Nureddin Şirin

Nureddin Şirin

İran Konusunda Konuşulmayanlar, Bilinmeyenler ve Gerçekler

"İslam İnkılabı", "İran İslam Cumhuriyeti", "Velayet-i Fakih" konuları her nedense birileri nezdinde bir "iç sancısı" olarak duruyor, bu sancıdan kurtulmanın yolunu ise, inkılabın şiar ve değerlerine pervasızca saldırmakta görebiliyorlar.

Birileri bunu kör ve iflah olmaz bir mezhep bağnazlığı adına yapıyor; zira onlara göre; İran melek gibi kanatlanıp uçsa da, her şeyden önce taşıdığı mezhebi kimlik onu batıllıktan, delalet ve şirkten kurtaramayacaktır (!)

Birileri bunu, İran"ın bölgede bir Şii imparatorluğu kurma peşinde olduğunu ileri sürerek yapıyor. Onlara göre; İran"ın vahdet söylemleri sadece bir aldatmaca, asıl amacı bir Şii hilali. Bunun için de bölge Müslümanlarını Şiileştirmeye çalışıyor.

Birileri bunu "İran"ın gelenekçi-mezhepçi dini anlayışına karşı akıl ve vahyin ışığında sahih bir İslam anlayışını savunma" adına yapıyor. Onlara göre; İran"da her ne kadar "İslamilik" iddiasını taşıyan bir devlet olsa da, ister yönetim ister halk düzeyinde, bidat ve hurafelerle, şirke bulaşmış bir din anlayışı var.

Birileri bunu, İran İslam Cumhuriyeti"ndeki "haksız" uygulamalara "zulüm ve baskılar"a itiraz etme (!) adı altında yapıyor. Onlara göre; İran"da İslami ölçü ve adalet hükümlerinin aksine zalimce uygulamalar, cinayetler sürüp gidiyor.

Birileri bunu İran'da hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, diktatörce yasaklamaların olduğu iddiasını ileri sürerek yapıyor. Onlara göre, İran'da demokratik hak ve talepler şiddetle bastırılıyor, fikir ve örgütlenme özgürlüğüne geçit verilmiyor.

Birileri de bunu, "İslam Cumhuriyeti ve yöneticileri İmam Humeyni"nin çizgisinden saptı, devrimci İran milli ve mezhepçi bir İran"a dönüştü" iddiasını ileri sürerek yapıyor. Onlara göre; İran İslam Cumhuriyeti"nin "ümmetçi" karakteri ortadan kalktı, bazılarına göre ise, zaten hiç böyle bir karakteri olmamıştı"

Bunları daha da artırabiliriz...

Yakup Aslan ağabeyin yazısıyla birlikte bu eğilimler kendini bir kez daha gösterdi. köşelerde, oralarda buralarda fırsat kollayanlar, hakaret ve iftiralarını, töhmet ve suçlamalarını sağanak sağanak dökmeye başladılar. Sanki, ortada İslam ve Müslümanların karşılaştığı "büyük bir musibet" var da, Ümmetin üzerinden bu belayı kaldırmak için seferber olmuşlar gibi. Farklı yerlerde dursalar da, tam bir çapraz ateşle İran İslam Cumhuriyeti"ne, yönetime ve rehberlik makamına hücuma geçmiş durumdalar..!

Yakup Aslan ağabey, kaleme aldığı yazısıyla kendince "bilinmeyen" ya da yanlış görülen bazı gerçeklerin anlaşılmasını istemiştir. İyi niyetini sorgulamak istemiyorum. Ancak kendisi de görmüştür ki, "pandoranın kutusu" misali, ortaya saçılan bir seviyesizlik, küstahlık sınır tanımıyor.

Diğer yandan da bizim ortaya koyduğumuz tepkiyi, bazı şiarlar ve değerleri savunma konusundaki hassasiyetimizi "İran"ı putlaştırma" gibi niteleme yoluna gidebiliyorlar. Onlara göre, bizler İran konusunda tamamen duygusal, sloganik ve taraftarlık güdüsüyle hareket edip gerçeklerin üzerini örtüyor, Kur"an"ın ölçüleri yerine geleneklere, bidat ve hurafelere dayanıyoruz.

Ayrıca onlara göre, bizlerin İslam İnkılabı, İran İslam Cumhuriyeti ve Velayet-i Fakih Makamı konusunda ortaya koyduğu savunmalar, gerçeklerin ortaya çıkmasından duyduğumuz rahatsızlığın bir dışavurumundan ibaret. Onun için gerçeklerin üzerini örtmeye çalışıyor ve körü körüne insanları yanıltıyoruz.

Bu arada, "acaba gerçekten bunlar doğru mu? Şimdiye kadar bildiklerimiz, öğrendiklerimiz yanlış mıydı?" diye kuşkuya düşenler çıkmıyor değil.

Şimdi çok da uzatmadan biz bu yazımızda, ileri sürülen bu iddiaları, bu iddia sahiplerinin dayandıkları deliller, kullandıkları argümanlar ve ileri sürdükleri suçlamaları bir "hipotez" olarak ele alıp kritik etmeye çalışacağız.

Bakalım hakikatte kim gerçeklerin üzerini örtüyor; kim Kur"an ölçüleri itibar etmiyor, kim yalan söylüyor ve saptırıyor?

Önce Sayın Yakup Aslan"ın yazılarından bazı bölümlerin kritiğini yapmak istiyorum:

MEHDİ HAŞİMİ OLAYI ve DEVRİMİN SEYİR DEFTERİ

 

"Mehdi Haşimi, her kesimin dilini iyi biliyordu. O, dünyada, İslam İnkılâbının halk arasındaki büyük imparatorluğunu kurmayı hedefliyordu. ABD ve yandaşları işin ciddiyetinden çok korkuyorlardı. ABD ve Arabistan"ın ısrarla onun kellesini istemesi bu korkuların neticesiydi. Bu arzunun gerçekleşmemesi için, her alanda güçlü üsler kurmaya çalıştılar. Mehdi Haşimi çizgisine karşı olanlar ve özellikle de Dışişleri Bakanı Velayeti"nin düşüncesinde olanlar yurt dışında devletlerin, halklardan daha önemli olduğunu ve dolayısıyla devletlerle diyalog kurulması gerektiğini savundular. Bunu gerçekleştirmek için, yurt içinde ve yurt dışında büyük mücadele verdiler, karşı cepheleri birer birer çökerttiler ve kazandılar mücadeleyi. Çünkü İmam"ı veya daha doğrusu Ahmet Humeyni"yi yanlarına almışlardı. Kısa bir zamanda, güç dengeleri değişti."

Bu iddia (veya tez) işlediği suçlar dolayısıyla idam edilen Mehdi Haşimi"nin, İslam İnkılabı"nın zafere ulaşmasının ardından "Özgürlük Hareketleri" adlı bir organizasyonun başına getirilmesi ve bu organizasyonun İslam dünyasındaki İslami hareketlerle, etkin ve ve lider şahsiyetlerle ilişkiye geçerek, "ümmet kardeşliği ve dayanışması temelinde bölgesel ve evrensel bir İslam devrimi" gerçekleştirme projesini hedeflemesi sözkonusuydu.

İddia edildiği üzere, Mehdi Haşimi, halklarla, İslami hareketlerle ilişkiye geçme yerine, devletlerle ilişki kurma politikasını benimseyen, bu noktada egemen devletlerle ilişkiyi İslami hareketlerle ilişkiye önceleyen "birileri" tarafından tasfiye edildiğine göre, bu birileri, bu ümmetçi ve evrensel devrim projesine de karşı olmalıydı. Bu durumda, İran"da gücü ve devlet erkini eline geçiren bu birileri "istikbar, tuğyan ve siyonizme karşı mücadele eksenli bir ümmet, vahdet ve direniş projesi" yerine "milli, müreffeh, kalkınmış ve güçlü bir İran kurma projesi" için çalışacaklardı.

Mantıkta "suğra" "kubra" "netice" (küçük öncül-büyük öncül-sonuç) diye bir denklem vardır. Eğer siz "suğra" ve "kubra"yı kendiniz -kendinize göre olanı- koyarsanız, çıkacak sonuç da öngördügünüz, istediğiniz sonuç olacaktır.

Örneğin, İslam devrimi sonrası İran"da yaşanan sosyo-politik ve askeri gelişmeleri denklem dışında tutup "olağan süreç" eksenli bir denklem kurarsanız, ya da birtakım gerçeklerin üzerini örterek, yanlış veriler üzerinden yargılara varırsanız, karşınızdakini de istediğiniz şekilde yönlendirmiş olursunuz.

Somut bazı örnekleri verelim.

1963 yılında İmam Humeyni"nin, Şahın"ın "Ak devrim" projesine, Amerika"ya tanınan ayrıcalıklara karşı itirazıyla tutuşturulan İslam devrimi, 11 Şubat 1979"da zafere ulaştığında, İslam devriminin karşısında içte İslam Cumhuriyeti karşıtı "Halkın Mücahitleri", "Halkın Fedaileri", "Tudeh", "yanlıları" gibi karşıt bir cephe oluşmuştu. Bu cephe, dıştan aldıkları destekle, İslam Cumhuriyeti"ni yıkabilmek için topyekün bir karşı-devrim saldırıları başlatmışlardı.

Nitekim Beheşti, Bahoner, Recai gibi devrimin önder kadroları ve bunun yanı sıra İslam devriminin henüz yeterince örgütlenmemiş güçleri, Cuma imamları ardı sıra gerçekleştirilen bombalı saldırı ve suikastlerle ortadan kaldırılmıştı. Diğer yandan İran"ın Kürdistan ve Azerbaycan bölgelerinde de etnik-ayrılıkçı isyanlar baş göstermiş, devrim "iç isyan"larla yüzleşmişti.

İslam Cumhuriyeti"nin iç ve dıştaki karşıtlarının birinci stratejisi, "devrimi içerden çökertmek"ti. Bunun için başvurdukları yöntem de suikast, bombalı saldırı ve sabotajlardı. İslam Cumhuriyeti Partisi merkezinde patlatılan bombalarla bir kerede Dr. Beheşti ve 73 arkadaşının katledilmesi, devrimin şah damarlarını kesmeye yönelik büyük bir saldırıydı"

Ancak, Marksist "Tudeh" ve "Halkın Fedaileri" örgütlerinin hüsrana uğramasıyla içteki "karşı-devrim" büyük bir darbe yemiş, Mesud Recevi liderliğindeki "Halkın Mücahitleri" adlı münafık örgüt ise önce yer altına çekilerek, ardından da Saddam"ın gölgesine girerek İslam Cumhuriyeti"ne karşı saldırılarını sürdürme yoluna gitmişti. Öyle ki, 8 yıllık İrak savaşının ateşkesle sonuçlanmasının ardından "İslam Cumhuriyeti zayıf durumda" düşüncesinden hareketle Irak"ta üslenen Halkın Mücahitleri askeri birlikler şeklinde İran"a girerek Tahran"ı ele geçirmeye yeltenmişlerdi.

Devrim karşıtlarının birinci stratejisi ile bir sonuç alınamayınca bu kez, Amerika, İsrail, Sovyet Rusya, İngiltere, Fransa"nın yanı sıra Mısır ve Suudi Arabistan"ın başını çektiği "İslam İnkılabı karşıtı Arap cephesi"nin, Irak Baas rejimini genç İslam Cumhuriyeti"nin üzerine saldırtılması planı devreye sokuldu.

Saddam Hüseyin, iki ülke arasındaki Şattu"l Arab su yolu anlaşmazlığını çözüme bağlayan "1975 El Cezayir anlaşması"nı tanımadığını ileri sürerek, sözüm ona İran"ın işgali altındaki Arap topraklarını kurtarma adı altında, 22 Eylül 1980 tarihinde İran İslam Cumhuriyeti"ne karşı topyekun bir saldırıya geçti. Sınır boyunca bir çok İran kenti işgal edildi; Huveyze, Hürremşehr birçok şehir de daha savaşın başında yerle bir edilmişti.

İslam Cumhuriyeti henüz kendi askeri, siyasi kurumsal yapılarını oluşturmadan ve güçlendirmeden böylesi bir ölümcül saldırıyla yüzleşti. İçte Mehdi Bezergan ile başlayan başbakanlık ve Beni Sadr ile başlayan cumhurbaşkanlığı makamları, İslam Cumhuriyeti ve İslam Şeriatı"nın temel ilke ve değerleriyle uyuşmuyordu. Mehdi Bezergan uluslar arası ilişkilerde dünya devletleri ile barışık bir ilişkiyi savunurken, Beni Sadr ise aldığı halk oyunu kendi tabanı görerek ülkede İslam Şeriatı"nın uygulanmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyordu.

Öyle ki Beni Sadr, İslami Şura meclisinde, İslam Ceza hukuku ile ilgili görüşmelerin yapılması üzerine, "İran"da orman yasalarının uygulanmasına izin vermeyeceğim" gibi küstahça bir açıklama yapmasının ardından İmam Humeyni"nin gösterdiği sert tepki üzerine halk sokaklara dökülmüş, "beni sadr, seni öldreceğiz" şeklinde sloganlar atması üzerine, Beni Sadr kadın kılığına girerek İran"dan Fransa"ya kaçmak zorunda kalmıştı.

Bütün bunlar olurken, dünya istikbarı, siyonizm ve hain Arap rejimlerinin sınırsız desteğini arkasına alan Irak Baas rejiminin saldırı ve katliamları sürüyordu. Saddam Hüseyin "El Cezayir Anlaşması"nı yırtarken, İran ile Irak arasındaki Şattu"l Arab"ı öne sürmüştü; ama Saddam"ın ikinci adamı olan Tarık Aziz, "El Cumhuriye" adlı bir Irak gazetesine verdiği demeçte, "savaşın asıl amacının İran"daki İslam Cumhuriyeti"ni yıkarak, İran"ın beş parçaya ayrılmasını sağlamak" olduğunu söylemekten geri durmuyordu. Zira Saddam"ın saldırdığı bölgeler de neredeyse İran"ın bütün şehirleri idi.

Çağın küfür, şirk ve zulüm egemenlerine karşı İslam"ın egemenliğini, siyonizmin ortadan kaldırılmasını, Kudüs"ün özgürleştirilmesini, dünya Müslümanlarının birliğini açıkça deklere eden İran İslam Cumhuriyeti bütün bu bölgesel ve uluslar arası saldırganlık karşısında tek başına, kendi öz gücüyle savaşıyor, sahip olduğu tüm imkan ve potansiyelini bu tahmili savaş karşısında seferber ediyordu. Nitekim bu savaş sadece onlarca şehrin yıkımı, yüz binlerce İranlının öldürülmesi, ekonominin harap edilmesini değil, aynı zamanda inkılabın en seçkin evlatlarının da bu savaş sırasında şehid olmasını beraberinde getiriyordu.

İslam inkılabının en muhlis ve seçkin evladı Dr. Mustafa Çamran bu savaş sırasında şehid olmuştu. Çamran"ın yanı sıra adlarını sıralamakla sayfalara sığdıramayacağımız nice inkılab evladı da, İslam Cumhuriyeti"ne karşı saldırıyı püskürtmek için şehidler kervanına katılıyordu. Bu durum, İslami nizamın savunulması için emsalsiz bir fedakarlık ve iftihar olsa da, aynı zamanda yeni kurulan İslam Cumhuriyeti"nin kurucu ve uygulayıcı kadrolarının da azalmasını beraberinde getiriyordu.

Yine aynı dönem, Sovyet Rusya"nın kuklası Babrak Karmal"ın çağrısı üzerine Afganistan"ı baştan başa işgal ettiği dönemdi. Afganistan Müslümanları değişik İslami örgütler altında Rus işgaline karşı bir direniş başlatılırken yüz binlerce Afganlı da İran"a kaçıyordu. Afganistan halkının büyük bir kısmı İran ve Pakistan"a akmıştı. İran bir taraftan ülkesine sığınan Afganlıları bur "muhacir" olarak barındırmak, diğer taraftan da Rus işgaline karşı direnen Afganlı mücahidlere lojistik destek sağlama durumundaydı.

Önce Moskova güdümlü TUDEH örgütünün çökertilmesi ve ardından Rusya elçiliğindeki diplomatların, TUDEH örgütü ile işbirliği yaparak İslam Cumhuriyeti"ne karşı yıkıcı eylemlere destek verdikleri suçlamasıyla yurt dışı edilmesiyle büyük bir gerginlik yaşayan İran-Rusya ilişkileri, Kızılordu"nun Afganistan"ı işgal etmesiyle birlikte, neredeyse bir savaşın eşiğine gelinmişti.

Bu dönemde Moskova"nın İran İslam Cumhuriyeti"ne bir teklifi olmuştu: Eğer İran Afgan İslami direnişine desteği çekerse, Rusya Afganistan"ın Şii nüfusunun yaşadığı bölgeleri İran"a bırakacaktı. Böylece parçalanmış Afganistan"ın bir kısmı İran topraklarıyla birleşirken, diğer kesimleri de Rusların egemenliği altında kalacaktı. Bu teklif karşısında, İmam Humeyni"nin verdiği karşılık ise, "Afganistan bütünüyle özgürleşinceye kadar direnişin yanında yer almak, Afgan halkı arasında Şii-Sünni ayrımına fırsat vermemek" şeklinde olacaktı.

Bundan dolayı, Afganistan işgalcisi Rusya, İran"a saldıran Irak Baas rejiminin ordusunu neredeyse yeniliyor, başta savaş uçakları ve tanklar olmak üzere bütün ağır silahları veriyordu. Sovyet Mig"leri ve T 72 tankları bunların başında gelendi.

Amerikan"ın Awacs"ları, Fransa"nın Super Etendart uçakları ve Exoset füzeleri, Suudi Arabistan ve Kuveyt"in tırlarla taşınan Petro dolarları su gibi Saddam rejimine akıyordu. Genç İslam Cumhuriyeti tüm bunlara karşın sadece kendi gücüyle savaşırken aynı zamanda ağır bir ambargo ile de karşı karşıyaydı. Amerika, parası Şah zamanında ödenmiş İran silahlarını bloke ettiği gibi, İran"a gidecek her türlü silahın kapısını da kapatmıştı. Savaşla ilgili yaptığı bir değerlendirmede Meclis Başkanı Haşimi Rafsancani"nin "köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar" sözüyle tanımladığı bir durum vardı. İran"ın Rusya"dan veya başka bir Batı ülkesinden alacağı silah da yoktu. Sadece uluslar arası karaborsadan gerçek fiyatının çok üstünde bazı silahları almaktan başka bir yolu da yoktu.

İşte böyle bir sırada, Amerika, İngiltere, Fransa gibi ülkeler Lübnan"da askeri üsler kurmuş, lübnan"daki İslami güçleri ve Filistinlileri tasfiye etmek için açıkça bir savaş içine girmiş, diğer yandan da siyonist işgal güçleri Beyrut"un kapısına dayanarak Filistinli gerillaların Lübnan"dan çıkmasını sağlamış, Sabra ve Şatila mülteci kampında olduğu üzere, sahipsiz ve korunaksız kalan Filistinlileri de kadın-çocuk ve yaşlı ayrımı gözetmeksizin katletmişti. Lübnan bir taraftan batılı güçlerin, bir taraftan siyonist işgal güçlerinin, diğer taraftan da yerli işbirlikçi güçlerin istilası altında kalmıştı.

İran, Irak"la sürdürmek zorunda kaldığı savaşın en zorlu anında, seçkin devrim muhafızlarını Lübnan"a göndererek, burada Şiisiyle-Sünnisiyle Lübnan Müslümanlarının batılı ve siyonist işgalcilere karşı mücadelesini örgütlemiş, bu süreçte Hizbullah hareketinin ortaya çıkmasının zeminini hazırlamış, Hizbullah"ın ve İslami direnişin ayağa kalkışıyla birlikte 18 yıl sürecek, sonuçta siyonist İsrail rejimine tarihinin en ağır yenilgisini tattırıp Lübnan"dan kacmak zorunda bırakacak büyük zaferin tohumlarını ekmişti. Hizbullah"ın ortaya çıkışı, Lübnan İslami direnişi aynı zamanda 1987"de başlayacak olan ve bugünkü konumuna gelecek olan Filistin İslami direnişinin de bir müjdesiydi.

İslam devrimi tüm saldırı ve kuşatmalara, tüm yıkım ve komplolara rağmen hem kendini savunmuş, hem de İslam devriminin hedeflerini gerçekleştiriyordu. Elbette ki, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v)in Mekke"den Medine"ye hicreti ile birlikte ortaya koyduğu politik-askeri stratejide olduğu üzere, devrimin takip etmesi gereken aşamalar vardı. Yani, hem sosyo-politik gerçeklik, hem de askeri güç ve kapasite İslam devletinin tedrici bir siyaset izlemesini gerektiriyordu. Hicretle birlikte Medine"deki Müslüman olmayan kabilelerle imzalanan "Medine anlaşması" daha sonra Mekkeli Müşriklerle imzalanan "Hudeybiye Anlaşması" sosyo-politik ve askeri bir stratejinin parçasıydı. Hz. Resulüllah (s.a.v) bir devlet başkanı ve bir komutan olarak, sırası gelen merhaleyi uyguluyor, zamanı gelmeden, şartlar olgunlaşmadan bir sonraki adımı atmıyordu.

Bugünden geriye doğru gittiğimizde, sayın Yakup Aslan"ın iddia ettiği gibi olsaydı eğer, bugün bölgenin ve ümmetin kaderini değiştiren, Seyyid Nasrullah"ın ifadesiyle "İslam ümmeti için yenilgiler dönemini kapatan, zaferler kapısını açan" bir merhalede olmamamız gerekiyordu. Dünden bugüne İslam İnkılabı"nın lider kadrosu bugünleri hazırlamakla Ümmetin karşısına çıkıyorsa, bugün İslam Ümmeti Lübnan"da Hizbullah"ın geldiği noktayı görüyorsa, Filistin İslami direnişinin kazandığı zaferlere tanık oluyor ve artık siyonist varlığın çökmekte olduğunu, Siyonistlerin kendileri bile itiraf etmek zorunda kalıyorsa, İran İslam Cumhuriyeti ve İslam inkılabı rehberliği bütün bunları hangi mezhepçi, gelenekçi politikalarla, hangi bidat ve hurafelerle gerçekleştirmiş oluyordu?

Eğer sayın yazar ve onun gibi düşünenlerin Mehdi Haşimi ve onu tasfiye etmekle nitelediği kişilerle ilgili tezleri doğru ise, bugün küresel emperyalizm ve Siyonizm, İslam inkılabı karşısında en zorlu dönemlerini yaşıyor oluyor muydu? Beyazsaray"dan, Tel Aviv"den yükselen kaygı ve sergilenen panikleri gördüğümüzde, acaba küresel emperyalizm ve siyonizme karşı bu tarihi bozgunu yaşatanlar bunu hangi ilke, kriter ve anlayışa dayanarak gerçekleştirmiş oluyorlardı?

Bugün, İran İslam Cumhuriyeti"nin her türlü saldırı, yıkım, kuşatma ve komploları püskürterek oluşturduğu bölgesel İslami direniş ekseninin yanısıra, Venezuella, Bolivya, Nikaragua, Brezilya gibi ülkelerle oluşturduğu anti-emperyalist cephe hangi değer yargıları, hangi politika ve bakış açısının bir sonucu idi?

Ancak, tahmili savaşın, bölgesel ve uluslar arası kuşatmanın en zorlu döneminde Mehdi Haşimi"nin kendi başına buyruk hareket ederek -ki kendisi de bunu itiraflarında belirtmiştir- İran dışında gerçekleştirdiği bir takım eylemler, bölgedeki bazı İslami güç ve şahsiyetlerle brtakım unsurlarla içine girdiği ilişkiye dayalı kurduğu strateji eğer devrimin kısa, orta ve uzun vadeli planlarını sabote ettiği vurgulandıysa, izlenilen yol ve metodun devrimin daha da yara almasına yol açacağı söylendiyse, bu devrimden sapmak mı oluyordu, yoksa devrimi belli mantık, dirayet ve ferasetle ileriki zamanlara taşıma planı mıydı? Bu soruyu 1980"li yıllarda sormuş olsaydık, vereceğimiz cevap farklı olabilirdi belki ama, bugünden cevaplamaya kalktığımızda, İslam Devrimi"nin ilke ve hedeflerinin nasıl titizlikle korunarak yaşatıldığını daha iyi fark etmiyor muyuz?

Mehdi Haşimi"ye yüklediğimiz misyon ve onunla birlikte andığımız tezin hedefi, öncelikli olarak emperyalizm ve siyonizmin sultasına son vermek idiyse eğer, devrim bu hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmaktan başka ne yaptı?

İslam devriminin bu hedeflerine ulaşmak için ödediği bedelle "yüzlerce milli İran" kurulmaz mıydı? Bugün İran"da birtakım çevrelerin yüksek sesle dillendirdiği, cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında ise yeşil akımın kendisine sloganlaştırdığı "Ne Lübnan, Ne Gazze, Canım Feda Olsun İran"a" sloganı, bugünün İslam Cumhuriyeti ve İslam İnkılabı Rehberliği"nin yüklendiği misyonun karakterini yansıtmıyor mu?

Carter, Reagan, Bush ve Clinton"ları, Begin, Şamir, Rabin ve Şaron"ları aşıp gelen İran İslam Cumhuriyeti, bugün küresel emperyalizm ve siyonizm karşısında neyi ifade ediyor? Onların karşısında geri adım atmayı, baskı ve tehditlerine boyun eğmeyi, onlarla uzlaşmayı mı ifade ediyor, yoksa, siyonist ve emperyalist projeleri çökertmeyi mi? Nerede şimdi Siyonistlerin çok emin oldukları "Büyük İsrail Projesi"? Nerede şimdi, soğuk savaş dönemi sonrasında Reagan ve Bush"ların dillendirdiği "Yeni Dünya Düzeni" planları? Nerede "Büyük Ortadoğu Projesi"? " Nerede Bush"ların, Rumsfeld"lerin, Condalliza Rice"lerin "Yeni Ortadoğu" projeleri? Yoksa Beyazsaray ve Tel Aviv"dekilerin bu plan ve projeleri, Balyozcuların iddia ettiği gibi, "sanal bir seminer" miydi, bilgisayar oyunlarından ibaret miydi sadece?

Yine şu soruyu sormak da gerekiyor:

Devrimin başlarında, emperyalizm ve siyonizme karşı kesintisiz mücadele ve direnmeyi savunan bazı şahsiyet, akım ve gruplar daha sonra, Amerika ile uzlaşmayı, uluslar arası düzenle uyumlu olmayı ve siyonist İsrail rejimini 1967 sınırlarında tanımayı kabul etme durumuna gelirlerken bu fikri ve stratejik savrulmalar karşısında direnenler kimlerdi?

Sonuç olarak, sürekli Ayetullah Muntezeri, Mehdi Haşimi vb. isimleri ileri sürüp, sanki bu kişiler kesintisiz bir devrimi ve ümmetçiliği savunuyor da, öteki birileri de, milli-muhafazakar ve mezhepçi bir çizgiyi temsil ediyorlar görüntüsü vermeye çalışmak, haksız, insafsız ve adaletsiz bir şekilde gerçekleri alt üst etmekten başka ne anlama geliyor?

Eğer bugünden birileri İslam inkılabı rehberliği ve İslam Cumhuriyeti yöneticilerine yönelik bir muhalefet içindeyseler, o zaman onlar da buradan "Ne Lübnan, Ne Gazze, Canım Feda İran"a" sloganını yükseltsinler? Rehber Hamenei ve Cumhurbaşkanı Ahmedinajad"a "bütün dünya ile savaşarak, ülkeyi riske sokarak ve İsrail ortadan kalkacaktır deyip politik ve diplomatik sınırları aşarak devlet yöneltilmez" desinler. O zaman onlar İran"ın takip etmesi gereken "reel-politik" yolu göstersinler! "Ne işiniz var Lübnan"da, Filistin"de, Latin Amerika"da, Irak"ta?" diye sorsunlar"

Temcid pilavı gibi pişirilip pişirilip önümüze çıkartılan bu Mehdi Haşimi konusuna bir sonraki yazımızda da değinmeye devam edeceğim"

Yazı epeyce uzadığından, yine bir soru sorup şimdilik ara vereceğim.

Diyorlar ki, "İran İslam Cumhuriyeti"ni sanki hiç kusuru, eksiği yokmuş gibi savunmak, gerçeklerin üzerini örtmek değil midir?" Her nedense, İslam İnkılabı ve İslam Cumhuriyeti"ne yönelik suçlama ve saptırmalara cevap vermeye kalktığımızda karşılaştığımız tepkilerin başında bu geliyor.

Böyle bir sorunun mefhum-u muhalifi, İran İslam Cumhuriyeti"ni ve yönetim kadrolarını kusursuz ve hatasız görmek. Bunun için de onlara toz bile kondurtmamak"

Hele bir de bunu Kur"an, akıl, tevhid, adelet gibi kavramlar altında yapıyorlar. Tabi bu durumda, birileri Kur"an"ın aydınlığını, tevhidin saflığını, adaletin önem ve ehemmiyetini esas alırken, diğerleri de bağnazlık, şirk, bidat, hurafe, gelenek, taklit vs. bataklığında yüzüp duruyor"

Önce dikilen bu piramit ve denklemi tersine çevirmek istiyorum"

Bunun için de önce şunu soruyorum:

Bu din kendini toplumunu, neslini ve yönetimini oluşturduğunda, yani Mekke"deki 13 yıl, Medine"deki 10 yıl ve ardından gelen Hulefa-i Raşidin dönemi, İslam toplumu ve yönetimi açısından kusur ve hatalardan beri mi idi? Sözgelimi, Hz. Resulüllah (s..a.v) döneminde devletin yetkilileri arasından birileri yolsuzluk ve zimmet suçu işlenmemiş miydi? Ya da verilen görevin dışına çıkarak riayet edilmesi gereken hususları ihlal eden olmamış mıydı? Toplumda günah ve haramlara düşen olmamış mıydı? İslam Ceza hukukuna göre sürgün cezasına, ya da had cezasına çarptırılan olmamış mıydı?

Bakınız bu soruyu, Emevi veya Abbasi dönemleri için sormuyorum; doğrudan Hz. Resulüllah"ın yönetim dönemi için soruyorum.

Yine aynı şekilde İslam"ın "altın çağı" "saadet devri" olarak tanımladığımız Hulefa-i Raşidin döneminde devletin bazı organları veya yetkilileri tarafından İslami yönetimin, hukuk ve adaletin temel esaslarına aykırı uygulamalar olmamış mıydı? Toplumda İslami ideal ve değerlerden sapmalar yaşanmamış mıydı? Peygamberimizin ayağı altına aldığı bazı cahiliye adetleri hortlamamış mıydı?

Eğer "hayır bunların hiç biri olmamıştı" diyorsanız, gelin şu siyeri ve tarihimizi bir daha okuyalım. Eğer "olmuş" diyorsanız, o zaman da birileri kalkıp size "ya, sizin altın çağ dediğiniz dönemde bunlar olmuşsa, yaşanmışsa hani sizin örneğiniz, yok mu sizin bir modeliniz?" diye sorarsa, cevabınız, "evet yok ama, biz bu örnekliği oluşturmaya çalışıyoruz" mu diyeceksiniz?

O zaman da "1400 yıldır oluşturamadınız da bundan sonra mı oluşturacaksınız?" şeklinde bir soru gelirse, birkaç tane daha 1400 yıl mı isteyeceksiniz?

Daha fazla yormadan, Rabbimizin Kur"an"daki beyanıyla "Hidayete tabi olanlara selam olsun" diyerek yazımıza şimdilik burada ara verelim"

velfecr

Bu yazı toplam 3113 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar