Bu, böyledir...




"Allah şöyle buyurdu: Bu, böyledir" (Ali İmran, 47)
Hafta içi İstanbul"un kalabalık liselerinden birindeydim. Hemen söyleyeyim ki; gittiğim lise ne kolej, ne anadolu lisesi, ne de İmam-Hatip" Ticaret liselerinden birisiydi sadece. Benim için heyecan verici bir deneyim oldu.


Lise çıkışı kuaförlerde, tekstil atölyelerinde, kung-fu salonlarında part-time çalışan gencecik emekçilerle buluştum. Bana 301"i sordular, parti kapatılacak mı, PKK ne olacak gibi soruların yanı sıra, ekmek fiyatlarıyla ters orantılı küçülen somunları, ucuz ama bayat ekmek satan fırınların servis saatlerini bilip bilmediğimi, işsizlik sorunu ile ilgili neler yapılabileceğini falan" Dereden tepeden hayattan memattan bahsettik kısacası"

Bilgi yarışması ekibinden harika bir kızla tanıştım, ismi Seda. Seda aynı zamanda okulun pekiyi dereceli örnek talebelerinden. Babasının sanayi atölyesinde küçük bir lokantası varmış, dersten sonra gidip bulaşıkları o yıkarmış. Dört kardeşler, babaları böbreklerinden rahatsız olduğu için son zamanlarda işler iyice aksamaya başlamış. Bir an evvel okul bitseymiş de, Seda ailenin en büyük çocuğu olarak lokantaya geçseymiş. Kompozisyon yarışmasında birinci olmuş, bana orman ve ağaç sevgisi ile ilgili yazdığı yazısını gösterdi. Dışarıda örtülüymüş ama okulda açıyormuş başını. Saçlarını arkadan atkuyruk yapmış. Aslında muhasebeci olmayı düşünürmüş, ama hayat şartları onu sanayi mahallesindeki küçük lokantaya doğru itelemekteymiş.

Tıpkı bir toplu iğnenin uzatılan mıknatısa doğru aceleyle koşup yapışması gibi; sanayi mahallesine, oradaki derbeder lokantanın arka kısmında bulunan bulaşıkhaneye çekiyor Seda'yı... "Ben de yazar olmak isterdim" diyor, edebiyat öğretmenini çok seviyor, ona Mustafa Kutlu"nun "Bu Böyledir" adlı kitabını hediye etmiş.

Sonra büyük bir ciddiyetle "Bulaşıkçılık ayıp değil ki; helal lokma kazanmak değil mi esas olan?" diye soruveriyor.

"Dünyada helal lokma kadar insana tat ve onur verecek başka bir şey yoktur" diye sarılıyorum genç emekçiye"

Sonra da ona Hz. İsa ve arkadaşlarından bahsediyorum. Havarilere niçin havari dendiğini anlatıyorum Seda"ya" Aslında onların çamaşırcılar olduğunu, o dönemde insanların kirli çamaşırlarını toparlayıp, nehirlerin, pınarların başında yıkayıp ağarttıklarını, sonra da kurutup katlayıp tekrardan sahiplerine geri verdiklerini" Havari"nin aslında ağartan, temizleyen olduğunu anlatmaya çalışıyorum kısık sesle. Beni dinlerken gözlerimin içine bakıp, kafasını sallıyor bir tavşan gibi, anladım der gibi, sanki havarileri tanır gibi"

Eve dönerken içimin genç öğrencilerin hayalleri ve pırıl pırıl yürekleriyle adeta aydınlandığını düşünüyorum. Sanki beni bir gözenin başında yıkadılar gibi geliyor. O kadar temizler ki!

Şaşırmayı ve üzülmeyi çoktan unutmuş haldeyiz oysa biz büyükler" Davul derisi gibi güçlü, dayanıklı kılıflarla örtmüşüz vicdanlarımızı. Bir suç işlendiğini haber aldığımızda, bir kötülük işittiğimizde, üzüleceğimiz ve sarsılacağımız yerde, "Oh olsun.." deyip kına yakıyoruz avuçlarımıza.

"Yahu inşallah öyle değildir, inşallah böyle bir suç işlenmemiştir, akıl alacak gibi değil, inanamıyorum bu suçun işlendiğine, umarım yanlıştır bu bilgi" diyecek bir tek Allah kulu yok" Üstelik "inşallah doğru değildir bu münasebetsiz haber" diyenler de suçlu bulunuyor. Gerisi?.. Katran kazanı, darağacı, naralar, salyalar, tefrikalar, ağır çekime alınmış bol ayrıntılı tecavüz, taciz tefrikaları" Bıktık sizden yahu, cidden usandık.

Ufunetle geçen haftanın arkasından gencecik ve tertemiz insanlarla karşılaşmak bana temiz hava gibi geldi. Sanki havariler gibi yıkadılar elbiselerimi...



vakit