Annem Ağaçların Gölgesini Seçti/Ben Harflerin

Annem ağaçların gölgesini seçti/Ben harflerin
Anneler ve kızları. Kadim bir meseledir. Annesi gibi olanlar. Asla annesi gibi olmayacağına yemin edenler. Hayat hizasını, annesine benzemezlik ya da annesini geçmek üzere kuranlar.

Başkalarını bilmem. Lakin ben anacığımı hiç geçemedim. Geçemeyeceğimi bilirim. Annem sadece bizim değil, kâinatta gördüğü her türlü "yavru"nun da annesiydi çünkü. 17 yaşına kadar hasta annesinin "annesi" idi. Gelin olduğunda yeni hayatında onu bekleyen hastaların annesi oldu.

Taze ot kokulu baharlar getiriyor çocukluğumun annesini, en ziyade. Onu kulağı radyoda, nohut oda bakla sofa evin köşesine kurmuş olduğu pres makinesinin başında hatırlıyorum. Saat 11.30'da makinenin başından kalkar bize öğle yemeği hazırlardı. Beslenme ve diyetetik uzmanı değildi. Şimdi şaşırarak görüyorum ki, beslenme uzmanlarının listelerini aşacak kadar bilge bir mutfak anlayışı vardı. (Tarhanayı, erişteyi, bulguru, salçayı, peyniri kendi elleriyle hazırlardı her yaz.) Yemekler sadece o öğün için pişirilirdi.

Karbonhidrat ve protein dengesini ne kadar hassas, ne kadar titizlikle korurdu annem. (Bunu anlayabilmek için anne olmam gerekiyormuş.) Bir Pazar günü Topkapı Sarayı'nın bahçesine kadar gitmişken. Tam bilet alınacakken. Babama sen içerde ne olduğunu anlatırsın, biz bilet parası ile kıyma alalım da köfte yaparız diye eve gelişlerini hayatım boyunca unutmadım. Babam annemi takdir etmiş miydi? Anlatmak ile görmenin farkı üzerine konuşmuş muydu? Hatırlamıyorum. Hatırladığım iki küçükler iştahla sahan köftesini yerken, biz iki büyükler Topkapı Sarayı'na bir kilo kıymayı tercih eden anneyi anlama mücadelesi vermiştik belki de. Mücadele dediğime bakmayın. Ben ilkokul beşe gidiyordum ağabeyim ortaokul ikiye. (Neden mücadele? Okulda sorulacaktı. Anneler Günü'nde annenize ne aldınız diye. Biz de kardeşlerimize baktık, babam annemi Topkapı Sarayı'na götürdü diyecektik.)

O gün Anneler Günü'ydü.

Şimdi bu satırları yazarken; esasında ne kadar anneme benzer bir hayatımın olduğunu farkediyorum. Zamana dahil olmayı, zamanı asla harcamama bilgisini öğrendiğim tek üstadım annem. Ben de onun gibi bir makinenin başında geçiriyorum hayatımı. Makinenin başından kalkıp yemek yapıp sonra tekrar makinenin başına oturarak. (Onunkisi pres makinesiydi, benimkisi bilgisayar.)

Annemin kitaplardan öğrenilmiş bir bilgisi yoktu. Kitaplara hiç borçlu olmadığı bir hayat yaşadı. Ama o, kâinatı bir kitap gibi okuyanların meşrebindendi. Kuru çubuğu toprağa gömse, bir haftaya yeşerecek bir bereketi vardı ellerinin. Evet, ellerinin bir bereketi vardı. Şimdi yıllar sonra kardeşimle, onun iki bardak pirinçten yaptığı pilav yirmi kişilik olurken; bizim aynı ölçüde yaptığımız pilavın sadece sekiz kişilik oluşunu konuşuyoruz.

Dört kardeş dördümüz de birbirimize benzemeyiz. Her birimizin mesai ortamı birbirine hiç benzemediği halde annemin vasiyet hükmündeki cümlesidir dördümüze birden yol çizen: "Ezilmek istemiyorsan herkesten daha çok çalışacaksın."

Hayatı boyunca ne ezildi ne de ezdirdi kendini. Hiç kimsenin ne sözünün altında kaldı ne de arkasından konuştu. Bir şekilde sözü edilecek olsa, ben ona diyeceğimi dedim deyip susardı annem.

Annem kadar toprakla barışık olabilmeyi ne çok isterdim. Olamayışımı da anneme borçluyum ya zaten. Tek tek yeşerttiği yüzlerce ağacın altına her defasında minder taşıdı annem. Ben oraya oturayım da rahat yazayım diye. Oysa dedemden kalan onca toprağa sahip çıkmamızı isterdi. Toprağın dilinden anlamamız onu onurlandırırdı. Gururlandırırdı.

O, diktiği her ağacın arkasından tespih çekeceğine iman ederek yaşıyor. Ben de belki bir gün yazdığım bu kelimelerden öyle bir cümle kurmayı başarırım ki, amel defterim kurtulur ümidiyle diziyorum harfleri yan yana.

O ağaçların gölgesini seçti. Ben harflerin. Tek farkımız bu.

Anneciğim n'olur bu yazımı ağlamadan oku.

 

yenişafak