Bir “din politikası”na ihtiyaç var mı?

Ahmet Taşgetiren

Otomobille dolaşırken bir radyodaki konuşmaya takıldı kulağım. …… Hoca “Deist olduğunu açıklayan imamlar var, diyordu. Bu adamı Diyanet tayin ediyor, adam mihraba geçiyor ve görev icabı namazı kıldırıyor. Bu deist imamın arkasındaki insanların namazı ne olacak?”

Benzer sözler kamuoyunda çok bilinen cübbeli – cübbesiz hocalardan da işitilmiştir. İmam Hatiplerin, İlahiyatların hoca kadrosuna, onlar tarafından yetiştirilen öğrencilerin niteliğine ve bu nesille Türkiye’de dini hayatın gelecekte nasıl olacağına dair “kaygı yüklü” ifadelere rastlamamış olamazsınız.

Başka türlü kaygıların da yine dini camiadan, mesela İlahiyat camiasından, başka yapılara karşı seslendirildiği de kimsenin yabancısı değildir.
….

Belli ki böyle ulu orta seslendirilen konuyu ele almak gerekiyor. Özellikle de islâmî hassasiyeti olanların…
Cumhuriyet’in başlangıcında devletin bir “Din politikası” vardı. “Dini alanı kontrol” diye tanımlanacak bu politika, bir İslam tarifi yapmayı da amaçlıyor ve o tarifin dışındaki İslam’ı riskli alan olarak görüyordu.

Sonunda bu politika, “Laikçilik” diye de nitelenebilecek bir baskı politikasına büründü.

Tabii Devlet – Toplum ilişkisinde sancılar oluşturdu.

1950’den sonraki “sağ iktidarlar” döneminde de konu sancılı niteliğini değiştirmedi. Bu defa “Devlet”i temsil eden güç odaklarıyla “Halk iradesi”ni temsil eden yapı (siyaset) arasında askeri müdahalelere varan gerilimler yaşandı.

“Sağ iktidarlar” süreci evrim geçire geçire, adıyla sanıyla “Dindar kadrolar”ın iktidarı demek olan Ak Parti dönemine kadar geldi. Bir ara “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” suçlaması ile kapatılma riski de yaşamasına rağmen, Erdoğan liderliğindeki Ak Parti, artık en azından dindar insanların özgürlük kaygısını ortadan kaldıran bir siyasal atmosfer gerçekleştirmiş bulunuyor.

Şimdiyi ifade etmiş oluyoruz.

Soru şu: Dindar kadroların iktidar olduğu bir dönemde devlet olarak bir “Din politikası”na ihtiyaç var mıdır?

Soruyu şöyle de çeşitlendirmek mümkündür:

Bir: Böyle bir dönemde devleti dindar kadrolar yönettiğine göre, dini alanı da devlet mi belirlemelidir?

İki: Devlet, dini alanda her türlü gelişmeye ilgisiz ya da nötr mü kalmalıdır? Yani “bırakınız yapsın bırakınız geçsin” modunda mutlak özgürlük politikası mı uygulamalıdır?

Birinci sorunun cevabı arandığında devletin -yani Ak Parti iktidarının- aslında Cumhuriyet’in başlangıcından beri Devlet – Toplum – Din ilişkisinde belirleyici bir rolü benimsediği, ama bunu dindarların beklentisi istikametinde tanzim ettiği söylenebilir. Yani Diyanet Cumhuriyet kuruluşudur, Kur’an kursları ve İmam Hatip eğitimi de Cumhuriyet projesi içinde vardır. İlk Cumhuriyet kadroları, toplumun Müslümanlığını göz ardı etmiş değillerdir. Onlar bunu devletin dayandığı toplum gerçekliği açısından da göz ardı etmelerinin mümkün olmadığını bilen insanlardı. Ayrıca belirli bir “güvenlik kaygısı” da, kurucu kadrolar için, mesela ana islâmî mecrayı dikkate almayı gerektirmiştir. Hem kontrol hem destek.

Bugünün devlet yöneticileri, bir yerde o baştaki, laikçiliğe kadar ulaşan kontrol zihniyetine itirazı bir “Dava” niteliğine büründürerek gelmiştir. Dava, yani o çizgiyi kökten değiştirme… Sonra toplumun Müslüman karakterini besleme… vs…

Ak Parti’ye kurucu iradenin direnişi anlamındaki “Kapatma davası” 2008 tarihlidir. Ak Parti o salvoyu püskürtmüştür. Bugün deyim yerindeyse siyasi muhalefet dahil direnç odaklarının iradesinin etkisiz hale geldiği “mutlak bir iktidar” söz konusudur.

Peki böyle bir dönemde mesela o radyo programındaki “Hoca”nın -ki o radyo, medya grubu da bulunan bir cemaate mensuptur- iktidarın, orta öğretimde yaygınlaştırdığı İmam Hatip, üniversite alanında yaygınlaştırdığı İlahiyat çizgisine yönelik o sözleri neyin nesidir?

“Cemaat” diye tanımlanan o yapılar, diyelim İHL ve İlâhiyat’a böyle bakarken, İHL ve İlahiyat Camiası da, hatta belki halen çizgisi iktidar politikaları ile iç içe giren Diyanet de o cemaat yapılarına sorgulayıcı bakmaktadır. Gülen Yapılanmasının kriminal bir hüviyete dönmesinin ardından, Diyanet, farklı cemaat yapılanmalarına dair tespitlerini bir kitap halinde kamuoyu ile paylaşmıştır.

Sanırım bugün şöyle bir soruyu sormak gerekiyor: Bugün her bir cemaatin bir “İnsan tiplemesi” olduğu açıktır. O insan tipine kendine özgü bir eğitim ile gitmek istediği ve bunu halen işlettiği açıktır. Mesela iktidar açısından, her bir cemaatin böyle farklı “İslam insanı” tiplemeleri üretmesi normal karşılanmalı mıdır? Yoksa bu farklılıklar uzun vadede, Türkiye’de “Din karmaşası”na dönüşme riski oluşturmakta mıdır? Bu yapıların, iktidarın sunduğu bürokratik alanlarda, “Bencil odaklar” haline gelebildiği de FETÖ – ÇETÖ – METÖ gibi tanımlamalarla gündemdedir.

Şöyle diyorum: Hani Cumhuriyet Medrese - Okul ikilemini ortadan kaldırmak ve kendi insan tipini yetiştirmek için “Tevhid-i Tedrisat”ı devreye sokmuştu. Ne dersiniz şimdi, laik eğitim – dini eğitim ikileminden ayrı, mesela İHL – İlahiyat çizgisi ile Cemaat çizgileri arasında da bir “Dini ikilem”in kademe kademe artmasından söz edilebilir mi? Bu durumda “Din eğitimi alanda bir tevhid-i tedrisat ihtiyacı” doğmakta mıdır?

Dindar sünni iktidar kadrosu söz konusu olduğunda bir de “Alevi sorunu”, kazandığı uluslararası boyutla gündemdedir. Buna ilaveten “Deist – Ateist sorunu” gibi başlıkların açılması da eli kulağındadır.

Bilmem iktidar dünyasında ya da mesela Diyanet - İlahiyat gibi kayıt içi din dünyasında bunlara kafa yorulmakta mıdır? Cemaatler, gelecekteki Türkiye’de kendi insan tiplerinin neye tekabül ettiğine kafa yormakta mıdır? Sorular sorular…. Düşünmeye, yazmaya, sorgulamaya devam etmek lâzım.