Böyle Buyurdu Kutsal Devlet: Peygamber Kutlaması Bitti...

Ahmed Kalkan

Böyle Buyurdu Kutsal Devlet: Peygamber Kutlaması Bitti, Yerine Atatürk Versek

 

Bir “Kutlu Doğum Haftası” daha geride kaldı. Artık gelecek sene Nisan ayına kadar Peygamber bu toplumun gündemine kolay kolay girmeyecek. Kutlu Doğum Haftasının hemen devamında 23 Nisan kutlamaları geliyor. Niye bayram yaptıklarını anlamayacak, egemenliğin ne anlama geldiğini kavramayacak yaştaki çocukların bayramı. Bayrama katılanlar veya bu günleri bayram kabul edenler de kendilerinin çoluk-çocuk yerine konulduğunu bile idrâk edemeyecek çocuktan da çocuk çoğunluk.
“Dinî lider” bir hafta anıldı, artık bundan sonra sıra, devamlı “millî lider”de. Çağın Ebu Cehilleri övülüp durulacak bir yıl boyunca. Laiklik böyle bir şey olmalı: Çok dinli, çok tanrılı, çok peygamberli olmak...
İsminin önünde Muhammed bulunan bir Mustafa’nın hatırlanması bitti, isminin sonunda Kamal olan diğer Mustafa’nın artık günler, haftalar, hem de devamlı şekilde. “Ilımlılaştırılarak gündeme getirilen Kutlu Doğum haftasında hâkimiyetin Allah’a ait olduğu kimler tarafından ne kadarcık gündeme getirilebildi, bilinmez ama artık 23 Nisan’la birlikte hâkimiyetin ulusa ait olduğu çocukların ve çocuk yerine konulan büyüklerin beynine kazındı, kazınmaya devam edilecek. Okullarda Kutlu Doğumun en küçük izi görülmez, ama camilerde 23 Nisan ruhu hep yaşatılır. Vaazlar, hutbeler egemenliğin ulusa ait olduğu, İslâm’ın da aslında (bugün uygulanan şekliyle) cumhuriyet rejimini tasvip ettiğini, demokrasi ile İslam’ın nasıl bağdaştığı, hatta en güzel demokrasinin dört halife döneminde yaşandığı gündeme gelecek artık. Yaşlı cami cemaatini çocuk yerine koyup çoluk-çocuk bayramını kutlattırmalar…
Hani camilere siyaset girmemeli idi, hani laiklik gereği devlet dine karışmazdı. Alnı secde görmemiş parti liderlerinin bile nutuklar atarak katıldıkları Kutlu Doğum istismar zincirine devletin “Ilımlı İslâm” projesinin “Ilımlı Peygamber” bölümünü uygulamaya koymak için giderek daha fazla katkı vermeye çalıştığı gözleniyor. Biraz ılımlılaştırılarak laiklik ve Atatürkçülük halka benimsettiriliyor. Kutlu hafta biter bitmez 23 Nisan bahanesiyle camilerde bile Atatürk gündemde…
Onun devrimleri, yönetim ilkeleri hocaların ağızlarında. Camiye giden halk, sanki imam-hatip yerine demokrasiyi hararetle savunan bir politikacı görüyor karşısında. Ve kimse sorgulamadan, “uydum kalabalığa” diyor, kalabalık da bireyleri kendine uyduruyor. Devletin de desteğiyle ve yine bir devlet kurumu olan Diyanet’in organizelerde başrolü oynadığı Kutlu Doğum haftalarında resmi dairelerin kapılarında ve kapıdan içeride Peygamber’le ilgili hiçbir hadis ve benzeri vecizeler bulundurulmazken, 23 Nisan’da nice cami kapılarında Türk bayrakları asılıyor. Tabii, devlet dairelerinde Atatürk portresinin altına Peygamber’in bazı hadisleri yazılsa daha mı iyi olur, daha mı kötü, düşünülmeli. Rabbimizin “hâkimiyet sadece Allah’ındır” (12/Yusuf, 40) demesine rağmen, câmilerde okunan “hâkimiyetin ulusa ait olduğu”na dair hutbeler…
Câmilerin devlet dairesi, imamların namaz kıldırma görevlisi olarak devlet memuru olduğunun sadece resmiyette kalmayıp ciddi şekilde uygulamaya döküldüğünün göstergesi…
Dini devlete karıştırtmamak (eskisiyle, değiştirilip yenilenecek şekliyle) anayasanın ve düzenin temel güvencesi ve laiklik ilkesinin temel esası olarak kabul edilirken; hani laiklik, aynı zamanda devletin dine karışmaması demekti? Demek ki çağdaş düzenlerin de laiklik ve demokrasi adlı helvadan putları var; istedikleri zaman yiyip yutmak için.
Bizimse örneğimiz, önderimiz, rehberimiz belli. Her an örneklik yönüyle bahsedeceğimiz şahıs, Rasûl olacak. Yorumlarımız o rasûlün getirdiği Kitab’a ve onun en doğru uygulaması olan Sünnete ters düşmeyecek; yorumlayacağımız haberler, esas olarak Kur’an ve Kur’an’ın haberleri olacak/olmalı: “De ki: ‘Bu Kur’an, büyük bir haberdir. Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz.” (38/Sâd, 67-68). Âhiret haberi, önderimiz Rasûlullah’ın Rabbinden getirdiği haber kimsenin umurunda değil. “Haber” anlamına gelen Nebe’ sûresinin ilk âyetleri müthiş haber olarak Kıyâmeti ve yeniden dirilişi gündeme getiriyor.
Kendini İslâm’a nispet eden nice insan, dini bütün olarak yaşamak yerine, düzenin kurbanı olduğunu gösterir tarzda statükonun din anlayışına uygun olarak parçacı şekilde dinin Atatürk ilkelerine ters düşmeyen bazı yönlerini bazı zaman dilimlerinde öne çıkartmayı Müslümanlık sayıyor. Düzen, düzenbazlarını yetiştirdiği gibi, kendi Müslüman (!) tipini de yetiştirdi. Ramazan’da bir aylığına anlamını önemsemeden sadece metnini okumak üzere ellerine alıp sonra duvara asarak terk ettikleri Kur’an’a davrandıkları gibi, Rasûl’e de yılda bir hafta ayırıp o haftanın dışındaki zamanlarda onun düşmanlarına benzeyen şekilde yaşamayı tercih ediyorlar. Diğer zamanlarda Kur’an ve Sünnet kelimelerini ağızlarına bile almıyorlar. Sistemin oyununa gelen, düzenin kurbanı zavallı insanımıza, kızmaktan ziyade acıyarak merhametle tevhidin ve nübüvvetin ne demek olduğu anlatılmalı, anlatılmalı. Söz eylemle desteklenmeden ve anlatılan doğruların doğru bir şekilde hayata geçmesi istenmeden güzele doğru değişim ve dönüşüm gerçekleşmez. İşte burada Kur’an’ın yaşanılan hayata tatbik edilmesi anlamında sünnet devreye girer.
O kutlu elçi, sadece Mekke ve Medine’ye değil, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Onun peygamberliği 63 sene içinde yaşanıp bitmiş, kendisi tarihe mal olmuş, öğretileri tarihte kalmış birisi değildir O. Mekke ve Medine’nin dar coğrafyasıyla sınırlı tutulmaması, 7. asra hapsedilmemesi gereken Peygamber’in bizimle ilişkisi, kutlu doğum haftasıyla da sınırlandırılamaz. Öyleyse, haydi, Kur’an’ın tanıttığı Peygamber’i, Kur’an’ı da doğru tanımak açısından yeniden ve ısrarla gündemleştirelim:
Rasûle itaat, onun izinden gitmek, sünnetlerine sarılmak; belirli bazı şeylerle sınırlı değil, tüm hayatımızla ilgilidir. Onu on dört asır öncesine ve Mekke ile Medine’ye mahkûm etmek, âlemlere rahmet olan şahsın evrensel ilkelerine ihânettir. O dün Mekke ve Medine’de olduğu gibi, bugün yaşadığımız bölgede de, bize de örnektir. Sünnetleriyle burada yaşamalıdır. O yüzden “o bu gün yaşasaydı, ne yapardı?” sorusunu kendimize sormak ve cevabını imanımızın, vicdanımızın ve irfanımızın sesinden alabilmek gerekir. Ve aldığımız cevabı sünnet olarak yaşamak.
Günümüzde yaşasaydı o yüce insan, ne yapardı? Giyimi, evi, işi, aşı, putlarla ve putçularla ilişkisi, İslâm düşmanlarına tavrı, yani topyekün yaşayışı nasıl olurdu? Herhangi bir iş yapmaya karar verirken, “Rasûlullah olsa idi, bugün benim yaşadığım bu yerde yaşasaydı bu işi yapar mıydı, yaparsa nasıl yapardı?” diye sorsak ve kendi imanımızdan ve vicdanımızdan aldığımız cevap doğrultusunda yaşasak, işte o zaman sünneti yaşamış oluruz. İşte o zaman O’nun izinden gitmiş, O’nu örnek almış oluruz. Peygamberimiz bugün yaşasaydı sigara içmezdi, televizyon seyretmezdi, kahvede vakit öldürmezdi, kredi kartı kullanmazdı, bunlardan daha önemlisi; hiçbir şekilde putlara saygı duymaz, putperestlerle uzlaşmazdı. İslâm’a düşman olan düzenle mücadele ederdi. Tâğutlara yardımcı olmaz, tam tersine İslâm dışı düzenle mücadele ederdi, diyorsak o zaman bu doğrultuda, sünnet kavramını güncelleştirme konusunda bize çok iş düşüyor. Sünnet, meselâ sabah-akşam kabak yemek değildir. Sünnet, şekil yönüyle Peygamber’i taklit etmekten öte, onun din adına yaptıklarını günümüzün şartlarına uyarlamak, onun yaptıklarının gerekçe ve hikmetlerinden yola çıkarak Kur’an’ı günümüz hayatına geçirmeye çalışmaktır. “Bugün ve burada”yı Muhammed’çe yaşamak, “küçük Muhammed”, “Muhammedcik” olmaya gayret etmek, ashabla hayırda yarışmaktır. Sünnet, günlük hayatımızda Peygamberimiz’in yapacağından emin olduğumuz şeyleri yapmak, onun yapmayacağını değerlendirdiğimiz şeyleri terk etmektir. Evimiz, işyerimiz ve sokaklarımızdan tutun da, okullar, mahkemeler, meclis, devlet Peygamberin ilkelerinin uygulandığı yerlere mi daha çok benziyor, yoksa O’nun düşmanı Ebû Cehil’lerin ilke ve uygulama alanlarına mı benziyor? Kimi örnek aldığımız, birey ve toplum olarak kimin sünnetine/yoluna uyduğumuz, kimin izinde olduğumuz bu soruların cevabındadır.
Sünnet: O’nun yolu, tavrı, davranışları ve konuşmaları demek. Bugün sünnet olarak bildiğimiz birkaç tane, o da şekilden ibaret şey kalmış. Namazların sünnetleri, yaşlı adamların sakalları, erkek çocukların küçük bir operasyonu, misvak kullanmak ve benzer bir-iki şey. Bunların dışında Peygamber’in yaşayışını, meselâ sünnet olarak on tane davranışını bile sayamıyor Müslüman. Hâlbuki sünnet; Peygamberimiz’in din adına yaptığı her şeydir, tavsiye ettiği, uyguladığı her şey. Oğullarını sünnet ettirmeyenleri kınıyoruz da, ondan daha kuvvetli sünnetleri terk edenleri niçin kınamıyoruz? Kendimizin de kınanacak birçok yönümüz olduğunu kabul edelim, çünkü nice sünnetleri terk etmişiz. Esas sünnet, Kur’an’ın hayata geçirilmesinde nebevî modeldir. O, canlı Kur’an’dı. Peygamberimiz’in putlarla ve putçularla nasıl mücadele ettiği, cihadları, savaşları, insanları nasıl eğittiği, toplumsal sünnetleri, nasıl devlete gittiği vb. bilinmeden sünnet kavramı da doğru anlaşılmaz.
Peygamberimiz, Kur’an’ı hayata taşıyıp Sünnetiyle tefsir edip uygulayarak o günkü câhiliye hayatını tarihin çöplüğüne atmıştı. Şimdi daha feci bir şekilde ortada duran sosyal ve siyasal câhiliyeyi yine yeniden uzaklaştırmak için Kur’an ve Sünnetin hayata geçirilmesinden başka yol yoktur. Bu görev, hem dünya kurtuluşu ve hem de âhiret ödülü için şarttır.
Peygamberimiz kimlerle, niçin mücadele etti? Biz de aynı kimselerle mücadele etmek zorundayız. Peygamber’in düşmanları sadece O’nun zamanıyla sınırlı değildi. Ebu Cehiller, Ebu Lehebler günümüzde belki daha etkin roldeler, ama onları tanıyacak ve gereğini yapacak Sünnet ehli insanlar aranıyor. O’nun düşmanlarını dost kabul edemeyiz. O’nun düşmanları “ben O’nun düşmanıyım” demeyebilir, sinsi olabilir, O’nun getirdiği vahye, Kur’an’a ve O’nun yaşayışına yani Sünnetine düşman olanlar, Müslümanlara bu konuda özgürlük hakkı vermeyenler, kim olurlarsa olsunlar bizim dostlarımız olamazlar.
Hayatımız Onun yaşayışına, evlerimiz Onun evine, sokaklarımız Onun Medine’sinin sokaklarına, okullar Onun Suffe okuluna, devlet Onun devletine ne kadar benziyor? Onun, nice zahmetlerle kurduğu devleti ne yaptık? Onun adını destanlaştırması gereken dillerimiz ne adlar belledi? Kimleri putlaştırdı? Artistleri, şarkıcıları, futbolcuları, tâğutları ezbere bilen, fakat Peygamberin hayatını onların yaşayışı kadar bile tanımayan, Peygamberin izi yerine başka izler takip eden nesiller nasıl onun ümmeti olacak?! Bugün yine câhiliye hayatı her şeyiyle hâkim.
Peygamberimiz’in hayata geçirdiği prensipleri bireysel, sosyal ve siyasal hayatımıza hâkim kılarsak, yaşanılan câhiliye asrı da mutluluk asrına dönüşecektir. İşte, sünneti gerçek anlamda o zaman yaşamış olacağız.
Muhammed’siz ümmet, öndersiz vâris olunmaz. “Ilımlı İslâm” projesinin devamı olarak “Ilımlı Muhammed” şeklinde, küfre ve şirke müdâhale etmeyen bir portre sunuluyor. Suya sabuna dokunmayan, hiç kılıç kuşanmamış, putlarla ve putçularla hiç mücadele etmemiş, eli tesbihli, herkese gül dağıtan şeyh görüntüsünde bir peygamber.
Hayır, bin defa hayır! Bu, benim peygamberim değil. Onun yerine, izinden gidilmesi istenen kim olursa olsun, o benim önderim değil.