Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

‘Kâse-i Fağfûr’ Değinileri..

Bir kaç konuya, kısa-kısa değinelim:

*

Bir iffet ve mücadele sembolü bir müslüman hanımın ardından..

1- Almanya- Osnabrück Uni. İslam Din Eğitimi Fak. Dekanı Prof. Bülent Uçar’ın eşi Guzeyyâ Uçar, geçen hafta, bir ‘erken doğum’ sonrasında hayatını kaybetti, yavrusu ise kurtuldu..

Bu satırların sahibinin Bülent Bey’le âşinalığı, kısa selamlaşma sohbetleriyle sınırlıdır. Ancak, onun değerli çalışmalar yaptığını talebelerinden dinlemektedir. Onunla, son olarak, birkaç ay önce, ilk çocukluk yıllarından itibaren tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalmasına rağmen, yardıma / korunmaya muhtaç kimselere yardım sağlanması konusundaki sosyal faaliyetlerden elçekmeyen bir hanım kardeşimizin cenaze namazında karşılaşmıştık. O zaman, yüzlerce müslüman hanım da o cenaze namazının kılındığı mekanda hazır bulunup, bir kadirşinaslık örneği sergilemişlerdi.

3 Eylûl günü Bülend Bey’le yeniden karşılaştığımızda, yine bir cenaze namazındaydık, ama, bu kez, kendi refikasının cenazesinde.. Uzak-yakın çeşitli yerlerden gelip, Duisburg Merkez Camiini ve avlusunu dolduran yüzlerce müslüman, sadece Bülend Bey’in hayırlı hizmetlerinden haberdâr oldukları için değil, merhûme’nin sosyal faaliyetlerine duydukları şükran duygusuyla da orada idiler.

Bülend Bey’in, eşinin vefatının hemen ardından, kendi ‘sitesinde yazdığı satırlar bu açıdan daha bir önemli.. Onun bu duygulandırıcı yazısının, müslüman olduklarını söyleseler de, müslüman ailelerin dünyasından habersiz bazı çevreler için ilginç olacağını düşünüyorum.

Bülend Bey, sözkonusu yazısında, ’10 yıllık gönüldaş’ından söz ederken, onun, ’namazlarında titiz, Kuran’ına düşkün, dinine sâdık, herkese tatlı dilli, insancıl, ancak doğrulardan da asla fedakarlıkta bulunmayan, cefakâr, çilekeş, vefakâr’ bir insan olduğunu dile getiriyor ve ’Ben ondan râzıyım, Rabbim sen de razı ol.. Rabbim sana teslimim, bize sabır ihsan eyle, bize güç, kuvvet ve kudret ver..’ diye niyaz ediyordu.

*

‘Merhûme’, sırf inancının gereği olan bir şekilde tesettürü olduğu için, 28 Şubat 1997 Zorbalığı döneminde, üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılmış ve o da yurt dışına çıkıp, tahsilini Almanya’da orada tamamlamıştı. Ve cenaze namazı sonrasında öğreniyordum ki, ‘merhûme’, bir kadîm dostun, bir dönem Refah Partisi’nden İst.- Ümraniye Bel. Başkanlığı yapan Mehmet Bingöl kardeşimizin kızı imiş.. Bunu öğrendiğim zaman, 34 yaşında vefat ettiği belirtilen ‘merhûme’nin 1980 öncesinde anne-babasının kucağında, o zamanlar ikamet ettiğim İst.- Fatih- Hırka-i Şerif’deki evimize gelen küçük yavru olduğunu da hatırladım.

Bu vesileyle, yavrusunu göremeden dünyadan ayrılan bu ’merhûme’ için bir kez daha rahmet diliyor ve hem Bülent Bey’e, hem de ’merhûme’nin babası olan kadîm dostlarımdan Mehmet Bingöl Bey’e sabırlar niyaz ediyorum.

*

’Kemalist-laik zorbalık ODTÜ’de hortlatılmaya çalışılırken..

2- Bugünlerde ODTÜ’de, üniversiteye kaydını yaptıran tesettürlü kızlara karşı, üzerinde, onları aşağılamayı hedef alan pankartlarla, ‘Size burada yer yok.. Gericiler, yobazlar.. Gidin buradan..’ diye müdahaleye yeltenen yeni bir 28 Şubat Zorbalığını hortlatma tuzağının tezgahlandığı görülüyor. Bunların, yabancımız olmayan ve müslüman halkımıza hele de son 100 yıldır kan kusturmaya çalışan kemalist-laik, diktacı, jakoben zihniyet sahiblerinin olduğunu tekrarlamaya bile gerek yok..

Şirretlikte sınır tanımayan bu zorba zihniyetlilerin, Mısır’da, son iki aydan fazla zamandır, müslüman halkın büyük ekseriyetinin rey ve iradesini yok sayan, askerî darbeye karşı çıkan müslümanlara saldıran arab kemalistlerinden, nâsıristlerden, laiklerden, beyin ve kalblerini emperyalist dünyanın yönlendirmelerine teslim etmiş zorbalardan ne farkı var?

*

Bu zorbalıklara, bu şirretliklere karşı, sadece bugün için iktidar mevkıinde bulunanların verdikleri tepkileri yeter mi? Büyük kitlelerin, bu azgın azlık unsurların şirretliklerine karşı bir tepki vermeleri, iş işten geçtikten sonra mı hatırlanacaktır?

Evet, bu zorbalık teşebbüslerine karşı, gereken ihtar, örgütlü milyonlar halinde, ama mukabil bir zorbalığa tevessül etmeden, şimdiden ortaya konulamazsa, bir takım şerr odaklarının neler yapmaya kalkışacaklarını ve dünyadaki şerr odaklarının da onlara nasıl arka çıkacaklarını, henüz üç ay öncelerde İstanbul ve ülke çapında tezgahlanan kargaşa sahnelerinden de anlamak mümkündür.

*

Hakaretle eleştiriyi ayıramıyan zavallıların utanç verici hali, ve..

3- ‘Suriye Buhranı’ etrafında gelişen muhtemel bir Amerikan saldırısı üzerine, İran Körfezi’ndeki turistik Kiş adasının eski yöneticisi ve şimdilerde ise siyasî tahlilci olarak nitelenen kendini bilmez birisi,bu saldırı gerçekleşirse, bunun intikamının, Obama’nın çocuklarına en ahlâksızca şekilde tasallutta bulunulacağı şeklinde verileceği tehdidinde bulunmuş.. (Biz o tehdidin mahiyeti için yazılan çirkin sözleri aynen tekrarlamayıp, böylesine üstü kapalı anlatmak yolunu seçtik..)

Bu haber 7 Eylûl günü dünya medyasında yer alınca, ‘Bu, bir çirkin iddia olmaya..’ diye düşündüm. Ama, haber doğru olmalı ki, İran medyasında da bu çirkin tehdide karşı çıkılıyordu. (tabnat.ir, 343 448 no.lu haber)

Evet, karşı çıkıldı, ama, o çirkinlik, dünyaya yansıdı ve bir müslüman toplumun hepsinin üzerine bir leke vurmak için fırsat bekleyenlerin ekmeğine yağ sürülmüş oldu.

Bu vesileyle, kendimizi süzgeçten geçirmek için yeni bir fırsat doğmuştur.

Hele de biz Ortadoğu toplumlarında, -ki, onların büyük bir kısmı, müslümandırlar-, günlük hayatlarında en galîz kelimelerle, ağızların kanalizasyon haline getirilerek konuşulması, yazık ki, yaygın bir gelenek halindedir ve bu hal, müslüman kimliğimize de çok çirkin bir leke oluşturmaktadır.

Bu vesileyle belirteyim ki, şereften nasibi olmayan bazı kişiler de, ‘e-mail’ adresime uyduruk, takma isimler altında gönderdikleri mesajlarda, alçakça ifadeler kullanabilmekteler.. Bu gibiler, kimliklerini açıkça ortaya koyamıyacak kadar da korkaktırlar.

O gibilerin böyle şerefsizce sözler yazmalarının sebebi de, filan ülkedeki filan makam sahibinin belirlediği siyasî çizginin doğru olmadığını, yanlış olduğunu dile getirmiş olmanız.. Öyle ya, siz kim oluyorsunuz da, o yüce makamın takib ettiği siyasetin yanlış olduğuna dair bir görüş belirtebilirsiniz?

Bu gibilerden bazıları, geçmişte, kendi görüşlerine uygun gelen yazılarnızdan dolayı, size tarafdarlık etmiş olduklarını da hayal kırıklığı içinde belirtirler. Şimdi ise, yazdıklarınız onların ölçülerine aykırı gelmekteymiş.. Öyleyse, yetişsin hakaretler, tehdidler..

Halbuki yazılanlar, bir eleştiriden ibarettir. Bir eleştiriden memnun olanlar da rahatsız olanlar da bulunur elbette. Bir kalem sahibi de, kendisinin doğru olduğuna inandıklarını değil de, birilerini memnun veya tahkir etmek için yazıyossa, herşeyden önce kendisini küçültür. Aklı başında hiç kimse de, başkalarından, herkesin kendisi gibi düşünmesini, inanmasını isteyemez.

Tenkıd / intikad / eleştiri olmadan, gelişme nasıl olacaktır?

Ama, bizim kültürümüzde eleştiri, bazen hakarete bile vardırılıyor. Ve dahası, eleştiriler hakaret olarak bile algılanabiliyor ve hemen kaleme sarılıp, içlerindekini boşaltıyorlar.

Hele de, bu gibi yazıları yazanların, sizin yazdıklarınıza tepki verirken, İslam veya müslümanlıkları adına yazdıklarını iddia etmeleri..

Bu gibilerden kimileri ‘günahlarımın çoğalmaması için, bir an önce ölmemi’ dileyecek kadar, Azrail yardımcılığına soyunurken; bazıları da ölüm tehdidlerinde bile bulunuyorlar. Ki, ‘din’in gereği zannettikleri kendi bağlılıkları adına birilerini öldürmekte bile asla tereddüd etmiyecek kimselerin olduğu, bilinmeyen bir durum değildir. ‘Sîret’en ne olduğunu herkesin kendi anlayışına göre değerlendirebileceği bu gibiler, aramızda ‘insan’ sûretinde dolaşmaktadır. Bu gibilerin kim olduğunu belirlemek hiç de zor değil, bugünkü teknolojik imkanlarla.. Ama, böylesine şeref yoksunu insanların, hem de ortaya müslümanlık iddiasıyla çıkmalarının bile bir ayrı üzüntü konusudur.

Fakir’e gelince.. Bu gibi gizli-açık tehdidlerden yılacak birisi olmadığı gibi, ‘rahat yatağında ölmektense, inandıklarından dolayı, öldürülenlerden olmayı, dünya hayatını zâlim olarak değil, mazlûm olarak tamamlamayı’ bir nasib sayıp, bu hususta dua edecek kadar hazırlıdır.

Bu satırların sahibi, 40 yıla yakın bir yazı hayatı boyunca, hiç bir hakaret cümlesine yer vermemiş bir kimse olarak, düşüncelerini anlatırken, hakaret ifadelerine sığınmak ihtiyacını asla duymamış birisidir. Bu yüzden, hakaretlerden meded umanlara verecek bir karşılığım yoktur. Sizi bir kelb ısırdığı zaman, siz de onu ısırmaya kalkışırsanız, o zaman, ondan farkınız kalmaz.

Denilir ki, bir grup düşmanları, Hz. İsâ’ya en ağır hakaret cümleleriyle saldırırlar. Hz. İsâ ise onlara, sukûnetle karşılık verir. Bunun üzerine etrafındakiler, ‘o şiddetli hakaretlere böylesine sukûnetle karşılık verilmesini anlamadıklarını’ söylediklerinde, Hz. İsâ , ‘Herkes, kendi tıynetinin gereğince konuşur, onlar tıynetlerine göre konuştular, ben de kendi içimdeki değerlere göre..’ diye karşılık verir.

*

Kimyasal silahlar üzerine, bir sağırlar dialogu..

4- Bu sütunda, 2 Eylûl tarihli yazıda, özetle şöyle deniliyordu: ‘Amerika, Suriye’de ‘sarin gazı kullanıldığının belgelendiği’ni iddia ediyor. Olabilir de, olmayabilir de.. Geçmişteki entrikacı tavırlarından biliyoruz bunu.. ‘Sarin gazı’nın asıl üreticisinin de İngiltere olduğu, yani onun tarafından satıldığı biliniyor.

Rusya lideri Putin ise, kimyasal silahları, kesinlikle Suriye rejiminin kullanmadığını iddia ediyor.

Herkes kendi siyasetine göre bir iddiayı doğru gösteriyor..

Ancak, bu silahları muhalif güçlerin kullanmış olabileceğine dair iddialar da sözkonusu elbette. Özellikle, İran medyasında, bu silahların, ‘terörist’ olarak niteledikleri muhaliflere, Suûd rejimince verilmiş olabileceğini kesin imişçesine kat’i bir ifadelerle yayınlar yapılıyor. Ama, bu arada, İran’dan 2 Eylûl günü ve ilk kez olarak aykırı bir sesin yükselebildiği de görüldü ve Hâşimî Refsencanî’nin, ‘Esed rejiminin halkına karşı kimyasal silah kullandığını’ söylediği ajanslara düştü. İlginçtir, bu 76 milyonluk ülkede, dış siyaseti etkileyecek bir konuda, en üst makamda bulunan Rehber’in söylemediği bir şeyi söyleyebilecek hemen hiç bir ses çıkmamaktaydı. Bu açıdan Refsencanî’nin bu açıklaması daha bir önemlidir. Ve böyle bir açıklamayı da ancak o yapabilirdi ve o yaptığı zaman da bir mânâ ifade ederdi.

Esed rejimini illâ da temize çıkarmaya niyetlenmiş olan niceleri ise, ‘Esed atmış olamaz.’ iddiasını tam bir polemik havası içinde sürdürmeye çalışıyorlar.

Halbuki, Baas ideolojisine sahib yönetim mekanizmalarının harekete geçirdiği güçlerin hiç bir insanî, vicdanî ve ahlâkî, ölçü taşımadıklarını Irak’daki Baas rejiminin başı Saddam’ın ve Suriye’deki Baas rejiminin başı Hâfız Esed’in 1970’lerden 20007li yıllara ulaşan uygulamalarından da biliyoruz.

Esed rejimi bu kimyasal silahları niçini kullansın?’ diyorlar, bazıları da..

Bunun cevabını vermek, Esed’e rejimine düşer. Ama, Baas ideolojisinin ve rejimlerinin ne menhus bir yapısının olduğunu bilenler için bunu tahmin etmek zor olmasa gerek.. Ayrıca, Beşşar Esed’in nasıl bir kaatil babanın oğlu olduğu bilindiğine göre, genlerindeki cinayet işleme eğiliminin ağır basmış olması ihtimali de düşünülebilir.

Ayrıca, hatırlayalım ki, daha geçen sene, Avrupa Birliği temsilcilerine açıkça, ‘orduya tam hâkim olamadığını, söz geçiremediğini’ söyleyen de Beşşar Esed idi..

Bu açıdan, Esed’in kimyasal silah kullanmış olabileceğine ağırlık veren kanaatin neye dayandırıldığını ısrarla soranlara belirtilmeli ki..

Eğer, bu silahlar, Şam’da, Esed’in sarayı ve çevresiyle, başkentin Esed rejimine vargücüyle destek veren semtlerine karşı kullanılsaydı, o zaman, bu silahın Esed rejimince kullanılmış olması ihtimali oldukça zayıf olurdu.

Ama, öyle olmamış, Şam’ın kenar mahallelerinde, muhaliflerin güçlü olduğu semtlere karşı kullanılmıştır. Bu kimyasal silahları, o semtlere karşı Esed rejimi kullanmadıysa, kim kullanmıştır? Kaldı ki, 1500’den fazla insanı kavuran, binlerce insanı da etkileyen bir kimyasal silahın ancak uçakla veya füze ile kullanılması ihtimali vardır ve bu da Suriye’de bugün sadece Esed rejiminin elinde vardır.’

Evet, bu ifadeleri kullanmıştım.

Bir çok ihtimalleri ihtiva eden bu ifade üzerine, birçok eleştiri aldım, bazılarını da bu sütunlarda yayınlanan yorumlar yazdılar.

Bazı okuyucular, Refsencanî’ye nisbet olunan ses kaydının yalanlandığını yazdılar. Bu gibi ididalara karşı, ‘Evet, o yalanlama metnini gördüm. Ancak, bu yalanlamayı o görüşlerin ve sesin nisbet edildiği Refsencanî'nin değil de bir başkasının yapması, yalanlamayı zayıflatmıyor mu?

Daha da önemli konu ise, İslam İnqılabı'nın büyük isimlerinden merhûm Murtezâ Mutahharî'nin oğlu ve İran Meclisi'nde etkili bir isim olan Tehran temsilcisi Ali Mutahharî, 4 Eylûl sabahı, muhabirlere yaptığı açıklamada, 'bu yalanlamayı şübheyle karşıladığını' belirterek, 'Evet, yalanlandı, ama, film ortada ve sanıyorum ki, Hâşimî, bu açıklamayı yapmıştır ve yeni bir kapı açılması için yapmıştır. Ancak, bu, bazılarının zannettiği gibi, onun Amerika'yla dolaylı bir işbirliği halinde olduğu ve Amerika'nın Suriye'ye saldırmasını kabul mânâsında değildir..' demiştir. (tabnat.ir, 342903 sayılı haber).
Bu vesileyle tekrar belirtmeliyim ki, İran, Suriye konusundaki siyasetinde kendisine göre elbette bir takım mâkul izahlar yapabilir. Ama, sırf kendi maslahatı açısından ve hele de 50 yıllık bir Baasçı diktatörlük rejimini, halkını bombardımanlar altında yıllardır ezen ve yüzbinleri öldüren bir Suriye Şahı'nın, Şam Sarayı'ndaki yeni Yezid'in yanıbaşında, en büyük destekçi olarak gözükmesi, İran dışındaki müslüman coğrafyalarında, İslam İnqılabı'na yıllarca ve heyecanla destek vermiş olan kitlelerin derin bir hayal kırıklığına sürüklemiştir ve İslam İnqılabı'nın bugün dünyaya hangi mesajı verdiği ve 30 yıl öncelerdeki o görkemli mesajın dünya müslümanlarına ulaşması bağının tekrar ve kolayca kurulamıyacağının görülememesi, idrak olunamaması, acıdır. Bunun üzerinde derinlemesine durulmalıdır. İran'ın bugünkü siyasetine eleştiri getiren herkese, birilerince hemen inqılab düşmanlığı veya emperyalizmle işbirliği suçlamalarının getirilmesi ve kendisi dışında kimsede samimiyet görememeleri esef edilecek bir durumdur.’ diye karşılık verdim.

Ama, öylesine yorumlar yayınlandı ki, Refsencanî aleyhinde.. Hattâ bazıları, ‘Refsencanî böyle bir şey söylemiş olsa bile, bu iddianın belgeleri ortaya konmadığı sürece itibar edilemez ve bir iddiadan öteye geçmez ve onun sözleri de bir ölçü değildir..’ diyenler oldu.. Hele de, Genel Yayın Müdürü'nü bizzat İnqılab Rehberi'nin tayin ettiği Keyhan gazetesinin 5 Eylûl tarıhli sayısında yazılanlar dahpa bir ilginçti.. Başkalarının diliyle, ‘Refsencanî'nin artık zihnen meflûç (felçli) ve Parkinsonlu bir yaşlı kişi olduğuna ve varacağı son noktaya doğru yaklaştığına ve sözlerinin bir ölçü olamıyacağına, onun, ulusal menfaatlere zarar veren ve ölçüsüz konuşmaları her zaman yaptığı’na dair tuhaf laflar yazıldı. Keyhan, sözkonusu yazısında, Naime İşraqî isimli ve etkili siyasetçilere yakın bir hanımın da kendi facebook sahifesinde, 29 Ağustos günü, Hâşimî'nin kendisini ziyaret eden İsfahanlı bir gruba, 'kendi halkına bombalar yağdıran, kimyasal silahlar kullanan bir hükûmetin, bu hareketinin çetin sonuçlarını göreceğini' söylediğine de değiniliyordu. Bazıları da Refsencanî'nin bu açıklamasının bir danışıklı dövüş olabileceğini, böylece İran için bir çıkış yolu aralanmak istendiğini yazdılar. Şahsen öyle olduğunu sanmıyorum. Nitekim, onun hakkında yapılan ağır eleştiriler de bu ihtimali epeyce bir zayıflatıyor.

Sonunda, bu konuda suskunluğunu bozup, yalanlamayı bizzat kendisinin yapması gerektiğine dair çağrılar da iran medyasında dillendirilmeye başlandı ve bu psikolojik baskılar nihayet netice vermiş olmalı ki, Refsencanî’nin bir açıklama yaptığı ve o sözlerini tekzib ettiği, yalanladığı açıklandı..

Fars Haber Ajansı’nın haberine göre, Refsencanî, yaptığı bir konuşmada, ‘Emperyalistler ve müstekbir güçler, Müslümanlara ve İslam âlemine özellikle bölge ülkelerine sulta kurma veya var olan sultalarını pekiştirme çabasındadırlar. Suriye’ye yönelik tehditlerindeki asıl amaç da budur. (...) Maalesef Suriye halkı iki yılı aşkın bir zamandır, bir iç-savaş hali yaşamakta ve türlü türlü sıkıntı ve perişanlıklara katlanmakta; şimdi ise hâlâ kanıtlanmamış olan kimyasal saldırı bahanesiyle dış saldırı tehditleriyle yüz yüze kalmış durumda...’ diyor ve ’kimyasal silahlar ve benzeri kitlevî imha silahları, kim tarafından kullanılırsa kullanılsın, mahkûmdur. Fakat, şimdi kimyasal saldırıyı cezalandırma bahanesiyle ortaya atılan Batılılar, Saddam’ın İran’a karşı yürüttüğü savaşta kimyasal silah kullanma imkanını veren taraf değil miydi?’ sorusunu soruyordu, haklı olarak..

Mes'ele, Refsencanî de değil; 75 milyonluk bir ülkede, Suriye'deki bu korkunç cinayetlere ses çıkarılamaması veya tek yönlü izahlarla başka görüşlere topyekûn bir reddiye getirilmesidir.

Tabiatiyle, bu arada, Ali Mutahharî’nin sözleri de Refsencanî kadar olmasa bile, daha düşük baskılarla eleştirilerden nasibini aldıb. Âdetâ, her ne söylenirse söylensin, Suriye’nin Baasçı Esed rejimi diktatörlüğünün her ne pabasına olursa olsun, temize çıkarılması gerekli imiş gibi bir tablo çıkıyordu ortaya..

Bu yolun çıkmaz sokak olduğu ve göz göre göre, emperyalist güçlerin bölgeye saldırısına zemin hazırlandığı niçin anlaşılmaz, anlaşılacak gibi değil, doğrusu..

*

Sahi, Suriye’de anayasa yapmakla T.C’de anayasa yapımı, aynı mı?

5- Bu arada, bazı okuyucular da, Türkiye’nin Esed’e fırsat tanımadığını, kendisi anayasayı yıllardır yapamazken, Suriye’de anayasa değişikliğin yapması için baskı yaptığını dile getiriyorlardı.

Ancak, Türkiye'deki anayasa sistemi ile Suriye'dekinin aynı olmadığı görmezlikten geliniyordu. Çünkü, Suriye’de Baas Partisinin lideri (yani, 45 yıldır, baba-oğul, Hâfız ve Beşşar Esed) her ne derse, ânında o anayasa olur, tıpkı M.Kemal ve İsmet Paşa dönemindeki gibi.. (Unutulmasın ki, TC. anayasalarındaki laiklik kavramı, M. Kemal’in 1937 yılındaki bir konuşmasıyla, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın / Partisinin düsturlarından birisi olarak zikredilmiş ve o andan itibaren de, bir anayasa hükmü haline de getirilivermişti. Ve bu kavramın tarifinin yapılması gündeme getirildiğine bile, bir takım güç odaklarının nasıl küplere bindiği herhalde gözardı edilmiyordur.

Suriye Anayasası'nın değiştirilmesi ise, Beşşar Esed’in iki dudağı arasından çıkan bir cümle ile olabiliiyordu.

Bu konuda bir örnek zikretmek gerekirse.. 8. maddesinde, 'bütün siyasî ve ideolojik çalışmaların, Baas Partisi'nin önderliğinde şekilleneceği' ifade ediliyordu.

Arab diyarlarında 2011 yılı başında ortaya çıkan sosyal çalkantının ilk dalgaları Suriye’ye ulaştığında, Tayyîb Erdoğan, aralarındaki dostluktan istifadeyle, Beşşar'a, bu 8. maddeyi kaldırmasını özellikle tavsiye etti.. Ama, o, 'Siz anayasanızı hemen değiştirebiliyor musunuz?' dedi. Gerçekte ise, İslamî eğilimli kadroların siyasî arenaya çıkacağından korkuyordu. Ama, karışıklıkların önü alınamaz hale gelince, bir yıl kadar sonra, Beşşar, o maddeyi bir emirle kaldırıverdi, ne var ki iş işten geçmiş, ok yaydan fırlamıştı bir kere.. Çeşitli ülkelerden bazı gönüllü savaşcılar Suriye'ye gitmiş olabilir, ama, yerli halkın desteği olmadan bu mücadele, bu kadar süremezdi. Erdoğan'ın, Esed Suriye şehirlerini, yerleşim birimlerini bombardıman etmeye, sivil halk kitlelerini de ezmeye başladıktan sonra, onunla irtibatını kestiği de unutulmamalı..

Türkiye’deki anayasa yapımı veya değişikliği çabalarının, kemalist diktatörlüğün örtülü ve derin devlet güçlerince nasıl ısrarla önlenmeye çalışıldığını ise tekrarlamaya gerek yoktur, sanırım.

Bu sahneler gerçek de olabilir, düzmece de.. Ama, asıl oyunu kim tezgâhlıyor?

6- Ve, gerçekten de kan dondurucu sahneler, amma...

Suriye’den çekildiği bildirilen ve muhalif güçlerce esir alındığı ve asker oldukları söylenen, bedenlerinin belden yukarısı tamamen çıplak kişilerin, yerde yatırılıp, âyetler okunarak çekilen nutuklardan sonra, beyinlerine birer kurşun sıkarak öldürüldüklerini yansıtan sahneler gerçekten de insanın kanını donduruyordu.

Ama, bu sahneler gerçek miydi?

Bu sahneleri kim çekmişti? Ve hangi niyetle?

Bu sahneler gerçek de olabilir, olmayabilir de..

Yıllarca önce, Hollanda-Leerdam’da, Çeçen savaşçılarını, bir rus askerinin boğazını keserken gösteren korkunç bir sahneyi izlemiştim. İzleyicilerden bazıları bu korkunç sahnelerin İslam açısından kabul edilemezliğini görmezlikten gelerek, coşup tekbîr getirmeye (!?) bile başlamıştı.

Ama, aradan yıllar geçtikten sonra, o sahnenin, bu kez de Suriye’de bir asker veya muhalif savaşçının boğazının kesilerek öldürülmesi olarak tekrar servise konulduğunu görmüştüm. Benzer iddialar, Afganistan ve Pakistan’da da Tâlibân ve rejim güçleri arasındaki çatışmalar için de sözkonusu değil miydi?

Keza, birileri de, birkaç ay önce, muhalif güçlerin öldürdükleri söylenen bir Suriye’li askerin ciğerinin çıkarılıp, intikam duygusuyla ağızda çiğnendiği iddiasını yansıtan sahneleri filme almış ve bunu ‘youtube’ denilen paylaşım sitesine koymuştu. Niceleri, bu korkunç sahnenin bir mizansen olup olmadığını düşünmedi bile..

Ve sonuçta, bu korkunç sahnelerin nasıl bir canavarlık olduğu hususunda, Rusya Devlet Başkanı Putin’e bile malzeme verilmişti. Bugün kimyasal silahlar konusunda ısrarla muhalifleri suçlarken, bunun düzmece bir film olabileceğini aklına getirmemişti.

O sahnelerin birilerince nasıl tezgâhlandığını bilmiyorum, ama, bunun bir tezgâh olabileceğini de asla gözden ırak tutamıyorum. Çünkü, İran- Irak Savaşı yıllarında da, Irak’ın Baasçı Saddam rejimi tarafından öyle korkunç propaganda filmleri yapılmıştı ki, bunu o günleri yaşayanlar iyi hatırlarlar.

‘Savaş hileden ibarettir..’ şeklindeki bir rivayeti esas aldınız mı, neyin hile, neyin gerçek olduğunu anlamanın hiç de kolay olmadığını bir daha düşünmek gerekiyor.

 

haksöz

 

Bu yazı toplam 1893 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar