Aklımızı Sen koru, Allah’ım..

Selâhaddin Çakırgil

1 Kasım seçimleri yaklaşırken, yine acaib vaadlerde bulunuluyor.. Ünlü ing. yazarlarından Bernard Shaw’ın bir mizahî sözünü doğrulamak istercesine..  O,’seçimleri, seçmen eşşeğine bir tutam yeşil ot demeti gösterme operasyonudur.’demişti..

Hatırlayalım..

1999 seçimleri sonunda Ecevit başbakanlığında kurulan DSP+ MHP + ANAP üçlü koalisyonu zamanında ve hele de 2000-20001’de tamamen dibe vuran sosyo-ekonomik yapıdan nasıl çıkılacağı hesab edilirken.. Politikacılar eski ucuz vaadlerine yine devam ediyorlardı..

Ama, 3 Kasım 2002’de yapılan seçimler öncesinde, AK Parti lideri Tayyîb Erdoğan, kitlelere, ’Size acı ilaç sunacağız.. İlk iki sene acı reçete.. Sonra düzelme başladıktan sonra, 3’ncü seneden itibaren normal beslenmeye geçeceğiz..’  demiş ve dediğini de yapmıştı.. Esasen, Tayyîb Erdoğan’ı Erdoğan yapan özelliklerden birisi de, halkına yalan söylememesiydi.

Yıllarca seçim ekonomisine asla iltifat etmemişken, AK Parti’nin, geçenlerde,’üniversite mezunlarına, iş buluncaya kadar belli bir mikdar maaş verileceği’gibi bir tuhaf vaadde bulunacağı açıklanmıştı.. Bu satırlar yazılırken  açıklanacağı söylenen AK Parti seçim bildirisinde umulur ki, o gibi yanlışlar tekrarlanmaz. Çünkü, karşılığı olmayan ve fakir-fukaranın alınterinden emanet olan Beyt-ul’mal ve bütçe, seçim için bu gibi ot demeti gösterme’lerle heder edilmemelidir.

*

Hatırlayalım..

1991 seçimlerinde, Süleyman Demirel, 7 yıllık bir siyasî haklar mahrumiyetinden sonra, Meclis’e girmiş, ve DYP’nin başına geçmiş ve arkasından da 1991 seçimlerinde, vargücüyle, seçimleri kazanmak için asıldığında, yığınla vaadlerde bulunurken, kolay emeklilik yolunu da açacağını vaad etmiş ve seçimlerde birinci parti durumuna gelince de, modern devletlerde görülemiyecek şekilde, 39-40 yaşında emekli olmanın yolunu da açmış ve sonra da sistem birkaç yıl içinde çöküvermiş, koskoca Türkiye, bugün Yunanistan’ın içine düştüğü durumda olduğu üzere, IMF temsilcilerinin elinde oyuncak durumuna gelmişti.

Milyonlarca insan emekli olunca, bu ’yeldeğirmeni’nin suyunun nereden geleceği hesab edilememişti..

Şimdi de, yığınla vaadler çeşitli partilerce dile getirilip durmakta..

İnsanımız, bunlara gerçekten de inanacak mı?

İnsanlara karşılığı olmayan paralar verileceği vaadlerinde bulunanlar aslında iktidara ulaşabilmek için her şeyi fedâ edebilecek kimseler veya partiler duruma düşerler..

Bu gibi durumlarda, asıl sorumluluk, acaib vaadlerde bulunan siyasetçilerde değil, seçmene düşmektedir. Yani, kendilerini ’bir tutam yeşil ot’ uzatılarak kandırılan, istenilen yöne çekilen dörtayaklılar durumuna düşürmek isteyenlerin oyunlarına gelmemek dikkatini göstermelidirler.

*

Tamam, halkın zayıf kesimlerini korumayı şiar edinmek ayrı bir konu.. onun yeri ve ona tahsis edilecek fonların kaynağı bulunur..

Ama, toplumun tamamına, çalışmadan, karşılıksız olarak bir takım imkanların sunulması, toplumu tembelliğe ve yoksullukta eşitliğe götürür.

Bu gibi uygulamalar ancak savaş zamanlarında kontrol için gerekli ve faydalı görülebilir.

Hele, bazı partilerin, kullanılan elektrik ve su makbuzlarının ödenmemesi çağrıları.. O gibi partiler veya siyasetçiler, toplumu bütünüyle sığ düşünceli ve fırsatçı ve hak-hukuk tanımaz insanlardan oluştuğunu sanıyorlar, galiba..

*

Ama, sadece bu gibi durumlardan ibaret değil, mes’ele..

Bir diğer mes’ele..

Seçimlerde oy kullananlar üzerindeki baskı..

’Bu köyden filan partiye oy çıkarsa, tarlalarınız yakılır, koyunlarınızı otlatamazsınız’, ’Evleriniz, dükkanınız, fabrikanız yakılıp yıkılabilir..’,  ya da,’Biz buralardan kimlerin kimlere oy vereceğini biliyoruz, ona göre…’ gibi tehdidler.. Ki, Ankara ve İstanbul’da bile, bazı kibar gençlerin gelip, apartmanlarda, bir parti için oy ister gibi yaptıkları ve ama, ’Buralardan kimlere oy çıkacağını da bilmiyor değiliz..’ gibi sözlerle gözdağı verdikleri görülmektedir..

Bu gibi üstü kapalı tehdidlere teslim mi olunacaktır?

Hattâ, 7 Haziran seçimlerinde Güneydoğu’da, yüzde yüz, bütün oyların tek bir partiye verdirildiği görülmüştür.. Hattâ, bazı sandıklarda, seçmen sayısından fazla oy bile çıkmıştır. Dahası, bazı adaylar kendileri için verdikleri oyların bile, sandıktan çıkmadığını görmüşlerdir.  Oy verenlerin imzalarının bile sahte olduğu ve sandıklara başka oyların doldurulduğu da görülmüştür.. Çünkü, başka partilerin sandık gözlemcileri ya oraya yaklaştırılmamış, sindirilmiş, ya da onlar da elde edilmiştir.(Esasen, sözkonusu bölgede seçimlere sadece iki parti girmekte..)

Böyle bir duruma karşı, oyların belirli yerlerde kullanılması daha güvenlikli ye ve belirli yerlerde kullanılması konusunda düşünülen hazırlıklar, Yüksek Seçim Kurulu’ndan, anlaşılmaz bir kanunculuk anlayışıyla reddedilmiştir. Toplum düzeninin sağlanması için vardır, kanun;  toplumun düzeninin alt-üst edilmesi için bir sıçrama tahtası kullanılması için değildir.

*

Açıktır ki, seçme hakkını kazanmış vatandaşlar, kendi istek ve iradelerine göre  oy veriyor ve dilediklerini destekliyorlarsa, buna kimsenin diyeceği olamaz.. Bu gibi durumlarda  kandırılmak ihtimali varsa, bu, bütün partiler için de sözkonusudur.

*

Bir diğer hassas konu ise, seçimler yaklaşırken, özellikle de İstanbul’da sağda-solda, camilerin civarında, ve daha çok da muhafazakâr denilen kitlelerin oturduğu semtlerde, duvarlara, ’Müslüman oy vermez.. Müslüman oy verme.. Oy vermek şirktir.. Allah’ı şirk koşmaktır..’ gibi yazıların yazılabilmesi..

Bu gibi yazıları yazanlar, avanak avcılığına çıkmış başkaları mıdır, yoksa sahiden de ’Oy verirsek, müşrik durumuna düşeriz..’ diye yanıltılmış kimseler midir?

Bu yolla, halkın son yıllardaki bazı kazanımlarının geri alınmasının yolu da açılırsa, bu, daha bir sorumluluk ortaya çıkarmayacak mıdır?

Gerçekten de, oylarını, ’Benim ferdî ve sosyal hayatımın kanunlarını Allah’ın hükmü değil, benim iradem  belirler.’ diye bir reddiye mahiyetinde ve o anlayışla kullananlar olursa, o gibiler o görüşlerinin itiqadî açıdan sorumluluğunu elbette düşünmelidirler. Amma, mevcud şartlar içinde, ferdî ve sosyal hayatımızın ıslahı için, elde mevcud başka bir imkan yoksa, bu yoldan giderek, ’Allah’ın kulları üzerindeki zulüm ve baskıları azaltmak, hak ve adâlet düşüncesini ikame etmek yolunda benim de bu çorbada bir fiske tuzum bulunsun..’  diye oy veren insan niçin,müşrik duruma düşsün?.

Eğer bir konuda oy’unu, reyini belirtmek müşriklik ise, o yazıları yazanlar da görüşlerini belirtmekle kendilerinin ne ne duruma düştüklerini düşünüyorlar mıdır? Ve ayrıca, bu gibi avanak avcılığına çıkanların tuzağına düşecekler hâlâ da var mıdır, sahi?

*

Bir diğer konu..

MHP lideri Devlet Bahçeli, ’Mr. No!’ (Bay Hayır!)  konumuna geldiğinin ve olumsuuzluğun sembolü durumuna düştüğünün endişesini hissetmeye başlamış olmalı ki, ’1 Kasım seçimlerinde de 7 Haziran seçimleri gibi bir tablo yeniden ortaya çıkarsa, HDP dışında, diğer bütün partilerle koalisyon kurmaya hazır olduklarını şimdiden ilan etmek’  gereğini duymuş bulunuyor..

İnşaallah, öyle bir tablo çıkmaz da; diyelim ki, çıkarsa..

Mâdem öyle idi, bu halkın bunca emeğinin, servetinin ve vaktinin boşa harcanmasının sorumluluğunu yeni mi farkettin, Devlet Bey?

HDP’yi de sevmeyebilirsin.. Ötekileri de..

Onlar da seni sevmeyebilirler.. Ama, sevseniz de, sevmeseniz de, o parti de bu ülkenin bir gerçeğidir.. Halkın bir kesimini kandırdılarsa, sizin kandırmanızdan daha fazla değildir.. Siz de bir etnik unsur adına bayrak kaldırmışsınız, onlar da başka bir etnik unsur adına.. Temel mantık olarak ne fark var aranızda?

Ama, HDP’nin kanun düzenine aykırı bir tarafı varsa, onlara karşı kanunî çerçeve içinde bir tavır koymak gerekmez mi? Böyle heyulalar icad ederek, toplum kesimlerini birbirine karşı gulyabanî korkuları icad ederek nereye varacaksınız? Tehlikelere karşı kanunî bir mücadele için destek vermeye gelince yan çizip sonra da böyle bir tavrı takınmanın ağır vebalinden nasıl kurtulacaksınız?

Devlet Bey, size bir şey daha söyleyeyim..

Yurt dışındaki bir arkadaş bildirdi durumu.. Bir konsolosluk, seçimler için bütün partilerin temsilcilerini davet etmiş.. MHP temsilcileri, ‘HDP varsa biz katılmayız..’ deyip gelmemişler.. Bu gibi bir düşmanlıkla, oylarınızı arttırmayı düşünüyorsanız, bu, çok çarpık bir mantık değil mi?.

Eğer, ‘Onlarla aynı çatı altında bulunmayız..’ diyorsanız, onlarla niçin aynı Meclis’te bulunuyorsunuz?

Ve hâlâ, birilerini ülkenin insanı durumundan niçin dışlıyor ve kendinizi, halkın gerçek temsilcileri durumunda göstermeye çalışıyor ve sonra da, ‘filan parti dışında kim olursa olsun, koalisyona hazırız..’ diyerek, uzlaşmacı bir tavır  sergileyeceğinizi sanıyorsanız..

Allah’ım, Sen aklımı koru!.’ diye niyaz etmekten başka söz bulamıyorum.

*

dirilişpostası