Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Nükleer silahlardan, "faşizm ve komünizmin ilham kaynağı olan Kemalizm"e

Nükleer silahlardan, "faşizm ve komünizmin ilham kaynağı olan Kemalizm"e

Kuzey Kore, son iki yıldır, B. Amerika"yla nükleer teknoloji alanında sınırlı bir işbirliği yapmaya râzı olmuş ve Amerika da, benzer bir işbirliğini İran İslam Cumhuriyeti"ne de kabul ettirmeye çalışmıştı..

Ama, sonunda, Kuzey Kore, 25 Mayıs günü yaptığı nükleer denemenin başarıyla sonuçlandığını ve Pasifik Okyanusu"nda ik atom bombasını patlattığını açıklamış ve bu denemenin korkunç görüntülerini de dünyaya göstermişti..  Ve gerçekten de dehşet verici bir görüntüydü, o..

Şimdi, öteki emperyalist nükleer güç sahiblerini bir telaş aldı..

Kuzey Kore ise, gerekirse, bir savaşa hazır olduğunu ve Kore"nin Güney- Kuzey diye bölünmesiyle sonuçlanan 1950-53 arasındaki kanlı Kore Savaşı"nı durduran "ateş-kes" anlaşmasını artık tanımadığını ilan edip, Güney Kore"yi de tehdide başlamış bulunmakta.. Tabiatiyle, Japonya da, diken üstünde.. Ve hattâ, B. Amerika"nın bir müdahaleye kalkışması halinde, Kuzey Kore, Amerika"ya karşı da atom bombası kullanılabileceğini açıklamış bulunuyor.. Bu tehdide bir blöf denilemiyeceği de artık, ap-açık ortada..

Ortaya çıkan bu durum, İran"ın işini güçleştirdi mi, kolaylaştırdı mı?

Amerikan Başkanı Obama, Nisan başında Türkiye"ye gelmeden önce, Prag"da yaptığı konuşmada, "nükleer silahlara karşı çıktığınızda, siz de kendi nükleer silahlarınızı yoketmezseniz, tutarlı bir mantığınız olmaz.." gibi bir söz söylemişti ve bu söz, çok doğru idi.. Ama, o, bir çok eski vaadlerinden kısa zamanda döndüğü gibi, bu sözünü de hatırlamıyor,  olmalı, şimdi..

 

Açık olan şu ki, İran benzer bir deneme yapsaydı, emperyalistlerin tepkisi, aynı olmazdı..

Ancak, İİC sorumluları ısrarla, "nükleer silah yapmanın haram olduğu"na dair ulemâ fetvalarını ısrarla hatırlatıyorlar.. Ancak, bu konuda bir "taqıyye" korkusunu da dile getirenler yok değil.. Ve hele şimdi, Kuzey Kore"nin bu denemesinden sonra, İİC"nin de, bu gürültüler arasında, nükleer denemesini gerçekleştirebileceğinin bekleyişi içinde olan güç odakları bile  var, dünyada.. Hatırlayalım.. 1995-96"larda, Hindistan, 3000 km. menzilli nükleer silah  başlıklı balistik füzelerini deneyince, 3-5 gün sonra aynı denemeyi Pakistan da yapmış ve bunun üzerine, Hindistan kendi "atom bombası"nı patlatınca, Pakistan da aynı denemeyi başarıyla gerçekleştirivermişti.. Ve dünya, bu tartışmaların gürültüleri içinde, İİC"nin de nükleer deneme yapacağının beklentisine girmişti..

Ama, bu olmadı..

Tersine, İİC"ndeki yetkili şer"î merciler, "nükleer silah yapılmasının haram olduğu"na dair fetvalar vermişlerdi.. İİC makamları bu fetvaları ısrarla vurguluyorlar..

Bu arada, Pakistan"ın atom bombası yapmak üzere olduğu tartışmaları sırasında, konu etrafında  "İslam Atom Bombası" olarak nasıl gürültü koparıldığını da hatırlayalım..

Pakistan ilk nükleer denemesini yaptıktan ve "nükleer kulüb"e otomatik olarak dahil olduktan sonra, zamanın Pakistan Başbakanı Muhammed Newaz Şerîf"in, "Gerçi fakir bir ülkeyiz, ama, Hind tehdid ve tehlikesine karşı, hayatta ve ayakta kalabilmemiz için, nükleer güce sahib olmamız gerekliydi.. Ot ve ağaç kabukları yiyerek de ayakta kalabiliriz, ama, nükleer güç olmaksızın, hayatta kalamayız.." dediğini de hatırlayalım.. Nükleer kulübün üyeleri: B. Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, (resmen itiraf olunmasa da, İsrail"in ve Güney Afrika"nın nükleer silahının olduğu biliniyor ve Sovyetler"den kalma olarak, Ukrayna ve hattâ Kazakistan"ın da bu silahlara sahib olduğu sanılıyor..), Hindistan, Pakistan.. Ve şimdi de, Kuzey Kore.. 

Bu listeye yarınlarda, İİC"nin de eklenmesinden korkuluyor..

Bu arada, Pakistan"ın ilk sahib olduğunda dünyada "İslam Atom Bombası" diye korku uyandıran bu silahının artık bir korku kaynağı olarak hatırlanmamasının üzerinde de durmak gerekiyor.. Çünkü, bu silahın kullanılması iradesi, yazık ki, bugün tek başına  Pakistan"ın iradesinde değil, uluslararası 5"li bir güvenlik sistemi adına, B. Amerika"nın kontrolünde.. General Perwiz Muşerref"in askerî diktatörlüğünü sürdürebilmek için, Amerika"yla iyi geçinmeye ihtiyacı vardı ve bunun yolu da işte bu yolla sağlanmıştı... Pakistan ancak, bir atom saldırısına uğrarsa, o atom bombasını kullanacak.. Tabii, o zaman da bu uluslararası kontrol merkezi izin verirse.. Çünkü, o silahların kullanılabilmesi, muhafaza edildiği depoların açılması, o uluslararası kontrol mekanizmasının iradesine ve iznine tâbi..  O elektronik güvenlik sistemi, bu 5"li ortak irade olmaksızın, açılamıyor..

Bu korkunç silahın caydırıcılığına gelince..

27 Kasım 08 günü, Mumbai/ Bombay"da meydana gelen ve yüzlerce insanın ölümüyle neticelenen korkunç saldırılar sonrasında, Hind Sav. Bakanı"nın, "bu saldırının sorumlusu olarak bildiği eylemcilerrden bazılarının Pakistan vatandaşı olmaları hasebiyle,  Pakistan"ı cezalandırmak için karar aldıklarını ve amma, Pakistan"ın nükleer silahının olması yüzünden bu kararı uygulayamadıklarını" itiraf edişi, durumu açıklamaya yeter..

Bu vesileyle, nükleer silahları muhafaza etmenin, nükleer silahlara sahib olmak kadar zor ve pahalı olduğu da  unutulmamalı..

 

*

İran cumhurbaşkanlığı seçimi ve nükleer güç..

 

12 Haziran günü, İran"da "İslam Cumhuriyeti" nizamının 30 yıllık ömründe, onuncu cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak.. 1979 sonunda, ilk C. Başkanı seçilen Ebu-l"Hasan Benî Sadr"ın, İİC nizamına karşı silahlı mücadele veren (ve henüz Türkiye"deki kemalist/ laik çevreleri umutlandıran) ve ardı-arkası kesilmeyen bombalı suikadler ve bombalı eylemlerle körpe İİC nizamını derinden etkileyen  "Mojahedeen-i Khalq" (Halkın Mucahidleri) isimli terör teşkilatını açıkça desteklediği anlaşılınca;  Haziran-1981"de  İslamî Şûra Meclisi tarafından azledilmiş ve bu azil kararı İmam Khomeynî tarafından kabul edilince, o da gizlendiği yerden, Fransa"ya kaçmıştı.. Halen orada yaşıyor..

Benî Sadr"dan sonra cumhurbaşkanlığına seçilen Başbakan Muhammed Ali Recaî ise, başkanlığının henüz ikinci ayında, bir suikasdde öldürülmüştü,  Başbakan Muhammed Cevad Bâhuner ve diğer pek çok seçkin yönetici kadrolarıyla birlikte..

Bunu (dörter yıllık) iki dönem için Seyyid Ali Khameneî"nin, iki dönem Hâşimî Refsencanî"nin,  yine iki dönem Muhammed Khâtemî"nin ve nihayet Mahmûd Ahmedînejad"ın seçildiği seçimler izlemişti..

Şimdi, Ahmedînejad, ikinci dönem için de aday.. Öteki adaylar, (İmam Khomeynî zamanında, İran-Irak Savaşı sırasında 8 yıl başbakanlık yapmış olan) Mîr Huseyn Musevî, İslamî Şûrâ Meclisi"nin eski başkanlarından Mehdî Kerrubî ve de 8 yıllık İran- Irak Savaşı"nın son 7 yılında, İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu / Pasdaran"ın komutanlığını yapmış olan Muhsin Rızaî..

Ahmedînejad"ın, ilk merhalede, yüzde 50"yi aşamaması halinde, ikinci merhalede durumu zorlaşabilir..

Bu konuya ayrıca değineceğiz..

Ancak, makalenin girişindeki konuyla ilgili bir tarafı olduğu için, kısaca değinmek gerekiyor..

Bilindiği gibi, Ahmedînejad, İİC"nin 30 yıldır gündeminde olan nükleer proğramınını sürekli gündemde tutmasıyla ayrı bir şöhret kazanmış birisi..

Son İran Şahı M. Rıza Pehlevî"nin Amerika"da yaşıyan ve birgün ülkeye dönebileceğine dair umutlarını artık iyice yitirmiş olan oğlu Rıza (nîm- yarım) Pehlevî, İİC"ni suçlamak için, bu seçimleri de bahane olarak kullanmış bulunuyor: "Yeni bir cumhurbaşkanlığı seçimiyle,  İranlılar dünya kamuoyunu yanıltıp, dünyayı tahrib etmeye kalkışıyorlar.." diyor ve özellikle Muhsin Rızaî"nin adaylığına tepki gösteriyordu.. Çünkü, Muhsin Rızaî, gerçi barıştan söz ediyor ama, "İsrail"in en hassas yerlerini biliyoruz ve bize saldırması halinde,  bir hamlede yok ederiz ve Amerika da İran"ın bu gücünden Amerika da korkar.." demişti, geçen hafta,  "Al Sharq al Awsat" (Ortadoğu) isimli Londra gazetesine..

Bu açıklamanın sebebi açık..

İsrail, İran İslam Cumhûriyeti"nin nükleer tesislerine saldırı niyetini gizlemiyor ve bu niyetini, dünya kamuoyuna sık sık yansıtıyor..

Öte yandan, Lübnan- Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah da,  "İsrail eğer Lübnan"a saldırırsa, İsrail ordusunu yokederiz.." diyor.. 

Fransa ise, Birleşik Arab Emirliği"nde, Ortadoğu"daki ilk askerî üssünü açıyor, bugünlerde..

Suûdî gazetesi El"Vatan ise, 26 Mayıs günü, "B. Amerika"nın, Afganistan"da Tâlibân"a ve El"Qaide"ye karşı saldırabilmek için, İran hava sahasından istifade etmek yolunu araştırdığı"ndan sözediyordu..

Tam da bu haberlerin ortasında,  Amerika ve İran futbol takımlarının, bu yılın sonuna doğru  Tahran"da, bir dostluk maçı yapması için, İran makamlarının "yeşil ışık" yaktığının açıklanması, ilginç bir gelişme.. Çünkü, İİC makamları, B. Amerika ile temaslardan dikkatle kaçınıyordu..

*

Bu arada, İran"daki bir diğer ilginç bir gelişme ise, bölgeyle, Ortadoğu"yla ilgili..

İslam İnqılabı Rehberi Seyyid Ali Khameneî"nin, halkının hemen tamamı sünnî müslüman olan Kürdistan eyaletine bir hafta süren gezisi..

(İran"da Kürdistan diye bir eyaletin olduğunu ve keza, Azerbaycan, Belucistan, Sahra-yi Türkmen" gibi bölgelerin de, o bölgelerde ekseriyetle yaşıyan kavimlere göre isimlendirilmesinden korkulmadığını bir daha hatırlayalım..)

İnqılab Rehberi"nin Kürdistan"a gitmesi ve yüzbinler tarafından coşkun şekilde karşılanması, genelde Kürdistan coğrafyasında büyük oyunların oynanmak istendiği son yıllardaki gelişmelerin yeni bir merhalesinde, İran tarafının, kendisinden emin olduğunun bir işareti sayılabilir.. Esasen, "PKK"nın İran iolu" olarak bilinen ve  İİC"nin düşmanı olan ve başta Amerika olmak üzere, bütün İslam düşmanı güç odaklarının sempati ile baktığı PEJAK"ın pes etmesi ve silah bıraktığını açıklamak zorunda kalması da, bu alandaki bir ayrı ilginç gelişme..)

 

*

Türkiye"de de, "Kürd Mes"elesi" yeni bir merhalede..

 

İran Kürdistanı"ndaki durum bu ve Irak Kürdistanı"nda da, aşağı yukarı bir kaç yıldır, oldukça istikrarlı bir emniyet ortamı sağlanmışken ve de, Barzanî"nin, "artık Türkiye ile de gerilim kalmadığı"ndan söz ettiği bir ılımlı dönemde,  "Türkiye Kürdistanı"nda problemin henüz de kanlı bir boğuşma manzarası sergilemekten kurtarılamaması, ilginç..

Bir aya yakın zamandır, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül"ün, "İster Güneydoğu deyin, ister Kürd Mes"elesi... Bu konunun çözümünde önümüzde tarihî fırsatlar çıkmıştır.." demesi ve bir umut ışığı yakması, maalesef, çatışma ve gerilimlerden meded uman Baykal ve Bahçeli gibilerin, hem Gül ve hem de Erdoğan için ağır suçlamalardan ele çekmemeleri, insana, bu siyasî odaklarının kan ile beslenmekte ve kandan meded ummakta olduğu gibi bir kanaati daha bir peşiştiriyor.. Bu gibi güç odakları, 80 küsur yıllık ünitarist / militarist baskıcı metodlarla bir yer varılmadığını va bundan sonra da varılamıyacağını anlamak istemiyorlar ve bu son ılımlı yaklaşımları heba etmek için çırpınıyorlar.. (Gerçi, Baykal ve Bahçeli, son âna kadar çözümü militarist yöntemlerde aramakta birbirleriyle yarışıyorlardı, ama, Irak Devlet Başkanı Celal Talebânî"den, devreye gir diye bir davet alınca, aftan filan sözetmeye başladı ve Bahçeli, derin bir hayal kırıklığı yaşadı.. Çünkü, silahlı çatışmanın durmasının, gerilimin düşmesinin, en çok da Bahçeli"nin partisini vuracağını ayrıca belirtmeye bile gerek yok..) 

Halbuki, bu zamana kadar kendisini  PKK kosununda bir taraf olarak gösteren TSK"nın başı, Gen. Kur. Başk. Org. Başbuğ bile, 14 Nisan günü, İstanbul"da Harb Akademileri"nde yaptığı konuşmada, oldukça ılımlı mesajlar vermiş, yeni kanunî düzenlemeler yapılması ve terörle mücadelenin sadece silahlı kuvvetlerle yürütülemiyeceğine,  teröristlerin de insan olduğuna ve onların ailelerinin acılarının unutulmamasına da dikkati çekmişti..

Ortadoğu haritasında yeni düzenlemeler yapmak isteyen uluslararası emperyalist güçlerin de, İran, Irak, Türkiye ve Suriye"deki iç durumu istediği konuma getirmeden, bu probleme plandıkları şekli veremiyeceğini anladıklarının ve yeni problemlerle karşılaşmak istemediklerinin bir zaman diliminde...

Bölge ülkelerinin, onmilyonlarca kürd insanına, fıtrî haklarından istifade etmekte daha âdil davranmaları gerektiğini daha derinden hissettiği bir dönemde..

Gelişmeyi önlemek ve şiddeti tırmandıracak eylem ve karışıklıklardan meded umulması da tabiîdir.

Nitekim, 27-28 Mayıs gecesi, Hakkârî- Çukurca yolunda, bir mayın patlatılması sonunda, 7 askerin daha hayatını kaybetmesi, bir o kadarının da ağır yaralı olması, gerilimi yeniden tırmandırmak isteyenlerin ekmeğine tekrar yağ sürdü..

Unutulmamalı ki, 1993"de,  zamanın C. Başkanı Demirel"in "Kürd Mes"elesi"ni kabul ediyoruz.." demesiyle başlayan ve konunun Türkiye Meclisi"nde görüşülmesine başlanacağının bir-iki gün öncesinde, 33 askerin öldürülmesi, o Meclis çalışmalırını durdurmaya yetmişti.. Ve o kanlı eylemin perde arkası, o  henüz de ortaya konulabilmiş değildir..

Ama, hem bu kanlı oyunun, hem de bu konuyu halletmek yolunda ciddî ve bütün taraflara güven veren çalışmaların içinde bulunduğu kabul edilen Org. Eşref Bitlis"in,  bir suikasd ihtimali taşıyan bir şekilde, uçağının Ankara -Yeni Mahalle"de içinde düşmesiyle ölümü ve sonraki gelişen hadiselerin, kendi iktidarlarını sürdürmek isteyen karanlık odakların bir tertibi olarak gerçekleştirildiğine dair ipuçları, hele de "Ergenekon yargılamaları"nda ortaya daha bir çıkmaktadır..

Bu bakımdan, Cumhurbaşkanı Gül"ün, "çabuk davranılmazsa, problemin hallinin daha da güçleşeceği ve bu konunun çözümündeki her gecikmenin, konunun çözümünde daha bir zorluklar getireceği"ne dair sözleri önemlidir..

 

 *

Faşizm ve stalinizm, başka nasıl bir şeydi ki?

 

Başbakan Tayyîb Erdoğan"ın, geçen gün, partisinin Düzce İl Kongresi"nde yaptığı konuşmada, "ülkedeki azınlıkları koğmanın ülkeye bir şey kazandırmadığını, tersine çok şeyler kaybettirdiğini" söylemesi, "azınlıklar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi" demesi, büyük gürültüler kopardı..

Çünkü, bütün Cumhûriyet rejimi üzerine kocaman bir soru işareti konulmuştu..

Öyleyse, Erdoğan özür dilemeliydi..

Halbuki, TC Başbakanı"nı faşistlikle suçlayanların başında bizzat Baykal geliyor ve Başbakan"ın tutumunu "diktatörlük ve faşistlik" olarak suçluyordu, 12 Kasım 2008 günü yaptığı konuşmada.. Erdoğan ise, geçmiş bazı uygulamaları direkt faşizm olarak bile nitelemeyip, sadece "faşizan" (faşizm benzeri, faşizmi çağrıştıran) bir uygulama" olarak nitelemekle yetiniyordu.. Ve Erdoğan"ın bu sözleri, tarihî bir gerçeğin gecikmiş bir beyanından başka bir şey değildi..

Savaşan silahlı unsurlar dışında, sivil halk kesimlerinin, silahlı çatışma anlarındaki bir takım korku veya vehimlerin de etkisiyle, düşman gibi görülüp, yerlerinden- yurtlarından sürülmelerinin acısını anlamak istemeyenler, Balkan şehirlerinden Türkiye"ye göçetmek zorunda kalan müslüman kitlelerin, muhacirlerin denilen insanların türkülerine, ezgilerine, hikayelerine, hatıralarını hıçkıra hıçkıra ağlayışlarına kulak versinler, yeter..

Kaldı ki, 1922"de savaşın sona ermesinden sonra, Yunanistan"a sadece Anadolu"dan (taa Nevşehir ve Karaman"dan, Fethiye, Aydın- İzmir ve Ayvalık gibi yörelerden) gönderilen rumların sayısı, 1,5 milyondan fazlaydı.. Ve onlar yarı rumca-yarı türkçe konuşan hristiyan insanlardı ve gittikleri yerlerde de "turko" diye dışlanacaklardı.. Onlara karşılık, yarım milyon kadar  müslüman da Yunanistan"dan  Anadolu"ya gönderilmişti.. Bunlara "değiş-tokuş edilenler mânasında, mübadil denilirdi.. ) Ve onların çoğu da türkçe bile bilmiyordu, rumca konuşan müslümanlardı.. 

"MİT"in en başarılı operasyonlarındandı.." diye ve ancak 1999"larda 45 sene sonra resmen kabullenilen  6-7 Eylûl 1955"deki büyük fitne öncesinde, İstanbul"un nüfusu 900 bin kadardı ve rumların sayısı 80 bin kadardı.. Onbinlercesi o zaman korkutuldu, kaçırıldı.. Kıbrıs Buhranı"nın 1967"deki yeniden tırmanması üzerine, bir gecede 40 bin kadar rumun daha yurt dışı edildiğinden kamuoyunun haberi bile olmamıştı.. Ve bugün, İstanbul"un nüfusu, 15 milyona yaklaşıyor ve rumların sayısı, sadece, 1 500- 2000 civarında.. O kaçırılanların herbirisi mi, gerçekten de hain miydi?

Osmanlı, en azından bu noktada, bugünkü çoğu devletlerden çok daha insanî bir yönetim

mekanizması oluşturmuştu.. Düşmanlarıyla her cebhede savaşmış, ama, düşmanlarının kavminden diye, sivil halkları potansiyel düşman olarak görmemiş, onların açık bir ihanetlerini görmedikçe, gayrimuslim tebaının can ve mal güvenliğini, aynen müslüman ahali gibi  dokunulmaz bilmişti, İslam hukukunun "zimmî"lere tanıdığı hakkların gereğince..

Efendim, ama, onlar da "türklere baskı yapıyor" denilebilir.. Ama, bizi ısıranları biz de ısıracak isek, onlardan farkımız olmayacak mı? 

Ve hatırlayalım ki, Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan 30 sene bile, 1850"lerde, Osmanlı"nın Londra sefiri/ büyükelçisi Todoris Paşa idi ve yunanlılar, bu rum sefir"i, Yunanistan idealine hıyanet ediyor diye vurarak topal bırakmışlardı.. 

Hıyanet edenler olmamış mıdır?

Kendi içimizden, müslüman halkın içinden çıkıp, inançlarımıza ve bir düşman muamelesi yapanlar daha mı az  idiler, sanki?

(Bu arada, Sav. Bakanı Vecdî Gönül"ün, geçen Kasım ayında Brüksel"de yaptığı konuşmada,  "Anadolu Ermenilerden ve Rumlardan arındırılmasaydı ulus-devlet kurulamazdı.. Bugün eğer Ege"de Rumlar devam etseydi ve Türkiye"nin pekçok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı millî devlet olabilir miydi?"  tarzındaki sözlerini de unutmayalım.. 

Ve, ne yazık ki, müslüman halkımız, gayrimuslim unsurların kovulmasından dolayı, tek tip bir halk olmaya doğru yol alındığını sanmış, bu boş umut ve teselli ile, kendisinin, daha rahat ezilebileceğinin hesabını yapmamıştı.. Bunun mânasının hâlâ da derinden, yaygın ve etkin şekilde hissedildiğini ileri süremeyiz..)

 

Evet, faşist uygulamaların en büyük muhatabı, en büyük mazlumu, büyük müslüman kitleler idi ve onlar gayrimuslim azlıklardan da daha büyük zulümlere uğratıldılar..

"Taraf"da, 28 Mayıs tarihli yazısında Ahmet Altan -özet olarak- şöyle diyordu:

"Deniz Baykal'ın da ya da Devlet Bahçeli'nin "yakın tarihimizle" ilgili hiçbir şey bilmediklerine inanmak zor.
Daha geçenlerde Baykal, "çarşaf açılımı" nedeniyle "tek parti" döneminde yapılanlardan söz etti.
(...)
Baykal da Bahçeli de akademisyen.
Bu konularda benden daha bilgili oldukları çok açık.
Peki, başbakanın konuşmasının neresine itiraz ediyorlar?
Azınlıklara kötü davranılmadı mı?
(")Bunlara "hayır" mı diyorlar?
Ya da "bunlar oldu ama bunlar faşizan uygulamalar değil" mi diyorlar? (")

"Faşizan değil" diyorlarsa, o zaman da açıp bir ansiklopediyi "faşizm" maddesini okusunlar.
(")  Bir "yalanla" yaşamak ve bir "yalanla" avunmak çok mu hoşumuza gidiyor?
"Geçmişin yalanıyla" övünmek yerine "bugünün gerçeği" ile övünmek daha iyi değil mi?
Bugünün gerçeğini "övünülecek" hale getirmek için de tarihin üstünü kaplayan bu yalan dolanı bir iyice temizlememiz gerekiyor.

Bunun için de cumhuriyetin kuruluşundan başlamalıyız.

Cumhuriyetin ilk "reisicumhuru" olan Mustafa Kemal Atatürk, bir diktatördü.

Daha sonra onun yerine geçen İsmet İnönü de diktatördü.

Ülke uzun yıllar bir "tek parti" diktasıyla yönetildi.
Bu cümlelere itirazı olan var mı?
Atatürk ve İsmet Paşa "diktatör değildi" diyen varsa, nasıl diktatör olmadıklarını anlatsınlar bir dinleyelim.
Cumhuriyet, ceza yasasının önemli bir kısmını "faşist" İtalya'nın yasalarından aldı.
"Almadı" diye varsa, onlar da yasa maddelerini göstererek tezlerini kanıtlasınlar.
Atatürk de, İsmet Paşa da "muhalefete" izin vermedi.
Sadece muhalefetin "örgütlenmesine" değil, "muhalif fikirlerin" söylenmesine bile imkân tanımadılar. (")
Onlardan sonra gelenler de bu faşist anlayışı sürdürdüler.
(") Sadece "azınlıklara" değil, kendilerine benzemeyen Türklere de zulmettiler.
Liberal Cavid Bey'i astılar, komünist Mustafa Suphi'yi boğdurdular.
Var mı bunlara itiraz eden?
Baykal ya da Bahçeli, "hayır, böyle şeyler olmadı" mı diyor?
Faşizm bu ülkede hiç bitmedi.
(")Çok mu seviyorsunuz bu faşizmi, bu yalanları, bu sahtekârlıkları?
Bu faşizmin kurbanı sizsiniz, neden zaliminize böyle tapınıyorsunuz?"

*

Evet, A. Altan"ın da dile getirdiği gibi, sahi, faşizm, ne idi?

Ve bu faşist uygulamalar özellikle "İttihad-Terakkî" döneminden beri, yani son 100 yıldır, ülkemizden ne zaman eksik oldu?

Savaşan unsurlar dışında, silahlı unsurlar dışında, sivil halk kesimleri, asırlardır yaşadıkları kendi topraklarından, yerlerinden- yurtlarından zorla koparılmadılar mı?

Faşizm..

Yani, özet olarak, devlet için ve toplum için, ferdin fedâ edilmesi, devletin ve toplumun kutsanması..

Filozof Hayek'in deyişiyle, faşizm ile marksist sosyalizm, bir paranın iki yüzü gibidir.. Bu iki akımın felsefi öncüllerinde nisbî bir farklılık olsa bile, hedefledikleri ve oluşturdukları sosyo-politik ve ekonomik yapılar aynıdır..

Sadece,  İtalya'nın akıllı marksist düşünürleri, dünya ölçeğinde sosyalizmin imkânsız olduğunu gördükleri için, lokal ve ulusal totaliterizme yönelmiş ve faşizm teorisini geliştirmişlerdir. Faşizm de, marksist sosyalizm gibi, "kurşun asker" tipi bir toplum oluşturmayı hedefleyen devletçi, baskıcı, totaliter bir anlayıştır..

Ve, hatırlayalım ki, faşizmin ünlü teorisyen ve pratisyeni Mussolini, 1914"lerde ateşli bir sosyalist idi,  1920"lerden sonra faşizmin öncüsü oldu..

Son yüzyılın en vahşi despotizmini oluşturmakta, faşizm ve marksist sosyalizm/ komünizm arasında bir fark yoktu..

Faşizm de, tıpkı komünizmde olduğu gibi, "tek adam" kültüne dayanır. "Duçe, führer, cadillo, towariş (yoldaş) " vs. gibi isimlerle anılan bu "lider"ler asla yanılmaz, bütün toplumun bugün ve yarını için, neyin en iyi olduğunu kesin olarak bu "yüce önder"ler bilir.

Onun emirlerine uymayanlar, safdışı edilir.

Faşistler iktidar ve güce tapar, devleti ulaşılabilecek en yüce ideal olarak görür. Herşey devlet içindir. Faşistler üniforma ve sembollere tapar; üniformalıları yüceltir ve sorgulanamaz sayar.

Faşistler militaristtir, yani askerî yöntemleri toplum hayatının her alanına hâkim kılmak ister. Faşizmde, insanın ferdî hak ve hürriyetleri yoktur, vazifeleri vardır.. Hattâ, ferd de yoktur, aynı değerler ve hedefler için kenetlenmiş bir ulus vardır. Faşistlere göre, toplumun yanılmaz bir lidere ve onun etrafında toplanan çelik iradeli kadrolara ihtiyacı vardır.

Siz, bu tariflerin sadece Stalin Rusyası"nda, Hitler Almanyası"nda ve Mussolini İtalyası"nda olduğunu mu sanıyorsunuz?

*

M. Kemal"in Adliye Vekili Mahmûd Esad (Bozkurt) şöyle diyordu: "Dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi türktür. Öz türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır!" (Milliyet, 19 Eylûl 1930)
Aynı dönemde, CHF (sonraların CHP)"nin Kâtib-i Umûmîsi (Genel Sekreteri) Receb (Peker) Bey ise, "komünizm ve faşizmin, ilhamlarını kemalizmden aldıklarını" söylüyordu, gururla..

Ama, sonraları faşizm ve komünizm, lanetlenen bir duruma düşünce, bu söz hatırlanmaz oldu..

Tayyîb Erdoğan"ın, konuya kıyısından köşesinden, az biraz yaklaşmasına ve faşizan nitelemesi yapmasına bile tahammül edemeyen Baykal ve Bahçeli"ler ve TC"nin geçmişinde faşizm olmadığını iddia eden benzerleri, uzağa gitmelerine gerek yok, aynaya bakıversinler..

 

*

Mayın döşeyen bir ordu, onu temizlemesini bilmiyorsa, güçsüzdür!!

 

400 yıl aynı siyasî otorite alytında birlikte yaşayan Türkiye ile Suriye arasındaki 780 km.lik sınırda, yüzbinlerce dönümlük bir şerit,  kaçakçılığı önlemek gerekçesiyle, 60 yıldır, mayın döşeli durumda..

Buna rağmen, o mayınlı tarlalardan geçerken yüzlerce insan ve binlerce de "mayın eşşeği" denilen uyuz veya topal hayvan parçalanmıştı.. Buna rağmen, yine de, o mayınlar bitmemişti ve ayrıca temizlenmek istendiğinde de, TSK"nın elinde, mayın döşenen arazinin krokisinin olmadığı söyleniyordu.. Bir ordu düşününüz ki, mayın döşüyor ve amma, onun krokileri, planları yok ve onu temizlemeye muktedir olamadığını söylüyor, o ordu gerçekte güçlü değildir..

TSK, bu "mayın tarlaları"nın temizlenmesi işinin İsrail veya NATO"ya verilmesini tavsiye ediyordu, Hükûmet"e..

Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, Sav. Bakanı Vecdî Gönül"ün, eleştirilere cevab verirken,  "Bu bir hâkimiyet değil, kiralama sözleşmesidir.. Kimseye söz verilmiş değil, ihale açık, isteyen  girer..." dedikten sonra;  "Mayın imha makinaları alalım, sonra da iş bitince, makineler elde mi kalsın? Genelkurmay, mayın temizleme şirketi değil.." diye müthiş bir mantık geliştirmesi..

TSK, mayın temizleme şirketi değildir, tamam da; planlarını bile muhafaza etmeksizin, nasıl temizleneceğini bile bilmeksizin, mayın yerleştirme şirketi mi?

Ayrıca, dünyanın 17. büyük ekonomisi olduğuyla öğünülen  Türkiye"nin böyle bir mayınlı araziyi kendi imkanlarıyla temizleyememesi, ayıbın da ötesinde bir şeydir..Bu konunun asıl eleştirilmesi gereken, can alıcı noktası, burası..

Ama, konu, sanki, İsrail"e verilmiş gibi takdim olundu, kamuoyuna..

Bu şekildeki yanlış takdimden bile bir fayda çıktı..

Çünkü, CHP ve MHP gibi, geçmişte siyonist İsrail rejimine soğuk durmanın mantığının olmadığını ısrarla belirten siyasî odaklar ve hattâ Rahşan Ecevit bile, bu mayın tarlalarının temizlenmesi şartiyle, işletme hakkının 49 seneliğine, temizleyene verilmesine karşı çıktılar.. Doğru da yaptılar.. Bozuk saatler bile, bir günde en azından iki kez doğru gösterirler..

AK Parti çevreleri ise, konuyla ilgili kanun tasarısında bu yönde bir açıklama olmamasına rağmen, bu suçlamalar yapılırken, sanki öyle bir ihtimal varmış gibi, dün, bu konuda Tayyîb Erdoğan, böyle bir ihalenin henüz olmadığını, iddiaların yalan olduğunu, sadece uluslararası bir ihale açıldığını belirtinceye kadar, günlerce sessiz beklediler..

Ancak, bu konuda Erdoğan bir görüş belirtmeseydi, o kocaman kitle, sessiz mi bekliyecekti?

Ayrıca, Tayyîb Erdoğan"ın, "paranın dini-imanı yoktur.." lafını, gelişi güzel kullandığını ve bunun başına iş açacağını belirtmeliyiz..

Doğrudur, paranın dini-imanı, ahlâkı olmaz, ama, onu kullananların olmalıdır..  

Mayından temizlenmesi halinde, Türkiye"nin, hattâ Güneydoğu bölgesinin ekonomik ve ziraî çehresini bile değiştirecek büyüklükteki bu zengin toprakların,  mayından temizlenmesinin karşılığında 49 senelik bir süre için İsrail"e bırakılması ihtimali sözkonusu olunca, "paranın dini-imanı olmaz."  lafının hele de bu konu için söylenememesi gerekirdi..

Çünkü, bir sınır şeritinin, mesela, Rusya"ya, Ermenistan"a, Yunanistan veya Güney Kıbrıs"a aid özel veya kamu şirketlerince temizlenmesi halinde, konunun ülke bütünlüğü ve güvenliği açısından gözönünde bulundurulması hatırlanmaz mıydı?

Kaldı ki, gözümüzün önünde, bir Kıbrıs uygulaması vardır..

Kıbrıs, 1877-78 (Hicrî- Qamerî 1293) Osmanlı- Rus Harbi"nde, Osmanlı"nın ağır şekilde yenilmesi üzerine, İngilizlerden yardım istenince, İngilizler de Kıbrıs"ın kendilerine üss olarak verilmesini istemişlerdi.. Ve hâkimiyet hakkı, Osmanlı"da kalması şartiyle, intifa / faydalanma  hakkı ingilizlere bırakılmış ve aradan 35 yıl sonra, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Osmanlı Devleti, İngilizlere karşı Almanya"nın yanında yer alınca,  İngiltere de, Kıbrıs"ı "ilhak" ettiğini, hukuken kendi topraklarına kattığını açıklamıştı..

Osmanlı bu "ilhak"ı tanımasa da, savaş sonunda yenik çıkınca...

Ankara"daki M. Kemal hükûmeti, Lausanne (Lozan)"da imzalanan barış andlaşmasında, "Türkiye, Kıbrıs"ı bir ingiliz adası telakki eder.." kaydıyla, onun üzerindeki bütün haklarından vazgeçmişti..

Aynı durumlar, bu gibi kiralamalardan sonra da tekrar ortaya çıkmaz mı?

Gerçi, Meclis"teki mayın tarlalarının temizlenmesiyle ilgili kanun tasarısı, yeniden düzenlenmek üzere, geri çekilmiş bulunuyor..

Ama, bizim üzerinde asıl durmak istediğimiz husus, konuya, "paranın dini-imanı olmaz.." şeklindeki bir yaklaşımın, hele de, bu kadar önemli bir sınır bölgesindeki geniş topraklar sözkonusu olduğunda  aynı mantıkla, ele alınamıyacağının unutulmaması gerekir..

Böyle stratejik ve jeopolitik hassasiyeti olan mekanların, bırakalım 49 seneyi, hattâ bir sene için bile yabancılara devri düşünülmemelidir..

Çünkü, yarınların neler getireceğini kimse kestiremez..

 

haksözhaber

Etiketler: Nükleer  Atom Bombası  Faşizm  İran seçim  PEJAK

Bu yazı toplam 3013 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar