbeci darbe beğendiremiyor halka. “Darbe dediğin işte böyle olur” diyeceklerini bekliyor boşuna. Tam tersine; “Böyle darbe mi olur, bu tiyatro, tiyatro!” diye bağırıyor kimileri. Temel, mezar taşına yazdırmış: “hastayım, hastayım dedim, inanmadınız; gördünüz mü şimdi?” Adamlar ölüyorlar, öldürüyorlar; süklüm püklüm, yaka paça yakalanıyorlar; don gömlek soyunduruluyor, ellerine kelepçe takıyorlar; “hayır, böyle darbe olmaz, inanmayız” demeyi sürdürüyor bazıları. Taksim’deki daha usta işi miydi?

 

DİN ANLAYIŞLARI PROBLEMLİ OLANLARIN DARBELERİ DÖRT DÖRTLÜK OLUR MU?


Cemaat ve lider tercihlerinde çok akıllıca davranamayanlar, darbe işinde farklı mı davranabilecek? Din anlayışları problemli olanların darbe anlayışları mı dört dörtlük olacak? Sonra, kimden yanasınız? Darbeciler mükemmel bir planla halkın karşısına geçseydi, 1917 devrimi gibi milyonların ölümüne sebep olacak mükemmel bir darbe yapsalardı; biz de iyi hazırlanılmış bir darbe görseydik” (görseydik ve ölseydik) mi denilmek isteniyor? Bunlar otoriteden izinsiz bir şey yapmazlar. Otorite ABD olursa, onların ipiyle kuyuya ancak bu kadar inebilirsiniz. Tayyip’den razı olmayan ABD düne kadar sıfatı “hoca efendi” olan birinin yönetiminden veya onun talebelerinden razı olur, onu yönetici kabul eder mi? Her ikisine de ağır bir mesaj gönderir attığı bir taşla. Başarılı bir darbe olsa, alternatif yönetici kim olacak? Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak da var hani… Ama, Taksim mesajını anlamadığını düşündükleri Tayyib’e daha yüksek sesli ikinci bir mesaj daha sunmuş oldular. İstersek başka yollarla senin ipini çekebiliriz. Bu açık bir uyarı olsun” demiş oldular. Aynı zamanda son kullanma tarihinin dolduğunu düşündükleri maşayı maşaAllah diyerek emekliye ayırmış oldular. O maşayı eski ortağına kaç paraya satacağının hesabını yapmaya başladılar bile. Darbe başarısız oldu denilse bile, ABD açısından başarılı oldu; o böyle istiyordu çünkü. Yaramaz çocuklarının kulağını çekmiş oldular, bir daha sözümüzden çıkarsan ağzına Fetullah biberi gibi daha acı biberler süreriz, gerekirse ipini de çekeriz demiş oldular; öteki emirerlerine de, “biz yeterince destek vermezsek siz hiçbir şey yapamazsınız” mesajını kan rengi kırmızı boyalı yazıyla yazıp sunmuş oldular. Ve Amerika’nın aynı taşla vurduğu diğer büyük kuş: Burnunu soktuğu her ülkede derin ihtilaflar, mü’min sayılabilecek halklar arasında yıllarca sona ermeyecek kavgalar, sürtüşmeler oluşturmak, İslam düşmanlarını bıraktırıp halkı bu sanal düşmanlarla uğraştırmak onun en ustalıkla becerdiği iş. Bakın Irak’a; Amerika girmezden önce halk birbiriyle nasıl geçiniyordu, Amerika’dan sonra nasıllar? Bakın Suriye’ye. Ve bakın Türkiye’ye.

 

FETULLAH DÜŞMANLIĞINDA DA HADDİ AŞMAK

 


Varsa yoksa Fethullah terör örgütü. Sanırsınız ki gerçekten terörist ve terörde IŞİD’i de PKK’yı da geçti; resmî söylemlere bakarsanız, öyle. Artık Amerika veya İsrail’e düşmanlık bile Fetullah terör örgütüne düşmanlık yanında çok hafif kalıyor. Bunları yazdım diye beni de onlardan olmakla suçlayanlar çıkacak. 1970’de Kestane Pazarı’nda tanıdığım Fethullah Gülen’in din anlayışını halk ona saygı duyup hoca efendi derken de daha önceleri de onu ağır şekilde eleştiren birkaç kişiden biri bendim. Onu savunacak kadar sapıtmadım. Ancak adaletli olmak gereğini duyuyorum. Allah, savaş yaptığımız küffara karşı bile aşırı gidip adaletten ayrılmayı yasaklar: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (2/Bakara, 190). Duygusal bir toplumuz; çabuk gaza getirilebilen, sevdiğinde ölesiye seven, buğzettiğinde öldüresiye buğzeden, fıtrî ölçüyü koruyamayan, kontrolsüz güç, sahibinin kontrol edemediği, başkalarının yönlendirebildiği güç…

 

T.C. HÂLÂ MİLİTARİST BİR DEVLETTİR

T.C., Kurulduğundan bugüne, demokratik çizgiden çok; militarist bir özelliğe sahiptir. Hâlâ da bu hükmü boşa çıkaracak yola girilmiş değildir. Darbe, bu düzenin mayasında vardır. Darbeler sadece şekil değiştirmiş, ama darbe mantığı değişmemiştir. Darbelerin kanun kılıfı altında yapılması, olayın mâhiyetini değiştirmez. Esas darbeleri TSK yapsa da, Meclis de darbe yapar, Anayasa Mahkemesi de, bürokratlar da. Burası darbeler ülkesidir. Ata da darbe yapar GATA da. Beşerî düzenler zulme dayanır; Zulme, kandırmaya, hileye, ifsâda ve darbelere… “Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar kendi tapar.” Elleriyle yaptıkları, tapıp halkı zorla taptırdıkları helvadan putlarını kendi elleriyle yiyip yuttukları da olur, yutturdukları da.


Türkiye, yönetim şekliyle nasıl bir ülkedir, bilen varsa beri gelsin. Anayasa’nın girişindeki ifadeleri sakın hatırlatmayın bana. Hukuk devleti mi, hatta dine karışmayan laik ülke mi, demokratik mi? Güldürmeyin insanı. “Bu ülke darbeler ülkesidir” derseniz, o başka. Darbeler de demokrasi için yapılır, demokrasiye demokrasi için ara verilir bu düzende. Ordu, tanklarla demokrasiye balans ayarı çeker. Tüm konularda olduğu gibi, bedelli askerlik konusunda da, hükümet askere sözünü geçirememekte, ama tersi devamlı sözkonusu olmaktadır. Ergenekon gibi bir fırsat, darbeci geleneği olmayan ve kendine karşı darbe yapılmasından korkmayan başka bir devletin başka bir yönetiminin eline geçmiş olsaydı… En azından herkese haddini bildirir, bir daha üzerine vazife olmayan şeylere kimsenin burnunu sokmasına izin vermezdi, darbecilere ve fırsat bulduğunda darbe yapacaklara büyük darbeyi indirirdi.

DEVLETE YAKIN OLAN ÂLİMLERİN DÜNYADA BİLE SONU HÜSRAN OLUR


PKK unutuldu, Apo değil idam edilmesi istenen; Tayyib’in daha dün adı konulmamış koalisyon ortağı “Hoca Efendi”. İktidara o kadar yakın olmaktan öte ortak olmak, kendisini aşırı şımarttı. Gülen iken ağlayan olmuştu; artık ağlayan iken gülen oldu. Eskiden mümkün ki samimiyetinden ağlıyordu, şimdi rol yapıp bazı yerlerde miş gibi yapıyor, sadece sümüğünü çekiyordu. Amerika’nın önünü açıp 150 civarındaki ülkede okul açtırıldığına bakarak kendine devlet de kurdurulabileceğine inandı saf saf (veya) cin cin. Devlet içinde (paralel) devlet olmaya alışanların bir devlet idaresinde bile şirki insanoğlu kabul edemediğinden bağımsız ve tek ilahlığını ilan etmeye kalktı. Şımarıklığının cezasını çekecek o da. Onun karşıtları ise; dün sevgide ve güvende aşırı gidenler bugün düşmanlıkta aşırı gidiyorlar. Ve ihtimal ki, Erdoğan ve müridleri her konuşmalarında en büyük düşman olarak bunları öne sürmeseydi, bunlar bugün Tayyip taraftarları diye halka silah sıkacak hale gelmezlerdi. Etrafınızda gördüğünüz, tanıdığınız Fetullahçılara bakın, halka silah sıkacak karakterde birini veya birilerini gördünüz mü hiç? Hani kediyi çok sıkıştırınca, kaçacak yer vermeyince üzerine atılır, aslan kesilir. Bunlar da sıkıştıkları için sırtlan kesildiler.

 

KAHVEHANELERDE DARBE DERSLERİ


Darbeciler, tüm darbelerin yapıldığı gün olan Cuma’yı seçmişlerdi, darbe için. Başlangıç saati konusu acemice diye düşünülür. Enformasyon çağında darbe hakkında öyle bilgilendik, öyle naklen yayınlara şahit olduk ki, artık halkın çoğu, herhangi bir Lise’de bir yıl sürecek Darbe Dersi verebilir; Darbe nasıl yapılır, darbeciler arası koordinasyon nasıl sağlanır, darbe nasıl önlenir… Zaten öğretmenler odası olmuş kahvehanelerin tümünde bu dersin müzakereleri yapılıyor; darbe öğretmenleri birbirlerine ilmî ve ictihadî deliller sunuyor. “Benim tespit ettiğim darbeler usûl ve esasları ilkelerinin 132. Maddesinin b fıkrasına terstir, köprüde akşamın dokuzunda tankların konuşlandırılması.” diyor biri. Diğeri sözünü keserek: “Tamam da, hiçbir darbeci mecbur olmadan o saatte darbe başlatmaz. Mit, Cuma günü saat 16’da o gece darbenin olacağı haberini alıp gerekli yerlere servis edince; adamlar darbe saatini bekleyecek değiller ya; b planını devreye sokmuşlar; her türlü uygulamayı 5 saat 20 dakika öne almışlar.” Bir diğeri lafa karışıyor: “Niye 15 Temmuz, ben söyleyeyim: 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Beştepe’de olmayacak, tatil için Marmaris’te bir otelde olacak; darbeciler bunu çok önceden tespit ediyorlar. Beştepe’ye saldırmak, saldırınca netice almak mümkün değil gibi. Ama, bir otele saldırmak çok kolay. O yüzden o günü seçtiler; kaldı ki, 15-20 gün daha bekleseler askerî şûra başlayacak, Fetullahçıların hemen hepsi ordudan atılacak, o tarihe kadar ellerini çabuk tutmazlarsa kendilerine darbe yapılmış olacaktı.” Bir diğeri söze daldı: “Yine de çok ustalıklı plan yapamamışlar, bu planla başarılı olunmaz ki…” “Darbe dediğin Türkiye’de, çocuk oyuncağı. Sanki daha önceki darbeler çok daha farklı mıydı, bunun kadar ayrıntılı planları bile yoktu. 60 İhtilalini hatırlayanlar veya araştıranlar bilirler ne kadar kolay olmuştu darbe.” “Tamam da o zamanlardan bugüne çok şey değişti; meselâ o zamanlar cep telefonu yok, televizyon yok; radyo tek iletişim aracı. Radyo da TRT’den ibaret. TRT binasını ele geçirip bir bildiri okutunca iş yarı yarıya halloluyordu. Birkaç tank da önemli yerlerde gezdirince işin diğer tarafı da tamamlanıyordu. Tabii, bu arada Hasan Mutlucan’ın efeler, seymenler eşliğiyle o gür Davudî sesiyle kahramanlık türküleri okuturdunuz radyodan. 80 ihtilalinde televizyondan okutulmaya başlandı; o türküleri duyanlar ihtilali kabullenirdi.” “Hayır, bunlar önemli değil; en önemli fark, halkın bilinçlenmesi; halkımız bilinçleniyor, sauna eşofmanları giyiyor. Şaka yaptım, halk artık eski suskun pasif halk değil; darbelere karşı çıkabilecek, tankların önünde dik duruş gösterebilecek bir halk; bu halkı hesaba katmadıkları için bu darbe başarılı olamadı.” “Tamam, bütün bu sosyolojik faktörlerin rolü var, ama en önemlisi bunlar değil; en önemli faktör “Re cep Tay yip Er do ğan, RecepTayyipErdoğan”


Şekil a’da görüldüğü gibi, her biri darbeleri tahlil etme ve önleme okulu haline gelmiş kahvehaneler ve ev sohbetlerinde darbe kültürleri artmış insanımız, hele facebooka da girip çıkıyorsa, darbeleri değerlendirme profesörü olmuştur.

 

SORULARLA DARBE


Biz de “Sübhaneke”deki he’nin güzel he mi, yuvarlak he mi olduğunu sorsanız kopye çekmek için bin bir hile düşünecek olan (halbuki Sübhaneke’de he yok ki, nasıl olduğu önemli olsun; yine he nasıl yazılırsa yazılsın, ne fark eder ki) böyle bir konuda sınava tâbi tutamayacağımız darbe uzmanlarına sorular soramıyoruz. Kahveye gitmeyen, cemaat terbiyesinden geçmiş veya Kitapla haşır neşir olmuş, tefekkür sahibi her yaştan gençlere soralım biz de: Bilmeyenler araştırsın, bilenler cevaplasın; ama kimse hakaret etmesin, ağzını bozmasın. Birbirine karşı darbe yapmasın. Birbirinin üzerine dil tanklarını sürmesin. Dilini silah olarak kardeşine karşı kullanıp darbeye kalkışanlara müsamaha gösterilmeyecek, tankla ateş etmelerine izin verilmeyip tanklarından indirilecek, yani arkadaşlıklarına son verilecektir. Buyrun sorulara:


1) Hangi asker (subay) esas hâin sıfatını hak eder? Allah’a, O’nun nizamına karşı isyan eden veya hükümete karşı, rejime karşı isyan eden? Bizim esas düşmanlığımız Allah’ı ve O’nun dinini sevmeyenlere karşı mı olmalı, yoksa hükümeti sevmeyenlere mi? Hükümete karşı olan ve bazı beşerî yasalara karşı gelene terörist; onu yıkmaya çalışana da darbeci deniyor. Peki, Allah’a karşı olan ve Allah’ın yasalarına karşı gelene terörist; İlâhî yasalarla mücadele edenlere darbeci denilmesin mi? Hangisi daha büyük terörist ve daha büyük darbecidir? Darbeye katılmayan İslâm düşmanı Kemalist subaylar mı, darbeci subaylar mı daha büyük teröristtir, sorusu hangi açıdan ve neyi ölçü olarak ele alınması gereken bir sorudur? Soruya devam edelim: Allah’ın hükmüne, kanunlarına, O’nun nizamına karşı başka alternatiflere sarılarak karşı çıkan yöneticiler ve onları destekleyenler de darbeci sayılmaz mı? “Allah’a ait olan kanunları, hükümleri uygulamayan, O’nun hükmüne fiilen karşı çıkan, Allah’ın egemenlik hakkını gasbedenler Allah’a karşı darbecilerdir” diyenlere karşı ne diyebilirsiniz? Ve hangi darbecinin zararı daha büyüktür?


2) Vatanı, halkın namusunu koruma iddiasında olan asker Mehmetçik, askerlik yaparken anasına ve karısına sövdürmeden askerlik yapma şansı bulamıyorsa; yani askerde kendi anasının ve karısının namusunu koruyamıyorsa, nasıl başkasının namusunu koruyacak? Vatanı koruma iddiasındaki asker, kendi vatandaşına kurşun sıkıyorsa, nasıl vatandaş askerine güvenecek? Ve, kendini koruyamayan Genel Kurmay, askerini ve vatandaşını nasıl koruyacak?


3) Ebû Hanife, başında “halife”nin olduğu, zahiren şeriatla yönetilen bir ülkede yönetime katkı mı sağladı, en küçük bir itaati bile caiz görmeyip, yönetime karşı ayaklananlara destek mi oldu? Yönetime itaat etmediği için zindanlara atılıp orada şehit mi oldu? Sebepleri ve o yönetimle bugünkü yönetimi, onun tavrıyla onun yolunu takip ettiklerini iddia eden Hanefîleri karşılaştırabilir misiniz? Ebu Hanife ve Hanefî (Ebu Haneficiler) çizgisi ile Tayyip Erdoğan ve Tayyibîler (Tayyipçiler) çizgisi arasında nasıl bir tercih yapılmalı?


4) Olmaz ama, Nebevî usûle de uygun görülmeyebilir, tamam ama varsayalım ki oldu; en sevdiğiniz, en güvendiğiniz, muttakî kabul ettiğiniz bir âlim, İslâm’ı hâkim kılma kasdı ile bugünkü yönetime darbe girişiminde bulunsaydı, kimin safında yer alırdınız? Halk kimin safını tercih ederdi? Bugünkü devletin mi, o âlimin darbesinin mi? Şeyh Said’in o gün yaptığı darbe girişiminde başarılı olmasını ister miydiniz? Peki, o zat, bugün yaşasaydı ve bu düzene karşı ayaklansaydı, ne yapardınız?


5) Bundan meselâ beş yıl önce bugün Fetö, terör ele başısı, paralelcibaşı denilen şahsın “Hoca Efendi” denilip Tayyip’lerce takdir gördüğü, tavsiye ve hatta işaret ettiklerinin devlet kadrolarına yerleştirildiği dönemde aynı şahıs kadrolarıyla darbe yapsaydı, bugünkü iktidar ne derdi, bugünkü halk nasıl tepki gösterirdi? İktidarla ilişkisini eskisi gibi sürdürseydi, darbeye bile gerek kalır mıydı? Eski kabul gören Fethullah Gülen aynı çizgisi ile bugünkü darbede başarılı olsaydı, bugünkü tepki olur muydu?


6) Birileri iktidara gelmek için gayri İslâmî darbe yapmaya çalışıyor; diğerleri de iktidarı kaybetmemek için gayri İslâmî yöntemlere sarılıyor. Meselâ, demokrasiyi bayraklaştırıyor, Allah’ın hükmüyle hükmetmiyor. Bu ikisinin mücadelesi, nasıl hak-bâtıl mücadelesi oluyor? Bir zulme karşı çıkmak, başka bir zulmü onaylamayı mı gerektirir? Şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13). Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zâlim (5/Mâide, 45), Allah’ın indirdiği hükümlerin uygulanmadığı rejimlerin zulüm yönetimi olduğu hesaba katılırsa, bir zulme karşı çıkarken, başka bir zulmü desteklemenin hükmü ne olur?


7) Darbeye karşı çıkmak, bu düzeni sahiplenmeyi, bu düzenin kutsalları altında demokrasi nöbetleri tutmayı gerektiriyorsa; “biz oraya Allah rızası için gidiyoruz” diyenlere ne diyeceğiz? Niyetlerin hak veya hayır olması yeterli midir? İyi niyetle haram veya şirk, helâl veya caiz olur mu? Toplantının adı: Demokrasi nöbeti, katılanların görevi: Devleti korumak; sloganlar, şarkı ve türkülerin arasında tekbirlerle, düzenin simgeleri, rejimin kutsalları ile beraber, Devlet’çilerin sloganı haline gelen “ya Allah, bismillâh, Allahu ekber” ifadeleriyle, hakla bâtılın karmakarışık hale getirildiği, hakkın, bâtılı güçlendirmek için istismar edilerek kullanıldığı iddiasına ne cevap verilebilir? Bütün bunlar gayr-ı meşrû ise, niyet kurtarır mı?


8) Meydanlara sığmayan bu kalabalıklar, “okullardaki heykelleri ve heykellere saygı duymayı” protesto edeceğiz diye çağrılsa, böyle koşarak gelirler miydi? Kaçta kaçı gelirdi, kaçta kaçı kaçar giderdi? “Aynen gelirlerdi” diyen varsa, sözünü ispatlamak için deneyebilir mi?


9) Düzenin sempatizanlarına, bağnaz particilere, demokrasi hayranlarına eklemlenmeden, gayri İslâmî şiar ve simgelerin altında bulunmadan, bâtıl ideolojilere sahip kalabalıkların sayılarını arttıracak ve onlardan biri gibi kabul edilecek şekilde olmaksızın; bağımsız İslâmî kimliğiyle kişinin özgün tevhidî mesajını sunması, tebliğini yapması ile; yukarıda anlatılan “uydum kalabalığa” anlayışı aynı mıdır?


10) Darbeciler, oteli basmadan bir saat önce Erdoğan oteli terk etmişti. Darbeciler bir buçuk saat erken davranıp vurucu ve iş bitirici güçlerini Marmaris’e yöneltselerdi veya ellerindeki savaş uçaklarında hazır olan etkili iki roketi otelin tepesinden atsalardı ve Tayyip Erdoğan’ın başına bir iş gelseydi, darbenin seyri nasıl olurdu?


11) Halk destek olmasaydı, ya da Tayyip Erdoğan’ın başına bir iş gelseydi ve o yüzden halkı sokağa davet etme şansı olmasaydı, darbeciler bu kadar çabuk pes eder miydi?
Kızmayın, ben sadece soru sordum.

 

TARİHE KAYIT DÜŞÜLECEK BİR HÂTIRAM

Yıl 2010, aylardan Kasım, yer Konya Havaalanı bekleme salonu. Saat: Gece 02. Uçağımız hava muhalefetinden dolayı gecikmeli gidecek. Uzun süre bekleyeceğimiz anlaşılıyor. Kadınlı erkekli umre yolcuları var. Kiminin ihramından kiminin milli takım forması gibi giydikleri ve göğüslerinde at nalı gibi bayrakların bulunduğu kıyafetlerden anlaşılıyor. Konya için fazla sayılabilecek kar yağmış, uçaklar kalkamıyor. Umrecilerin hocaları A.B. Ve A.B.’yi kendi başına bir köşede otururken gördüm. Fırsat bu fırsat; hemen selam vererek yanına oturdum. Ben, dedim, İstanbul’dan bir Müslüman. Adım da A.K. Size Allah için emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapacağım, sizi Allah için eleştireceğim” bu bir mü’min olarak benim hem hakkım, hem görevim” diye söze başladım. Referandumla ilgili yazdığınız yazıdaki “oy vermek umreden daha sevaptır” şeklindeki sözlerinizi hâlâ savunuyor musunuz? “Talihsiz bir yazıydı, keşke yazmasaydım’ dediniz mi hiç?” “Keşke yazmasaydım” dedittiremedim.

 

PİS HAVUZDAN DELİL, HAVUZU BOŞALTMAK İÇİN DARBE! 


“Bir saattir Peygamber metodu diye tutturuyorsun. Benim söylediklerimi illâ delil istiyorsun. Delil, delil diyorsun al sana delil”. “Ama çok önemli bir deli” diye ilave etti ve delilin öneminden bahsetti. Ben de demokrasi hakkında hiç bilmediğim veya bu şekilde yorumlayamadığım âyet ve hadis okuyacak diye oturuşumu daha ciddiye aldım, pür dikkat dinliyorum: Devam etti: Biz; (A.B., M.İ., D.İ.Başkanı) 15 günde bir, bazen ayda bir toplanır, önemli konularda F.G. ile birlikte istişare ederiz.” “-F.G. uzakta; nasıl oluyor bu istişare?” “Bazen telefonla, bazen temsilcisi aracılığıyla, bazen de giderek” İşte o istişarelerden birinde F.G. hocamız şöyle demişti. Ben çok beğenmiştim bu örneği. O yüzden delil olarak Hoca Efendi’nin anlattığını sana nakledeceğim: “Türkiye Cumhuriyetini bir havuza benzetebiliriz. İçi insan pisliğiyle dolu bir havuz; Sıvısıyla birlikte kabası da olan pislik. Bu havuzu nasıl temizleriz?

Birkaç yolu var.

1- Havuzu alt tahliye deliğinden tümüyle boşaltır, sonra temiz suyla doldururuz. Bu, ihtilal demektir (darbe), buna gücümüz yetmez.

2- Kova kova boşaltırız; yerine kovayla temiz su doldururuz. Bunun için de çok güçlü olmanız gerekir, yoksa izin vermezler. Havuzu size kova ile de olsa boşalttırmazlar, hatta pislikle doldurmaya devam ederler.

3. Havuzun pis suyunu boşaltmaya gücümüz yetmediği için içine kova ile temiz su dökmeye başlarız. Kısa vadede havuzu temizleyemeyiz, ama uzun vadede bizim döktüğümüz su çoğalır, pis su giderek azalır, havuz da belirli bir zaman sonra temizlenir.” Yani, darbeyle bu havuz temizlenir, ama buna gücümüz yok; ikinci olarak zararlı adamları işten çıkarıp yerine bizim adamlarımızı koyarak devlet temizlenir; buna da tam olarak izin vermiyor, eski adamlarından vazgeçmiyorlar. Bize kalıyor, kova ile temiz su dökmek; yani o pis havuza temiz su takviyesi yapmak, bu konuda sabredersek, belirli zaman sonra havuz temizlenir. İşte demokrasinin ve gayri İslâmî metod diye suçladığın particiliğin meşru olduğuna dair delil.” “Ben sanıyordum ki, A.B. bir delil sunarsa âyet ve hadisten delil getirir; hâlbuki bula bula F.G’nin b…lu havuzunu delil diye yutturmaya kalkıyor; pis, yutmam. Bu delilin şimdiden kokusu çıktı. Şimdi, söyler misiniz bana: o kova ile boşalttığımız temiz su, havuza girer girmez temizliğini kaybeder mi, kaybetmez mi? Az önce kovada temiz olan su, o havuza girince temiz olarak kalır mı? Yani, siz havuzu mu temizlemiş oldunuz, elinizdeki temiz suyu mu pislemiş oldunuz?” deyince apışıp kaldı; sanki dili tutuldu. O, kendisini bunun büyük bir delil olduğuna şartlandırmıştı; çünkü çok iddialı olarak bu delili gündeme getirmişti. Ve devam ettim: “Nasreddin Hoca’nın göle çaldığı maya gibi, yoğurt suya mı dönüşerek kaybolup gider; yoksa su yoğurda mı dönüşür? Meselâ, kova ile temiz su takviyesi yaptığınız o havuzdan abdest alabilir misiniz? Caiz mi?” dedim. Şunu da ilave ettim: Demokratik ve laik çalışma usûlü için delil olan su, ne kadar temiz sudur? Tâğutî kurum o suyu temiz haliyle bırakacak mıdır?, Sonra, siz de demokrasi diyorsunuz, karşı taraf da. (Bugün olsaydı, şöyle derdim; “Hem devletçisiniz hem darbeci!?”) “Eee başka nasıl olacak, başka çare yok.” “Böyle pis havuzdan delil de başka yerde yok!”


Keşke ben yanılmış olsaydım, Anadolu’nun o güzelim ovalarından, yaylalarından çıkan o tertemiz kaynak suları Fetullah’ın kovasına girdi, yapıları bozuldu; sonra pis havuza döküldü gitti. Daha önce merhametinden karıncayı ezmeyecek şekilde yere bakan bu gençler, halkın üzerine mermi yağdıracak, bomba atacak canavara dönüştüler. Ve işin daha fecisi, Fetullah’ın o pis havuzu boşaltıp temizleme gücünü kendinde görecek hale gelmesi. O havuza bir daldı, soluğu Pensilvanya’da aldı. O havuz öyle duruyor da, döktüğü sular hebâ olup gitti. Su pis havuzu temizler; ya su pis olursa o havuzun hali ne olur? Havuza yüksekten boca edilen Fetö kovasındaki pislenmiş su, havuzun dışını da pislemiş oldu.


Adları büyük hocalar, Fetö’nün delilleri ile iknâ oluyorlardı, rüzgâr o taraftan esiyordu çünkü ve bu taraftakiler o esintinin dayanılmaz savrulmasını yaşıyorlardı. Soyadı ile çelişecek şekilde ağlayan zat, kendini kurtarıcı, Mehdi gören bir megolamana dönüştü. Bir taraftan kendini bir köpek yerine koyup kendinden “Kıtmir” diye mütevazı rolünü oynuyor, diğer taraftan emniyet ve askerdeki kıdemli adamlarının sayısı arttıkça, 150 civarındaki ülkede okul çalışması yaptıkça, uluslar arası bir güç olduğu imajı oluşturuyor, Türkçe Olimpiyatları diye ucube bir olimpiyat oluşturuyordu. Mütevazı görünüşünün arkasında tam bir gurur heykeli bulunduğunu onun yakınında olanlar iyi bilir. Rivayete göre Tayyip’le de kendisi ile de araları iyi olduğu ve istişareler yaptıkları zamanlarda M.İ. bile Amerikalara onunla görüşmek için gidiyor, randevu alamadığı için görüşemeden geri dönüyordu. Hakla bâtılı karıştırmayı âdet edinen bu tür kimseler, kendi makamları için her türlü pis havuza girmeye hazır, kendisine Allah için güvenmiş tertemiz gençleri de o havuzlara atarak hizmet yapmış oluyorlar, kendileri de o havuzlarda boğulmayı hak ediyorlar. Başkaları düşmesin o havuza; mümkün ki, Allah’tan vücutlarını o kadar büyütmesini istiyordur ki, o pis havuzda sadece kendisi ve sevenleri kalsın.


“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (2/Bakara, 85). Dünya hayatında rezil oldular; tevbe etseler de âhirette azabın en şiddetlisine uğramasalar… Bu anlattığım F.G’nin hikâyesi. Ama, unutmayalım ki, F.G. bir tane değil. Bizim insanımız boş dururken onlar koşturuyor. Öyleyse bize çok iş düşüyor.

 

KİMİMİZ ÖLDÜK, KİMİMİZ GÜLDÜK


Öyle bir acayip dünyada yaşıyoruz ki, söz fayda etmiyor; meşhur tabirle sözün bittiği yerdeyiz. Bize hep ölmeyi uygun görürler. Biz ölürüz, onlar yaşarlar. Ziya Paşa, yaklaşık yüz yıl önce aynı oyunu hatırlatır: “Kalkın ey ehli vatan! Dediler; kalktık. Onlar oturdu, biz ayakta kaldık.” Orhan Veli de bu durumu şöyle hicveder: “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik.” 


Kurtuluş Savaşı denilen savaşta bu ülke topraklarında nice insan canlarını verdi. Sonuç mu? Onların kanları, antlaşma masalarında çok ucuza satıldı. Sanki düşman olan kâfirler gâlip gelseydi Türkiye’de nasıl bir yönetim uygulayacak ve nasıl halkı kanun zoruyla Batılılaştıracaksa aynısı uygulandı. Dünyevî açıdan bedavaya ölmüş oldular savaş yapan ve zafer kazananlar.


Bosna Hersek’te cephelerde öldürülen kardeşlerimiz… İnşaAllah hepsi şehid derecesine ermiştir. Ama, dünyevî sonuç ortada: Ne İslâm devleti kuruldu, ne problemler çözüldü. Çeçenistan için de benzer şeyler söylenebilir. Afganistan için daha göze batacak şekilde şehidlerin kanlarının neticeyi tayin etmede yeterli olmadığı ifade edilebilir. Irak’sa tam bir fâcia. İşgalci Amerika’yla mücadele yerine; mezhep savaşlarını başlatmışlardı. Suriye ondan da beter. Kimi dini için, kimi devlet(i) için, kimi mezhebi, kimi vatanı için, kimi kral için, kimi demokrasi için savaşıyor. Amerika ve T.C. uğruna savaşanlar yanında, İran için, Hizbullah için, el-Kaide için savaşanlar… Mısır’da hatlar ve saflar daha da karışık: İhvan başta olmak üzere Müslümanlar, demokrasiyi savunuyor, Sisi taraftarları demokrasiye karşı. Hemen her yerde hakla bâtıl karışmış. Kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kime şehid denecek, kime ölü; tam net değil. Ve tabii akan kanlar zulmü boğamıyor, kan silaha gâlip gelemiyor. Şehid sayılanların kanları İlâhî rahmetin ve zaferin sebebi olamıyor…

 

SADECE DARBECİLERLE SINIRLI OLMAYAN FİTNE


“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Yalnız unutulmamalıdır ki, zulüm bedenlere yapılan eziyetten önce, ruhlara yapılan eziyettir; kişinin rahatını kaçıran haksızlıktan önce, kişinin cennetini yok eden, âhiretini mahveden uygulamalardır. Müslümanca yaşayacağı ortam oluşturmamaktır esas zulüm. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah'tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (11/Hûd, 113)


Cemaatleşme ile gruplaşmayı karıştırarak fırka fırka mı olduk? Mezheplerimiz, cemaatlerimiz dinin yerini mi aldı yoksa? Yoksa, beşerî olanları İlâhî olana tercih edip ideolojileri, partileri dinin önüne mi geçirdik, din gibi mi benimsedik? Hocalarımızın, ağabeylerimizin görüşleri, nassların önüne mi geçiyor? Zengin olmayı sevip istediğimiz kadar cenneti istemiyor muyuz acaba? Aç kalmaktan korktuğumuz kadar cehennem korkumuz mu yok? Üniversite sınavını ve benzeri dünyevî sınavları, Allah’ın dünyada bizi tâbî tuttuğu imtihanlardan daha önemli mi görüyoruz? Şükür yerine nankörlük ve şikâyeti, sabır yerine pasiflik veya isyanı mı tercih eder olduk? İslâm devleti yerine demokratik düzenleri mi savunur hale geldik? Devlete tâlip olmamız gerektiği halde, gayri İslâmî yasalarla yönetilen düzenin hükümetine tâlip olmayı mı seçtik? Yeryüzünde adâleti sağlayacak İlâhî hükümleri hâkim kılma gayreti yerine, zâlimlere az da olsa meyledip Batı tarzı devlet düzenlerini mi savunur olduk? Dost olmamız gerekenleri düşman, düşman olmamız gerekenleri dost mu kabul ettik yoksa? Tersi olması gerektiği halde, mü’minlere sert, kâfirlere hoşgörülü mü davrandık? Yalnız kalmaktansa yanlış yapmayı, marjinal kalmaktansa çoğunluğun yanında yer almayı mı yeğledik? Sürüden ayrılıp saflarımızı belirlemek yerine, “uydum kalabalığa” diyenlerden mi olduk? Dâvâ adamı dâvetçi olmayı geri plana atıp dünyevileşen tiplere mi dönüştük? Yoksa, bütün bu cinayetlerin hepsini ve ilave edilebilecek nice benzerlerini yapmaktan mı çekinmedik? Öyleyse… Öyleyse daha nice siyasî, sosyal veya bireysel darbeleri bekleyin!


Bırakalım zafer kazanmış kahraman edâsını. Bu gurur ve kibir mahveder bizi ve çevremizi. Kazanılan bir zafer yok; dünkü duruma dönmüş oldu herkes. Ama dünkü, sırât-ı müstakîm miydi acaba? Zina devletin koruması altında apaçık icrâ edilmiyor mu? Kumar değişik şekillerde devlet eliyle oynatılmıyor mu? İçki, sigara serbest değil mi? Harama girmeden bir erkek sokağa çarşıya çıkma hak ve özgürlüğüne sahip mi? Hırsıza, katile Allah’ın uygulanmasını istediği yaptırımlar uygulanıyor mu? İnsanlar koşar adım Cehenneme doğru gitmiyor mu? Çoluk-çocuğuna söz dinletebilen kaçta kaç insan kaldı? Namazlardan ne haber? Huşû ile, namazın zevkini, tadını çıkararak edâ edenlerimiz ne kadar? Geleneksel ve modern hurafelere, devletin kutsallarına İslâm diye sarılmanın ve başkalarını onlara çağırmanın vebalini ne kadar düşünüyoruz? Faizsiz, yalan ve hilesiz ticaret kalmamış, putlara saygı duruşunda bulunmadan eğitim imkânı yok olmuş bir durumda, neyin bayramını yapıyoruz? Cennet müjdesi aldık da ona mı seviniyoruz? Küfrün hâkimiyetini kırdık, İslâm’ın devletini kurduk da onun bayramını mı yapıyor veya talep ediyoruz?


Fesat her tarafı kuşatmış; bu fesadın temel sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41) Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.” (42/Şûrâ, 30); “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…” (4/Nisâ, 79)

 

AĞACI KESEN KATİL BALTANIN SAPI AĞAÇTAN


Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (5/Mâide, 105). Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek, yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (7/A’râf, 23)


Kıyâmeti dünyada yaşıyorsak, yeniden dirilişi de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların topyekûn ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden dirilişi, canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan kimseler olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak görmüyor, duymuyor musun, kalk borusu öttü; darbelerden önce Kur’an bizi uyanmaya ve göreve çağırıyor.

 

Tahliller ve Tavsiyeler

1- Esas darbe, Allah’ın emirlerine, hükümlerine, yasalarına karşı yapılan başkaldırma, isyan hareketleridir. Darbeden ve darbecilerden şikâyet eden, aslında kimden ve nelerden şikâyet ettiğinin bilincinde olmalıdır.


2- 15 Temmuz darbe girişimini de şiddetle ve nefretle kınıyoruz. Ama, bunun istisnâî bir durum olmadığını, Türkiye’nin mayasında darbelerin bulunduğunu, T.C.’nin de darbe ürünü olduğunu unutmamak gerekir. Askerlerin ayaklanması, ta 16. yüzyıllarda Yavuz zamanlarında başlayan Celali isyanlarına dayanır ve 2016 yılında da biteceğe benzemez.


3- On yıl birlikte bu devlete güç veren, her ikisi de demokrasiden, Cumhuriyetten, Amerika ile dostluktan, Nato ile işbirliğinden, Avrupa Birliğinden yana; bireysel anlamda tesettür ve namaz gibi emirleri yaşamaya çalışan, biri diğerine paralel, muhafazakâr zihniyete sahip olan güçler birbiriyle mücadele ederken, en büyük kazanç sistemin olmaktadır. Bu tür hesaplaşmalar en çok rejime yaramakta, rejim güçlenmekte, safrasını atarak kendini yenilemektedir. Darbe yapmanın maddî ve mânevî karşılığı olarak, dünyevî ve uhrevî cezalara aday olup şimdiden kendisi ağır darbe yiyen darbeci güçler gibi; neredeyse yıkılıyor imajı veren ve birçok zaafı ortaya çıkan hükümet de yaralanmış, darbeden ciddi hasarla çıkmıştır. Darbe neticesi, “demokrasi, halkın egemenliği, devletin önemi…” gibi sloganlar ve enerji pompalanmasıyla halkın desteğini daha çok üzerine çeken rejimdir, TC sistemidir.


4- Darbenin arkasında kesinlikle ABD vardır. Paralelciler figürandır, piyondur. İncirlik kapatılmadan, casus örgütleri gibi çalışan Amerikan elçilikleri, Siyonist ve mason teşkilatları her istediği fesadı yapabilecek özgürlüğe sahip olduğu ortamda, işte bu tür darbe girişimleri ve darbeler kaçınılmaz olacaktır.


5- Hem Allah’a karşı başkaldırı ve hem de diğer darbelerin önlenmesi için laiklik, demokrasi, Kemalizm, halkın egemenliği gibi içi boş veya zararlı uygulamalar çözüm yerine, tam tersine darbelere davet etkisi oluşturmaktadır. Çözüm; ahlâk, hukuk, siyaset ve hayata ait her alanda Kur’an’ı hâkim kılmaktır. Darbeleri önlemenin tek yolu, insanları tevhid ehli, Kur’an talebesi yapmaktır. Atatürkçülük dersinin arasında ahlâktan bahsetmek, haftada üç saat İnkilâp Tarihi varsa, bir saat de Siyer dersi koymakla ancak şirk denilen hakla bâtıl koalisyonu oluşur. Çözüm adına Mehmedçik deyip Atatürkçük yetiştirerek, Peygamber ocağı deyip çağdaş Ebu Cehiller oluşturarak, ancak potansiyel darbeciler yetiştirilir. Paralelciler çay içerken kimseye çaktırmadan masa başında îmâ ile namaz kılmak mecburiyetinde kaldığı; rütbeli askerlerin kahir ekseriyetini teşkil eden Atatürkçü laik subayların (istisnâ dışında) namazla ilişkilerinin hiç olmadığı bir kurumda darbelerin önü alınabilir mi? Ashâbın, Peygamberin kurduğu devlete karşı darbe yapıp onu devirme ihtimali olabilir mi? Çözüm askeri ashab gibi yetiştirmek, devleti de Medine devletine benzetmektir. Sen gençlerine ve askerlerine Kur’an’a dayalı dosdoğru bir din öğret; öğret de Fetullah gibileri kendi bâtıl zihniyetlerini din diye takdim etmesin. Mü’minle kâfir, cennetle cehennem kadar birbirine zıt, birbirinden uzak kişilerdir. İslâm askeri ile Batılı küfür askeri de öyle olmalıdır. Madem “Peygamber ocağı”, öyleyse inancından, mücadele ettiği değerlere kadar her şeyini Peygamber’in sünneti ve yolu yön vermeli, Allah’ın askeri denilecek şekilde askerde insanlar Nebevî ölçüde ve Kur’anî çizgide yetişmelidir. Bunun için vatan, millet, Atatürk sloganlarından önce tevhidî içerik ve açılımlarıyla birlikte Allah, Kur’an kavramlarının öne çıkartılması gerekiyor. Kur’an’da Firavun’un askerlerinin Firavun’la birlikte azap göreceği, Peygamber’le birlikte cihad eden ashabın da Allah’ın rızasına erdiği belirtilir.


Tabii, bu Kur’an’ı öğrenip yaşamak isteyen kimse; laik, kapitalist, Kemalist devleti sevemeyeceği ve ona uygun gelmeyeceği için devletin de İslam Devleti olması gerekir. Yani, her iki anlamdaki darbenin bir daha tekrarlanmaması için tek şart, bireylerin ve devletin Kur’an’a uygun; Kur’an insanı (canlı Kur’an) ve Kur’an devleti (İslam Devleti) haline gelmesidir. Bu konuda ciddi hiçbir adım atılmadığına ve halkın da kuru beklentiden başka oy verdiği kesimleri sıkıştırmadığına şahidiz. İki ay maaşını alamamış olsa, işçi ve memurlar nasıl sokağa dökülürler. Ama, Allah’ın dini hâkim olsun diye ciddi anlamda fedâkârlık yapmaya çalışanların sayılarının da, faaliyetlerinin de yetersiz bile olmadığı görülmektedir. Faizin ticaretle uğraşan tüm kesime kaçınılmaz şekilde dayatıldığı, zinanın devlet yardımı ve korumasıyla, özendirme ve kolaylaştırmasıyla bir alo kadar, bilgisayarda bir tık kadar yakınlaştırıldığı, kumarın devlet eliyle oynatıldığı, okullarda 20 milyona yakın gencin çağdaş putperestlik olarak heykellerin önünde saygı duruşunda bulunmak zorunda bırakıldığı, Allah’a inandım diyenlerin Allah’ın indirdiği hükümlerle değil de, insanların uydurduğu kanunlarla yönetildiği bir ülkede, bunca isyanın cezasının şu veya bu şekilde bekleneceği bir vâkıadır. “Darbelere son” diyenlerin öncelikle “Allah’a isyana son!” deyip Kitapsız bir devletten Kur’an’ı her yerde ve her yönüyle tatbik eden bir devlet uygulamasına doğru Nebevî usûlle yönelinmesi şarttır.


6- Bunun için de halkın Kemalizmi, laikliği, demokrasiyi, kapitalizmi savunmaktan vazgeçerek, o tür bâtıl ideolojileri reddedip uzlaşmaması gerektiğini kabullenmesi gerekiyor. Böyle olması gerekirken, başına gelen ve gelme ihtimali olan her musibetten Allah’a sığınması ve hangi toplumsal isyan ve günahların neticesi olduğunu hesaba katıp o haramlardan dönmesi gereken insan, rejimi destekliyor ise, Kur’an hükümleri yerine demokrasiyi savunuyorsa bunun sonu ne olacaktır? En büyük darbe olan kıyameti mi bekliyoruz?


7- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaverleri, Genelkurmay Başkanı Akar’ın Özel Kalem Müdürü ve Milli Savunma Bakanının Müsteşar Yardımcısı ve üst düzey komutanların emir subaylarının önemli bir bölümünün FETÖ/PDY üyesi olduğu tespit edildi ve gözaltına alındı. Bu durumu, darbeciler için başarılı bir takiyye ve gizlenme kabul edebiliriz de, bu taraf için basit bir dikkatsizlik diye geçebilir miyiz? Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları, en yakınındaki özel kalem müdürü, emir subay ve astsubayları ile korumaları tarafından rehin alınmaktan kurtulamadı. Yakın çalışma arkadaşlarını seçmekte bu kadar yanılan kimselerin diğer işlerinde ne kadar isabetli davranabilecekleri gündeme gelmez. Darbe girişiminde Erdoğan’ın yaverleri ile üst düzey komutanların emir subaylarının önemli bir bölümünün rol almasını ne ile ve nasıl izah edeceğiz? Göklere çıkarılan büyük istihbaratçı Hakan Fidan’a ne demeli? Aylar öncesinden hazırlıkları yapılan ve bütün illerde örgütlenen koca darbe örgütünün büyük kalkışmasını olaydan birkaç saat önce ancak öğreneceksin. Sonra bilgini kiminle paylaşman gerektiğini de bilmeyerek saatlerce Genelkurmay’da pasifize edilip oyalandırılacaksın. Basit ihmal ve dikkatsizliği çok aşan bu durumlar yine devam edecek. On sene beraberce ülkeyi yönettikleri darbecileri tanımayanlar, hemen yanındaki dostunu düşmanını karıştıran kimselerin, Avrupa’da ve Amerika’daki düşmanını dost sanması sürpriz mi olur? Firâset ve basiret denilen özellik, ancak Allah’a yakın olan kimselerde bulunur.


8- Darbe yapanlarla darbeye muhatap olan hükümetin aralarında ciddi anlamda fikir zıtlığı olduğunu sanmıyorum. Ama aralarında çıkar kavgası olduğunu herkes duydu, biliyor. Paralel; yan yana, aynı uzaklığı muhafaza ederek birleşmeden uzayıp giden çizgilerin haline ve bu çizgilerin her birine deniliyor. Paralel iki çizgi, tren rayları gibi aynı istikamette olan iki çizgidir. Birine paralel yapı deniliyor; diğeri de para yer yapı kabul edilmeli. Hatırlanacağı gibi, on yıl sürdürdükleri canciğer dostluk bağlarını ilk koparan darbecilerdi; muhataplarını para yemekle suçluyorlardı; para yemeyi üç bakana yüklediler, fazla önemsenmedi, unutulup gitti. Her iki fırkanın birbirine düşmanlıkta ve nice İslâmî hususlarda tutarsızlık ve ölçüsüzlüğünün temel sebebi, gurur, kibirdir. Menderes’i bu gururlu müstekbir tavrı mahvetmişti. Tâğutlar ve küfrü tercih eden her kesim için kibir ve şımarıklık önemli bir vasıftır.. Ve kibirliliğin en anormal derecesi, tevazu kılıflarıyla ortaya konulur.

9- Darbenin ilk gecesi, insanımızın darbeye karşı direnmek için Erdoğan’ın çağrısına icabet edip sokaklara dökülmesine değil sözümüz. İlk gece, devlet adamı Tayyip bu çağrıyı yapmıştı. Darbenin bittiği, artık eskiye dönüldüğü ertesi ve daha ertesi… gün aynı çağrı tekrar edildi. Bu çağrıları yapan devlet başkanı Erdoğan değil; politikacı Erdoğan’dı. Hemen her kesimden meydanları dolduran kesimi o kalabalıkların ve o heyecanın büyüsüyle etkilemek istiyordu. Darbenin bittiğini bildikleri halde, kalabalıkların bu çağrılara iştirak etmesini de yadırgamıyorum. Ama, tevhid ehli insanların ibadet bilinci içerisinde “demokrasi nöbetine” katılmak için, bâtıl sloganların atıldığı, tevhide uygun düşmeyen hususların yer yer dinî motiflerle hak maskesi taktırıldığı ve dinin istismar edildiği hükümete destek toplantılarına katılmalarının bize göre savundukları tevhide ters düştüğünü ve bu tavırlarının ciddi bir savrulma olduğunu düşünüyorum. “Bizim niyetimiz, demokrasi filan değil; Allah rızası için zulme karşı çıkmak” diyenlere şunu söylemek istiyorum: Başka zihniyettekilere eklemlenmeden, gayri İslâmî şiar ve simgelerin altında bulunmadan, bâtıl ideolojilere sahip kalabalıkların sayılarını arttıracak ve onlardan biri gibi kabul edilecek şekilde olmaksızın; bağımsız İslâmî kimliğiyle kişinin özgün tevhidî mesajını sunması ve bunları yaparken sadece Allah’ın rızâsını gözetmesi… Eğer böyle ise, buna da bir şey demeye hakkımın olmadığını düşünürüm. Ama, yukarıda anlatıldığı gibi “uydum kalabalığa” anlayışını doğru görmüyorum.


10- Minarelerden salâ verilerek demokrasi nöbetlerine ve hükümete destek verilmesi, yadırganmamalı; Diyanet, başbakanlığa bağlı bir devlet kuruluşudur, cami görevlileri de devlet memuru. Yani, yadırganacak bir durum yok. Başkan Görmez, “zerre kadar paralel yapıya gönül bağı olan bir görevlinin mihrapta yeri yoktur.” diyor. Atatürkçüler, laikler ve bağnaz particiler için de benzer şey söyledi mi? Onlara mihrap emanet edilebilir, ama paralelciye hayır! Yine, D. İ. Başkanı, “darbeci askerlerin salâsının okunmayacağını ve cenaze işlemlerinin yapılmayacağını namazlarının kılınmayacağını” açıkladı. Bunların arasına yanlışlıkla katılan, kandırılan, işin içyüzünü tam bilmediği için onların arasında bulunmuş olabilir. Katıldıktan sonra tevbe edip pişmanlık duymuş olabilir. Onlardan zannedilebilir. Mü’minim deyip kâfirliğine kesin bir delil olmadığı müddetçe camilerden hiçbir kimseyi kovamaz, lâ ilâhe illâllah diyen ve şirk koştuğu bilinmeyen bir kimsenin cenazesini açıkta bırakamazsınız. Bu fetvanın sadece paralelcilere yönelik olması şunu gösteriyor: Paralel yapılanma ile devlete şirk koşanın cenazesi kılınmaz, Allah’a şirk koşanın ise cenaze namazının kılınması açısından bir sakınca yoktur. Öyle mi bay başkan? Görmez olabilirsin, ama böyle bir çelişkiyi veya yanlış tercihi görmezden gelemezsin. Hz. Ali, devlete başkaldıran, devlet başkanı olduğu halde kendisi ile savaşan Hâricîlerin cenaze namazlarını kılmıştır. Kenan Evren’in cenazesi Kocatepe Camii imamı İsmail Coşar tarafından, İsmet İnönü gibi İslam’a karşı tavrı belli olan kişinin cenazesini yanlış hatırlamıyorsam Diyanet İşleri Başkanı tarafından kılınacak, İslâm düşmanı laik ve Atatürkçülerin cenazeleri Diyanet görevlilerince kılınacak, ama paralelcilerin namazı kılınmayacak. Bu fetvanın doğru olduğunu düşünmediğim gibi, insanlar ve cemaatler arası uçurumu daha büyüteceğini, tefrika ve tekfir zihniyetini körükleyeceğini söyleyebilirim.


11- Kamuda çalışan 50 bin’in üzerinde memur ve personel görevden alındı. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplam 36.200 öğretmenin görevine son verildi. Bunlar bir hafta dolmadan şimdiki rakamlar, daha artacağı bekleniyor. Bu durum, devletin sık sık birlik ve bütünlük nutuklarına, kimsenin inançlarından dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağı anayasalarına ne kadar uyduğunu kimse sormuyor. “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten takvâya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (5/Mâide, 8). “Ey insanlar! Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın.” (35/Fâtır, 5). Darbecilerin de, darbeye muhatap olanların da; her iki kesimin de tevbe edip Kur’an’a dönmeleri ve Kur’an’ın hükümlerini bulundukları cemaat ve birlikteliklerde ve de devlette uygula(t)maları duasıyla…

Not: Ohal ilan edildikten sonra bu yazı, bakalım başımıza bir iş açacak mı? Eğer Kur’anî hakikatleri vurgulamaya çalıştıysam ve o yüzden başıma bir şey gelirse ne mutlu bana! Eleştirenler lütfen, “şu cümlende şunu diyorsun ve bu ifaden Kur’an’daki şu âyete ters, Peygamber’in şu uygulamasına zıt” desinler. Yoksa, diğer eleştirileri pek fazla ciddiye almayı düşünmüyorum.