Bir başka açıdan 28 Şubat

Abdurrahman Dilipak

28 Şubat 1997.. 25 yıl olmuş. Çeyrek asır. Tarihin tekerrür etmemesi için yaşadığımız zamana ve mekâna adil bir şahidlik yanından çıkartılan derslere dayalı sorumluluklarımızı kuşanmamız gerek.

Bugün 6 genel başkan, bir utancın yıldönümünde, pandemi gibi, Global Reset çetesinin global tehdidinin 2. yılında bir araya gelip, herhalde darbeyi alkışlamayacak, kınayacaklar.

O gün CHP darbecilerin yanındaydı. Ecevit gibi bir adamın Meclis’te başörtüsüne karşı nasıl öfkeyle meydan okuduğunu hâlâ hatırlıyoruz.

Saadet Partisi şimdi CHP ile birlikte; mağdurların safındaydı o gün. İyi Parti Genel Başkanı, “Postmodern bir darbe” ile tasfiye edilen bir hükümetin İçişleri Bakanı idi.

Çiller, Ağar, Aksu o günlerin marka isimleriydi. Erbakan artık yaşamıyor, Demirel de.

6’lı ittifakta, CHP, İYİ Parti, DP, SP, Deva ve Gelecek partileri bulunuyor. Bu sayı daha da artabilir.

Ama önce Anayasa değişikliği, siyasi partiler ve seçim yasası, baraj ve dar bölge gibi konuların netleşmesi gerekiyor.

Bu ittifakın ayrıca bir de “Tahtında müstetir” bir ortağı var. O da HDP. Yani HDP seçime, Sol-Liberal ve Sağ merkez şeklinde, daha dindar ve milliyetçi unsurları da çatısı altına alacak, coğrafi bölge ve toplumsal tercihlere dayalı 2 blok olarak katılabilir. Yani hem Cumhur ve hem de Millet İttifakı içinde yer alabilir. Tabi bu ayrı bir konu.

Aslında 12 Eylül’cüler, 28 Şubat’çılar hem yargıda ve hem de kamu vicdanında mahkum edildiler. Tabi bunun bir öncesi, o süreç ve bir de sonrası var. O günlerden bu günlere kalan, el ele eylemi, 312 general davası, başörtüsü zulmü, Susurluk, EMASYA, ADD, BÇG, Kalkancı tarikatı, Aczimendiler, “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık”, “kanlı mı olacak kansız mı?”, Sincan’daki Kudüs Gecesi, Erbakan’ın hocalara verdiği iftar, Sincan’da yürüyen tanklar, demokrasiye yapılan balans ayarı, Erkaya’ya göre irtica PKK’dan daha tehlikeliydi. Ankara’da şeriata karşı kadın yürüyüşü yapıldı. Sağda solda Cumhuriyet Mitingleri yapılıyor. 8 yıllık eğitimle İHO’nın orta kısımlarının kapatılması tartışmaları, MGK toplantıları, EMASYA kararları. Genelkurmay, “irtica brifingleri” başlattı.

Tuğgeneral Osman Özbek, Başbakan Erbakan’a, “vay pezevenk” ifadesi geçen cümle ile hitap etti. 21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Ülkeyi iç savaşa sürüklediği” iddiası ile “laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline gelmesi” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için dava açtı. 7 Haziran’da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği ve “yeşil sermaye” olarak, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığına çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi.

11 Haziran’daki brifingde Genelkurmay, “irticaya karşı gerekirse silah kullanılacağını” açıkladı. Bu açıklamaların ardından DYP’den peş peşe ayrılmalar başladı.

18 Haziran’da Erbakan, görevi Çiller’e devredeceğini açıklayarak başbakanlıktan istifa etti. Ama Demirel, hükûmet kurma görevini TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller’e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. 30 Haziran’da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la birlikte ANASOL-D Hükûmetini kurdu. Bakanlıklar ANAP, DSP, Demokrat Türkiye Partisi ve 4 bağımsız bakandan oluşuyordu. Daha sonra DSP, MHP, ANAP arasında ANASOL-M koalisyonu kuruldu. Bu hükümet, yolsuzluklarla anılan bir hükümet oldu. AK Parti’nin tek başına iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihine kadar devam etti.

Bu dönemde en popüler tarikatlardan biri, askerlerin örgütlettiği, başını Emire Kalkancı’nın çektiği Kalkancı tarikatı idi. Öte yandan, TSE damgalı bir dinin misyonerliği yapılıyordu. Din, BİREY’sel planda vicdanlara, toplumsal planda mabetlere hapsedilmeye, ekonomik, sosyal, kültürel ve kamusal alandan tecrit edilmeye çalışılıyordu.

Bu dönemin bir diğer önemli olayı, 5’li çete olarak bilinen meslek odaları koalisyonu idi. Erkaya “Bu defa silahsız kuvvetler gereğini yapsın” derken, TOBB, TİSK, TESK, Türk-İş ve DİSK’in yayımladıkları “Laiklik ve demokrasi sahipsiz değil” bildirisi ise Erkaya’nın belirttiği “silahsız kuvvetleri” oluşturuyordu.

Fethullah Gülen de en çok konuşan ve konuşulan isimdi aslında. YÖK Başkanı Kemal Gürüz de en çok konuşulan isimlerdendi ve tabi “İkna odaları” ile adından söz ettiren Nur Serter de o günlerin en popüler isimlerinden biriydi.. O günün ilginç sloganlarından biri “Laiklik olmadan Cumhuriyet, Cumhuriyet olmadan insan olunmaz”dı!

O günden bugüne bana kalan iki hatıra var bugünümle ilgili. O gün el ele eylemi sebebi ile son sınıfta tıp fakültesinden atılan gelinim, af sebebi ile stajlarını tamamlayarak tıp fakültesinden diplomasını aldı ve hâlâ, bir yıl kalan mecburi hizmetini tamamlamak için görevi başında. İkincisi de, o günlerin direniş ruhu bugünkü iktidarın yelkenlerini kabartırken 9 Mart’ta, ülkemizde ilk kez uygulanan bir şekilde 81 ilde, genel başkanından Kadın Kolları başkanına, STK’sına kadar topluca suç duyurusunda bulunarak sanık sandalyesine oturttular. Bu günleri de gördük. Onların dilince irticaın manası belli idi. Dün biz bu anlamda şeriatçıydık, onun için irticacıydık, mürteciydik, ama bugün böyle bir şeyle bizimkiler tarafından bu şekilde suçlanabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi!

28 Şubat’ta, biz Kalkancı tarikatında tamam ötekilerini suçladık da biz hiç mi hata yapmadık. Adnan Hoca konusunda ya da Aczimendiler konusunda.. Gerçekten Çiller sütten çıkmış ak kaşık mı idi. REFAHYOL hükümeti nasıl kuruldu, niçin kuruldu?

F. Gülen, ordudaki BÇG’lileri tasfiye etmesi için Erbakan’a başlangıçta destek oldu. Zaten münavebeli bir başbakanlık söz konusu idi. Başta Demirel de bu senaryoya destek verdi. Erbakan, BÇG kanadından büyük zarar görmüştü, Erbakan eğer bunları ordudan tasfiye ederse, Gülen dikensiz gül bahçesine girecekti.

Aslında BÇG, SSCB’nin dağılmasının ardından, “tehlikenin rengi yeşil”e dönünce, Radikal İslam’a, irticaya, şeriatçılara karşı sopa politikasının ürünü NATO şemsiyesinin altında bir örgütlenme idi. Gülen ise, ılımlı İslam’a karşı havuç politikasının ürünü olan bir örgütlenme idi. ABD’de bir grup ılımlı İslam’la yola devam etmek isterken, karşı grup İslam’a karşı sopayı savunuyordu. Sonunda radikal İslam’a karşı sopa, ılımlı İslam’a karşı havuç politikası benimsendi.

BÇG kanadı, kendi dışında ılımlı İslam için kontrolleri altında bir örgütlenme olarak Kalkancı tarikatını örgütleme yoluna gitti, ama daha sonra o da patladı. Sincan’daki toplantıda asıl konuşmacı bendim, boğazımdan bir ameliyat geçirdiğim ve ses kısıklığı yaşadığım için gidemedim. Ben gidemeyince, benim yerime giden Nureddin Şirin farklı bir etkinlik düzenleyince ve buna İran büyükelçisi gelince ve RP’li bir belediye başkanı da bu toplantıya katılınca, Kudüs, RP, İran bir araya gelince, suçu RP’ye yıkmak için beni görmezden geldiler.

Kadere bakar mısınız, dün de sanıktım bugün de. Hem de haklarını savunduklarınız tarafından haksız bir şekilde suçlanarak. 28 Şubat’ta da tecrit ve linç kampanyaları yaşadım, ama böylesi ilk kez. 81 ilde ve topyekûn! O zaman ve sonrasında “Topyekûn savaş manşeti” attılar ama uygulayamadılar. Bir arkadaşımıza karşı 312 General davası açıldı ama bugün olduğu gibi o gün de o davayı açanların ellerinde patladı. Ben o zaman da Güven Erkaya, Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Teoman Koman davalarından askeri mahkemede de yargılandım. Bugün böyle bir davada yargılanacağımı hiç düşünmezdim.. Asla aklımdan bile geçmeyen yakıştırma bir suçlamayla suçlanmak hem de 81 ilde, olacak şey değil, ama oldu işte. Hem de kimisi haklarını savunduğum kişiler olarak! İnanmamaları gerekmez mi idi. Kaderde bu da varmış.

Darbeler, zulüm ya da olan şey her ne ise, kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde hayır olabilir. Bu dünyada tartışıp durduğumuz şeylerin hakikatinin bize gösterileceği bir gün var.

Kalplerden ve akıllardan geçenleri bilen bir Allah var. Herkesin yaptığının, yapması gerekirken yapmadığının hesabının misgale zerretin hayran yerah ve misgale zerretin şerran yerah sorulacağı bir gün var. Onlar kim olursa olsun.

Selam ve dua ile.