Mücahit Gültekin: Ne Bu Gerçeklikten Kaçabiliriz Ne Bu Gerçeklikle Yaşayabiliriz

Mücahit Gültekin: Ne Bu Gerçeklikten Kaçabiliriz Ne Bu Gerçeklikle Yaşayabiliriz

İslami Analiz.com yazarı Mücahit Gültekin'in yazısını iktibas ediyoruz

"Hepimiz öleceğiz ve Allah’a döneceğiz. Eğer taleplerimizin ve vaatlerimizin niteliğini artırmazsak tarihin bu kesitinde ve bu coğrafyasında yaşayan bizler, ABD üslerinin yuvalandığı bir ülkede gömüleceğiz. Ülkemiz İsrail’i devlet olarak tanıyor, bizim gerçeğimiz bu. 7 Ekim’den sonra ne bu gerçeklikten kaçabiliriz, ne bu gerçeklikle yaşayabiliriz."

Bugün Gazze’deki soykırımın 138. günü. 138 gündür soykırım sürüyor ve bu soykırımın eşliğinde Türkiye’den İsrail’e gemiler gitmeye devam ediyor.

Bazıları mazeretler bulup rasyonalize etmeye çalışsa da pek çok kişi bundan siyasi iradeyi sorumlu tutuyor. Kimileri kızıyor, kimileri hayıflanıyor, kimileri de Cumhurbaşkanı’na çağrıda bulunuyor. Fakat asıl sorunun “siyasetçi-seçmen” ilişkisinin kendisinde olduğunu açıklıkla konuşmamız gerekiyor. Hem seçmenin taleplerine, hem de siyasetçinin vaatlerine baktığımızda ortaya böyle bir sonucun çıkması çok da şaşırtıcı değil.

Gazze ilk kez bombalanmıyor, Filistin ilk kez yıkıma uğramıyor. Türkiye bu soykırım rejimini tanıyan bir devlet. NATO üyesi ve ABD’yle müttefik. Sormak istiyorum, acaba bugüne kadar siyasi iradeden İsrail’le ilişkilerin kesilmesi gibi bir talebimiz oldu mu? “Niye seçim beyannamenizde İsrail’i topraklarımızdan kovacağız diye bir vaat yok?” diye soran oldu mu? “Ülkemizin her yanı ABD/NATO üssü dolu. Soykırım rejiminin patronu ABD’nin üslerini ülkemizden çıkarmak için nasıl bir planınız, nasıl bir projeniz var?” diye soran, sorgulayan oldu mu? “Biz sizden yol istemiyoruz, bina istemiyoruz, rahat bir yaşam istemiyoruz, öncelikle şu İsrail denen devleti tanıyor olmak zilletinden bizi kurtarmanızı istiyoruz!” diye haykıran oldu mu?

Siyasetçiler gökten inmiyor, bu toplumun içinden çıkıyor ve “seçmenle ilişkisi” onu şekillendiriyor. Biz siyasetçilerden pek çok talepte bulunduk ama yapısal taleplerde bulunmadık. Bizim için ezanın Arapça’ya çevrilmesi yeterli oldu; başörtüsünün serbest bırakılması yeterli oldu. Kabul etmek gerekir ki Ayasofya’nın açılması gibi “Bu kadarını da beklemiyorduk!” dedirtecek uygulamalar yapıldı ama Türkiye’nin dahil olduğu siyasal kamp bizim için öncelikli sorun olmadı.

Kamuoyunun nabzını tutan kalemler, kürsü sahipleri acaba siyasetçinin önüne ne zaman “ABD’yle ittifak varsa, biz yokuz; İsrail’i tanımaya devam edecekseniz biz yokuz!” gibi bir şart koydu?

Bazıları diyor ki, biz şu kadar dernek açtık, şu kadar akademisyen, şu kadar bürokrat, şu kadar öğrenci yetiştirdik; onca yurt, onca okul yaptık. Doğru. Gelinmedik makam, oturulmayan koltuk, dikilmeyen bina, yazılmadık kitap, tartışılmadık konu bırakmadık.

O zaman sormamız gerekiyor:

Bütün bunlar niye bir tek ABD üssünün kapanmasını sağlayamıyor? Bütün bunların hepsi niye İsrail’in bu topraklardan kovulmasını sağlayamıyor?

Çünkü seçmenin böyle bir talebi olmadı. Ne seçmenin böyle bir talebi oldu, ne de siyasetçinin böyle bir vaadi… Biz bunu konuşmadık, bunu tartışmadık, bunu sorgulamadık. Bunu “arzulamadık” demiyorum ama bunu siyasal bir talebe, siyasal bir “şarta”, siyasal bir bilince, siyasal bir projeye dönüştürmedik. Filistin’le ilgilendik kuşkusuz ama bu ilgi nostaljik/duygusal, kültürel ve akademik bir ilginin ötesine geçmedi. Dış politika bizim için seçimlerimizi belirleyen temel bir “kriter” olmadı. Bu bizim için konuşup, tartışamayacağımız kadar “büyük bir mesele” oldu. Biz daha çok bizi “yakından etkileyen” meselelerle ilgilendik. Dış politika bizde seçmenin ne talepte bulunabileceği, ne de şart koyabileceği bir konu olmadı. Hatta bu çoğu zaman seçmenin gözünde “siyasetçiyi de aşan” bir devlet meselesi olarak görüldü. Siyasetçi de seçmenin bu bakış açısını pekiştirdi: “Öyle kolay değil bu işler, sizin bilmediğiniz neler var!” mesajı verdi. Seçmen bu mesajı aldı, kabul etti: “Vardır bir bildikleri” dedi.

Şimdi diyoruz ki, “Gemileri durdurun!”. Bazıları da söylemese bile bunu bekliyor.

Tekrar etmek zorundayım: Biz İsrail’i tanıyan bir devletiz. ABD müttefikimiz ve NATO üyesiyiz. Ne İsrail’in katliamları 7 Ekim’den sonra başladı ne de bizim İsrail’le ilişkimiz. Bu bizim 80 yıllık gerçeğimiz ve bu, gemilerin gitmesini de kapsayan daha büyük, yapısal bir sorun.

Bu çağrının haklılığını, samimiyetini tartışmıyorum fakat şunu da tekrar sormak zorundayım: Biz siyasetçilerden böyle bir söz mü aldık? Bu çağrımıza kulak vermezlerse onları sözlerinde durmamakla itham edebileceğimiz bir dayanağımız mı var?

Kuşkusuz seçmenin taleplerinin şekillenmesinde siyasetçinin vaatlerinin de rolü var. “Siyasetçi-seçmen” ilişkisi karşılıklı olarak birbirini şekillendiriyor. Siyasetçi seçmenin talep niteliğini arttıracak bir ilişki biçimine girmedi. Seçmenin zaaflarını güçlendirmeye çalışmadı. Onları sert gerçekliklere hazırlamadı. Ne onlar seçmeni hazırladı ne de seçmen onları.

Ve bugün Gazze bu hazırlıksızlığımızı olanca açıklığıyla ortaya koyuyor. Daha doğrusu bizim gerçekliğimizi bize gösteriyor.

*

Hepimiz öleceğiz ve Allah’a döneceğiz. Eğer taleplerimizin ve vaatlerimizin niteliğini artırmazsak tarihin bu kesitinde ve bu coğrafyasında yaşayan bizler, ABD üslerinin yuvalandığı bir ülkede gömüleceğiz.

Ülkemiz İsrail’i devlet olarak tanıyor, bizim gerçeğimiz bu.

7 Ekim’den sonra ne bu gerçeklikten kaçabiliriz, ne bu gerçeklikle yaşayabiliriz. (islamianaliz)