Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Muhammed Mursî ve Liderlik Liyâkatı

27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nden sonraki Yassıada yargılamalarını hatırlıyalım..

Yapılan yargılamalaların kanunlara aykırılığını iddia edenler olduğunda, Yüksek Adalet Divanı adıyla yargılama yapan komik ve kukla bir mahkemenin başındaki Sâlim Başol isimli yargıç müsveddesi kişi, ‘Ne yapalım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor..’ diyebiliyordu.. Tıpkı, İkinci Dünya Savaşı sonunda Nürnberg’de (hem de Nazizm’in kalesi sayılan ve Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalizm (NAZİ) Partisi’nin genel merkezi olan binada kurulan ve) alman yetkililerini ‘savaş suçlusu’ diye ithamıyla yargılayan özel mahkemenin başındaki Amerikalı yargıç gibi.. Evet, o da Yassıada’dan 15 yıl öncelerde, hukuk adına yapılan itirazları, ‘Ne yapalım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor..’ diye karşılıyor ve bastırıyordu.

Halkımızın sessizliği, itirazsızlığı ve başeğişi açısından hepimiz için hattâ bir utanç âbidesi olacak çaptaki o Yassıada muhakemelerinde, en küçük bir itiraz dile getirilecek olsa, nasıl en ağır işkenceler yapıldığını, o günleri bizzat yaşayanların yayınlanmış hâtıralarından bile anlamak mümkündür.

O günlerde darbecileri ve onların zulüm ve işkencelerini alkışlayanlar, daha sonraki yıllarda medyada, özgürlükçülük iddialarıyla arz-ı endâm etmişlerdi. İ. Selçuk, Ç. Altan, U. Mumcu ve emsali kalemşörlerin 12 Mart 1971 Askerî darbesine kadar temel konularının neler olduğuna bakılsa, durum iyi anlaşılır. Adnan Menderes’in idâmından hemen sonraki günlerde, (İsmet İnönü’nün damadı) M. Toker’in Menderes için kullandığı çok ağır ve alçakça hakaret sözleri başta olmak üzere, nice anlı-şanlı kalemşörlerin yıllar boyu Adnan Menderes’e nasıl hakaretlerle dolu makaleler yazdıkları da o günleri yaşıyanların hâfızâlarında ve arşivlerde duruyordur. Ki, o hakaret sözlerini burada tekrar etmekten teeddüb ederim. (Şimdilerde ihtiramla anılan A. H. Tanpınar gibi bir edebiyat ve fikir adamı bile, yazdığı makalelerde, Menderes ve etrafındakileleri bir kez asmanın yetmiyeceğini, yüzlerce kez asmak gerektiğini söylüyor; A. Nesin ise, çıkardığı mizah dergisinin kapağına, ‘Balık dipte gerek, Adnan ipte gerek..’ gibi manşetleri çekebiliyordu. Medya, bütünüyle darbecilerin ve onlardan emir alan ve kendilerini aydın ve devrimci diye niteleyen ve iktidar histerisi krizine tutulmuş çevrelerin elinde olup, istedikleri yalanı istedikleri şekilde yaldızlamalarla topluma şırınga ediyorlardı. )

Mes’ele, o günleri yeniden anlatmak değil..

Aynı azgın durumun şimdilerde Mısır’da da tekrarlandığını hatırlatmak için yazılıyor bunlar..

*

Bir farkla ki, o zaman Türkiye toplumu, gözyaşlarını gizlice yutkunup, seslerini çıkaramadığı gibi, Adnan Menderes de esasen yapı itibariyle oldukça nâzik olduğundan, alçakça saldırılara mukavemet edemiyen ruh hali veya kemalist çevrelerden duruşma salonuna doldurulanların alaycı gösterileri ve de o düzmece yargılamanın ünlü savcısı Altay Ömer Egesel’in ikide bir dile getirdiği idâm taleblerinin sevkıyle cellâdlarından af dilenircesine bir tablo sergiliyor ve hattâ bazen ağlamaklı bir duruma düşü(rülü)yordu. (Gerçi, 1950-60 arası C.başkanı olan Celal Bayar, farklı bir tablo oluşturuyor ve yargılamaları kabul etmiyordu, ama, o bile, yapılan baskılara dayanamayıp intihara teşebbüs etmek noktasına kadar bile varmıştı. Ancak, onun İttihad-Terakkî komitacılığından gelen o direnişinin halk üzerinde bir etkisi olmuyordu, çünkü, halk arasında ona bir muhabbet beslendiğinden sözedilemezdi..)

Bu durum, sadece Türkiye açısından böyle değildi.. Müslüman coğrafyalarının nicelerinde de nice askerî darbeler oldu, seçim yoluyla veya başka usûllerle iktidar makamlarına gelen nice kadrolar öldürüldüler, zindanlara dolduruldular, dârağaçlarına gönderildiler. Ama, bütün o gelişmeler karşısında, halk kitleleri genelde tepkisiz kaldılar.

 

Mısır müslümanları, vakarlı bir mücadele örneği sergiliyorlar..

 

Mısır’da ise.. 3 Temmuz askerî darbesinden bu yana, darbeye ve darbecilere protestolarını / itirazlarını, ağır bedeller ödemelerine rağmen sona erdirmeyen kitleler henüz de sahnedeler ve bu davranışlarıyla, diğer müslüman toplumların geçmişte yaşadıkları darbeler karşısındaki tavırlarına karşı dolaylı bir itiraz oluşturuyor ve bir dik duruş örneği sergiliyorlar. Bunda, elbette İkhwan-ul’Muslimîyn kadrolarının 90 yıla yaklaşan mücadeleler sonunda elde ettikleri tecrübelerin de etkisi olmuştur, herhalde.. Evet, İkhwan kadroları ve en başta da serbest seçimlerle cumhurbaşkanı olmuş ilk isim iken, daha sorumluluk makamına gelişinin ilk ânından itibaren ağır baskı ve entrikalarla boğuşan ve birinci yılında da askerî darbeyle makamından zorla uzaklaştırılıp hapsedilen Muhammed Mursî de, cesaret ve metanetlerini, vakarlarını asla yitirmeden; eğilmeden, eziklik duygusuna kapılmadan mücadelelerini sürdürmekteler.

Esasen, bu durum, İkhwan-ul’Muslimîyn Hareketi ve kadrolarının 90 yıla yakın mücadelesiyle uyumlu bir tablo oluşturmaktadır. Çünkü, bu hareket, 90 yılı bulan tarihinde öyle dârağaçları, zindanlar ve sürgünlerden, işkence, baskı ve benzeri nice çetin mücadelelerden geçmiş, öyle ağır bedeller ödemiştir ki, bu gün karşılaştıkları ağır baskılar onlar için bir sürpriz değildi. Yani, İkhwan Hareketi, kendisini siyasî iktidara değil, temel değerlerinin korunmasına odakladığını göstermekte ve bu yolda gerektiğinde en ağır bedelleri de ödemeyi taa baştan öngördüklerini ve bu yolda kararlı olduklarını sergilemekte, her musibet ve belâyı da, tarihî yolculuklarında karşılaşılması tabiî engeller ve de imtihan vesilesi olarak değerlendirdiklerini fiîlen ortaya koymaktalar.

Bu bakımdan, ‘Mısır’da artık her şey bitti, 90 yıla varan bir çetin mücadeleden sonra ele gelen iktidarı 1 yılda yitirdiler..’ gibi hayıflanmaların İkhwan Harekiti’nin geçmişini bilenler açısından fazla bir itibarının olmaması gerekir. Çünkü, bu yaşananlarla, İkhwan Hareketi, hem geçmişte yaşadıklarının bir muhasebesini yapmakta, hem de gelecekte, geçmişteki hataları tekrarlamamak için neyi, nasıl yapmaları gerektiğinin derslerini öğrenmekteler, olup bitenlerden..

(Geçenlerde, bir okuyucu, F. Başkaya’nın benim görmediğim bir yazısını göndermişti. Geçmişte, kemalist rejimin işleyiş mekanizması üzerinde ilginç tesbitler yaptığı için, üzerine olumlu parantezler açılmış olan bu zat, Mısır’da ise, askerî darbeye alkış tutuyor, o darbenin kitlelerin isteğine ordu tarafından verilen bir karşılık olduğunu ileri sürebiliyor, Mursî’nin aldığı oyların, Mursî karşıtı gösterilere katılan milyonlardan daha az olduğu gibi subjektif iddialara tutunarak, objektif bir seçim neticesini hiçe sayıyordu.. Bu vesileyle, bu konuya da bu kadarca değinip geçelim..)

*

Muhammed Mursî, 4 Kasım günü tam 4 aylık bir tutukluluktan sonra çıkarıldığı bir düzmece mahkeme huzurunda ilk olarak görüntülendi..

Darbeciler ve laik yandaşları, o gün, Mursî’nin de, bizde Yassıada’da veya daha sonraki darbelerin duruşmalarında siyasetçilerin, buhranı zamana yaymak ve zaman kazanmak için alttan alıcı tavırlar sergiledikleri gibi bir tablo sergileyeceğini hayal ediyorlardı, herhalde..

 

Ama, Muhammed Mursî’nin, girdiği mücadelenin sosyo-psikolojik savaş taktiklerine hazırlıklı geldiği görüldü ve kurulu oyunu o kadar bozmuş olmalı ki, duruşma sadece birkaç dakika sürdü ve duruşma iki ay sonraya ertelendi.

Ve Mursî, sadece kendisini sevenlerin ve dâvasını, ideallerini paylaşanların nezdinde değil, herhalde, mâkûl düşünebilen herkes nazarında da daha bir itibar kazandı, müthiş bir liderlik liyâkatine sahib olduğunu sergiledi.

Çünkü, kendisine giydirilmek istenen sanıklara mahsus özel beyaz elbiseyi giymeyi reddetti ve düzmece mahkemenin yargıcına, ‘Karşında bir cumhurbaşkanı var, ayağa kalkarak konuş!’ diye hitab edecek kadar ince bir inisiyatif sahibi olduğunu gösterdi ve sorulara cevab vermiyerek mahkemeyi tanımadığını, bu mahkemenin darbecilerin zorbalıklarını haklı göstermek gibi bir suç işlediğini belirten açıklamalarıyla, darbecilerin oyunlarını öylesine bir bozdu ki, düzmece mahkeme heyeti, ne yapacağını şaşırdı ve onu hemen, apar-topar salondan çıkarıp zindana göndermekten başka bir yol bulamadı.

Mursî, -AA’nın bildirdiğine göre- ‘cumhurbaşkanı sıfatıyla orada bulunduğu için hâkimin kendisiyle konuşurken ayağa kalkması’nı isteyip şunları söylemişti: “Ben, Dr. Muhammed Mursî, şu an darbe sebebiyle buradayım. Mısır’ın başkanı olarak burada zorla tutuluyorum. Bu, suç teşkil ediyor. Meşru bir başkanı yargıladığın için seni, ceza mahkemesinde yargılatacağım. Yüce Mısır yargısının yasalara göre suçlu, hain ve yıkıcı askerî darbeye alet olmasını yakıştıramıyorum.”
Mursî’nin duruşma salonunda bulunanlara da, “Özgür Mısır halkına benden selam iletin.
Onlara ‘
Kardeşiniz Mursî, direnmeye devam edecek. Dâvâsından vazgeçmeyecek’ deyin” şeklinde hitab ettiği görüldü.

Mursî’nin bu haysiyetli, yürekli ve izzetli tavrı karşısında, Mısır medyası ise, bizdeki 27 Mayıs ve bütün darbeler sonrasında, matbuatın genelde sergilediği çanakyalayıcılık tablosunu hatırlacak şekilde, darbeyi yine toptan, sahiblenmeye ve Mursî’yi alaya alan veya küstahlıkla suçlayan manşetlerle durumu kurtarmaya çalıştı..

*

Kısa vâdede belki kaybetmiş gibi gözükseler bile, siyasî şuûr sahibi Mısır müslümanlarının en güçlü örgütlerinden olan ‘İkhwan’ uzun vâdede şimdiden kazanmış ve Muhammed Mursî de, imrenilecek bir liderlik liyâkatine sahib olduğunu göstermiştir. Böylesine liyakatli liderliklere müslüman coğrafyalarının her tarafında muhtacız..

Allah’u Tealâ, Mursî ve bütün İkhwan’ın yardımcısı olsun ve bütün müslümanların da idrakini yükseltsin..

haksöz

Bu yazı toplam 1099 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar