Çağımızın buhranı terör (II)

Merve Kavakçı

Başkanlığını yürüttüğüm PAMER’de (Postkolonyal Çalışmalar Uygulama ve Araştırma Merkezi, Üsküdar Üniversitesi) yapmış olduğumuz terör konferansından söz ediyorduk. Bugün terörle yakından ilişkilendirilir hale gelen dinimizin bir “silm” yani barış dini olduğundan, terörün ise ne renginin, ne dininin, ne de ırkının olmadığından bahsettiğimiz sempozyumumuzda, Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez bey de şiddet ve terörün, seküler temellere dayanmasıyla, sözde dini temellere dayanması arasında fark göz etmenin doğru olmadığını ifade etti. Terörün insandan insana, toplumdan topluma, devletten topluma olması arasında fark yoktur. Vahşete dayalı ölümlerin, Şam’da, Bağdat’ta olmasıyla, Paris’te, Brüksel’de olması arasında fark yoktur. Dünya, bu ölümlerin hepsine, şiddetin tamamına, bir mezhep ve coğrafya ayrımı yapmaksızın aynı tepkiyi vermiyorsa, işte o zaman insanlık tümüyle ölüme mahkumdur diyen sayın başkan, bu tartışmaların merkezine oturtulan ve araçsallaştırılan cihad konseptine de değindi. Dinlerken on sene önceye gittim. George Washington Üniversitesi’nde hocalığa başladığım 2004 senesinde verdiğim uluslararası ilişkiler derslerinde, cihadizm diye bir kavramdan söz etmiyorduk. O yıllarda Müslümanların siyasal hayata katılımı üzerine üretilmiş tezler; ki bunların hemen hemen hepsi (en azından mainstream müfredata giren bilginin tamamı Batı çıkışlı bilgilerdi) “iyi” Müslüman “kötü” Müslüman okuması üzerinden yapılır, bazı tartışmalar bir adım daha ileri giderek, siyasal İslam ve İslamism farkını gözetir ve birinciye nazaran ikinciyi masumlaştırır, aradaki nüansın siyasal İslam’ın adı üstünde siyasal bir projesi olduğunu ve toplumsal tezahürlerinin bulunduğunu ve dolayısıyla da bir “tehlike” arz ettiğini, İslamismin ise kişisel bir İslamlaşma, yani günlük hayatta İslam’ın daha bariz bir şekilde yaşanır hale gelmesi anlamına geldiğini ifade ederlerdi. Burada, hiç de iyi niyetli olmayan yaklaşımla, maksat Müslümanların siyasi alandaki faaliyetlerini belli bir şablon içerisine oturtmak daha doğrusu hapsetmek ve ortaya çıkan diskuru oradan yönetmekti. Bir süre sonra ise, Ortadoğu siyaseti ile ilgili üretilen literatürde “iyi” siyasal İslam ve “kötü” siyasal İslam ikili zıtlığı üzerinden çalışmalar yapılmaya başlandı. Özellikle Fareed Zakarıya’nın Newsweek’te yayınladığı konu ile alakalı yazısı minvalinde üretilen bilgiler, İslam’ın siyasal hayattaki tezahürlerinin kalıcı olduğunu ve dünyadaki farklı siyasi hareketler arasında ayrım yapılması gerektiğini, hepsini bir kefeye koymanın uygun olmadığını vurguluyordu. Tahmin edersiniz ki bunlar Batıda yazılıp çizilirken Türkiye’de Ak Parti, Mısır’da İhvan, Tunus’da Nahda ve benzeri hareketler siyasi alanın baş aktörleri haline gelmiş, seküler duruşların tükenmişlikleri bir gerçeklik olarak Batı dünyasına soğuk terler döktürüyordu. Artık Batının ontolojik bir üstünlük atfederek dost edindiği Doğulu sekülerler; ki bunları içimizdeki Oryantalistler olarak tasvir etmek de mümkün, siyaseti yüzlerine gözlerine bulaştırmış, ekonomik krizlerle halklarını felakete sürüklemiş, verdikleri demokrasi vaadlerini boş retoriklerle desteklemenin dışında görünürde, arazide, halk için bir şey yapmamış, ilerliyoruz, batılılaşıyoruz bahaneleriyle kendi iktidarlarını perçinleyerek terör estiren rejimler haline gelmişlerdi. Bu durumda Batı karşısında istediği görünüş ve zihinde muhatap bulamaz hale gelmiş ve İslamcılara dönmüş demeyeceğim, zira dönmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber yakın geçmişte şahid olduğumuz iki taraflı iyi ilişkiler yürütülmüştür.

Devam edeceğiz inşallah…

yeniakit