Aliya’nın tarihi ikazını hatırlamak

Ahmet Taşgetiren

O söz Bosna’nın bilge lideri merhum Aliya İzzetbegoviç’e aittir. “Düşmana yenildiğinizde değil, ona benzediğinizde savaşı kaybedersiniz” sözünü kastediyorum.

Bu sözü Bosna’nın en zor günlerinde, Sırplar’ın sivil halka karşı hunharca cinayetler işlediği, buna karşılık Boşnak savaşçıların Sırp esirlere misliyle mukabelede bulunmaya yöneldikleri sırada söylemiş olmalıdır. Yani “Siz onlar gibi olamazsınız, insanlıktan çıkamazsınız, onlar gibi olursanız, zafer kazansanız bile gerçekte yenilmiş sayılırsınız” demek istemiştir.

Aliya bunun için “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal mabede saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Üstelik Batı’nın gözleri önünde” diyecektir.

Yasin Aktay, Aliya’nın sözünü başına “Siyaset için ilmihal” ifadesini de ekleyerek, Yeni Şafak’taki (26 aralık 2022 tarihli) yazısında hatırlayacaktır; yani birkaç gün önce: “Siyaset için ilmihal: Düşmana yenildiğinizde değil benzediğinizde kaybedersiniz.”

Yasin Aktay’ı severim, önemserim. Vicdanlı bir Müslüman aydındır. İslami ölçülere vakıf bir sosyal bilim insanıdır. Ak Parti’de Siirt milletvekilliği yapmıştır. Ak Parti Genelbaşkan başdanışmanlarındandır.

Akla hemen gelen soru şudur: Neden, mesela halen “muhafazakar siyaset”in bütün çerçevesini çizmekte olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a birinci elden ifade etmek imkanı var iken, bir gazete makalesinde hatırlamak – hatırlatmak gereği duymuştur Aliya’nın bu sözünü? Belli ki kaygılıdır ve belli ki hep beklendiği gibi “kulağına söylemek” yerine böyle, kamuoyuna açık çerçevede seslendirme gereği duymuştur. Bence doğru da yapmıştır.

Aslında baktım, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan da halka – partiye hitaben yaptığı bazı konuşmalarında Aliya’nın bu sözünü seslendirmiş bulunuyor. Ama bu uyarılar, gazete sayfalarına intikal etmeye başlamışsa, ortada hem bir duyarlılık gelişmesi hem de bunu ilgili yerlere ulaştıramamak gibi bir sorun vardır.

Yasin Bey, yazısında farkları daha iyi anlatabilmek için Alman siyaset felsefecisi Carl Schmitt’in siyaset kuramına işaret ediyor. Aynı zamanda 1933’ten itibaren 2. Dünya Savaşı sonuna kadar Nazi yönetimi bünyesinde görev alan, bir anlamda Hitler’in akıl hocalığını da yapan Schmitt, siyaset teorisinri dost – düşman ayırımı üzerine kuruyor. Yasin Bey’in yazısında Schmitt’in çizgisine dair şu ifadeler yer alıyor:

“….. Schmitt siyaseti hayatın neredeyse tamamına teşmil ettikten sonra siyasetin özünün de dost-düşman ilişkisi olduğunu anlatmıştır. Ona göre siyasette yaşanan geçici istikrarda bile düşmanlıklarını uykuya yatırmış taraflar vardır ve diğer tarafa besledikleri duygu düşmanca bir duygudur ve bu hiçbir zaman değişmez. Düşmanlığın dostluğa, düşmanların da dostlara dönüşmesi bu bakış açısından muhal bile sayılabilir.”

Şu cümle de Schmitt’e ait: “Bir düşman olmadan delirirdim, dünyam tüm istikrarını ve tutarlılığını kaybederdi.” Siyaset böylesine bir dost – düşman eksenine oturtulduğunda “düşmana karşı nihai duygunun onun bertaraf edilmesi” olması da, “Dostun düşmana karşı saf tutan ve sadece bu özelliği ile önem kazanan kişi” olması da tabiidir.

Yasin Aktay buradan bize, bu bakış açısının bizdeki yansımasına geliyor. Şu cümleler ona ait: “Bugün muhafazakâr siyaset adına ortaya konulan ve rakiplerini belli bir konuma mahkûm eden, oraya sabitleyen bir bakış açısı belki Carl Schmitt’in çizdiği çerçevede siyasetin tabiatına uygun davranmış olur, ama İslami siyasetten uzaktır.”

Yasin Aktay, çok farklı bir noktaya taşıyor okuyucusunu. Diyor ki: “Müslüman için ezeli ve ebedi düşman yoktur. Düşmanlık ve dostluk insanın doğumunda kendisine verilmiş şeyler değil, erdemler lehine yapılmış tercihlerle kurulur….. O yüzden Müslümanın düşmanına karşı bile temel duygusu nefret değil, acıma ve şefkattir. Çünkü düşmanlar dahi Allah tarafından yaratılmış ve onlar da onun dostluk çağrısının muhatabıdırlar.”

Bugün iktidarda bulunan “muhafazakar” kadroların oluşturduğu hakim siyasi iklimden bakıldığında nasıl görünüyor bu ölçüler? Mesela adalet nasıl görünüyor, ahlak, erdem, merhamet, şefkat nasıl görünüyor? Kimi yargı uygulamalarımız bir “düşman tasfiyesi” niteliğinde mi? “Bağımsız, tarafsız” olması gereken yargıyı kendi başına bile bırakmıyor olabilir miyiz? Daha çok, daha çok, daha çok iktidar adına tüm devleti seferber etmiş olabilir miyiz?

Yasin Aktay yazısının sonunda “cahiliye, erdemlere yabancılaşma, kendi kendimizi tanıma ” uyarısı yapıyor. Peygamberimizin “Bizim Mahalle”de zikrettiğim “Kertenkele deliğine girme” ikazı Aliya’nın ikazı ile ne kadar da örtüşüyor değil mi?

Bazen çok yakınlarda yapılan uyarılar yerine, bir gazete yazısı ya da medyaya yansıyan bir farklı görüş daha etkili olabiliyor. Kim bilir belki de İletişim Başkanlığı Yasin Bey’in yazısını alıp ilgili makamlara ulaştıracaktır. Dileyelim, “Yasin Bey’de de değişme, hatta belki savrulma var!” notu ile ulaştırılmasın.