Devlet ve Ulû’l-Emr

Devlet ve Ulû’l-Emr

Hz. Peygamber’in amacı bugün anlaşıldığı şekilde bir İslam Devleti -veya genel anlamda devlet- mi kurmaktı, yoksa ‘herkes için adalet’ ilkesinin sözde kalmadığı -aksine yürürlükte olduğu- bir Selam Yurdu mu vücuda getirmekti?

 

Devlet ve Ulû’l-Emr

Siyasî teşekkül ve organizasyon olmaksızın adaleti ikame etmek, hukuk yoluyla hakları koruma altına almak, üretim ilişkilerini gereği gibi düzenlemek -veya değiştirmek-, ribaya dayanmayan adaletli bir iktisadî sistem oluşturmak, ideal bir içtimaî (sosyal) yapı meydana getirmek mümkün görünmemektedir.

Dolayısıyla siyasî teşekkül ve organizasyon kaçınılmaz bir zorunluluktur; gerek aklî gerekse naklî veriler bunun zorunluluğunu kesin bir biçimde doğrulamaktadır. Müslümanlar, aslî kaynakların yanı sıra kendi tarihî, felsefî, kültürel ve toplumsal tecrübelerinden de yararlanmak suretiyle söz konusu zorunluluğun gereğini yerine getirmek durumundadırlar.

Bir noktanın altını önemle çizmek gerekir ki, İslam söz konusu olduğunda, siyasî gücün, birtakım kişi ve grupların tekelinde olması düşünülemez. Aksine her türlü imtiyaz ortadan kalkar, işler ehliyet ve liyakat sahibi kişilere tevdi edilir ve halk, doğrudan bu organizasyondaki yerini alır. İslam’ın referans alındığı bir sistemde halk, güdülen değil, görevlendiren konumundadır; görevlendirdiklerini kontrol eder, gerektiğinde azleder ve sürece doğrudan katılır.

Medine bizim için bir modeldir. Vahiy yoluyla temel ilkeler vazedilmiş ve Hz. Peygamber bu ilkeler doğrultusunda bir örneklik ortaya koymuştur. Hz. Peygamber’in bu konuda ortaya koymuş olduğu örnekliğin en önemli yanı, iktidarı kişi ve grupların elinden alarak halk geneline yaymış olmasıdır. Bir başka ifadeyle Hz. Peygamber, kişi ve grupların iktidarına son vermiştir.

Sorulması gereken soru şudur: Hz. Peygamber’in amacı bugün anlaşıldığı şekilde bir İslam Devleti -veya genel anlamda devlet- mi kurmaktı, yoksa ‘herkes için adalet’ ilkesinin sözde kalmadığı -aksine yürürlükte olduğu- bir Selam Yurdu mu vücuda getirmekti? Şu kadarını söylemek gerekir ki, Medine’de ne Bizans ve Sasani İmparatorlukları gibi ne de bugün anladığımız şekliyle bir devlet yapılanması vardı. Keza kurumsallaşma sürecine karşın Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman -ilk altı yılı- ve Hz. Ali dönemlerinde de bu tür bir yapılanmadan söz etmek mümkün değildir.

Buna karşın İslamcılık düşüncesinin modern anlamda devlet fikrini sahiplendiği görülmektedir. Genel olarak Müslümanların bugün İslam Devleti’nden anladıkları şey dinî istibdattır, hâl-i hazırda zihinlere egemen olan tasavvur, Özgürlük Peygamberi değil, İstibdat Peygamberi’dir ve bunun kabul edilebilecek herhangi bir tarafı yoktur.

Elbette İslam, dört duvar arasına ve vicdanlara hapsedilemez, hayatın herhangi bir alanından dışlanamaz, bir başka ifadeyle kamusal alandan uzaklaştırılamaz. İslam, hayatın istisnasız her alanına müdahildir, bireysel hayatı düzenlediği gibi toplumsal yapıyı da düzenler. Dolayısıyla hayatın her alanında temel belirleyicidir. Ancak İslam, bu işlevini bugün anlaşıldığı şekilde devlet ve iktidar aygıtını kullanarak zor ve baskı yoluyla değil, manevî-ahlakî ilkeler temelinde şekillenen içtimaî sözleşme yoluyla yerine getirir. Hz. Peygamber’in Medine’de yaptığı budur.

Bu noktada Hilafet’e ilişkin bir-iki şey söylemek yerinde olacaktır. “Halife”, birinin yerine geçip onun yerini doldurana denir. “Hilafet” de başkası adına onun görevini üstlenmeyi ifade eder (Rağıp, el-Müdredat, H-l-f Md). “Halife” terimi, Kur’an’da insan için kullanılır; bugün anlaşıldığı şekliyle kurumsal anlamda bir hilafetten söz edilmez. Buna göre, insan yeryüzünün halifesidir. Sad Suresi’nin 26. ayetinde Hz. Davud’a şöyle denildiği ifade edilir: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık…” (Sad: 26). Bu ayette “Halife”, insanlar arasında adaleti sağlamak üzere kendinden öncekinin yerini dolduran kimseyi ifade eder. Nitekim bu, ayetin devamında açık bir biçimde ifade edilmektedir: “Öyleyse insanlar arasında Hak ile hüküm ver; hevaya uyma, sonra seni Allah’ın yolundan saptırır…” (Sad: 26).

Ancak burada “Halifelik”le bugün anlaşıldığı şekilde merkezî bir Hilafet kurumundan söz edilmemekte, Hz. Davud’a kendinden önceki peygamber(ler)in hidayetine tabi olmak ve insanlar arasında adaletle hüküm vermek üzere kendisine tevdi edilen görevi layıkıyla yerine getirmesi emredilmektedir. Kur’an’da İbrahim Ailesi’ne, Hz. Yusuf, Hz. Davut ve Hz. Süleyman’a mülk verildiği ifade edilmekte (İbrahim Ailesi, Nisâ: 54; Hz. Yusuf, Yusuf: 101; Hz. Davut, Sad: 20, Bakara: 251, Hz. Süleyman, Bakara: 101, Sad: 34-39) ve ilgili ayetler karşı delil olarak öne sürülmektedir.

Sözü edilen peygamberlere verilen mülk, onların kişisel iktidarı anlamına gelmediği gibi, tahakküm aracı anlamında devleti de ifade etmemektedir. Burada mülk, adaletin tesisi için kullanılan yetkidir. Mülk Allah’a aittir ve sözü edilen peygamberler, O’nun ailesinin (halkın) yararına olacak şekilde bu mülke nezaret eden kimselerdir.

“Halife” teriminin kurumsal anlamda kullanışı Hz. Peygamber’e isnat edilen bir hadise dayanır. Fakat aynı zamanda bu terimin kurumsal anlamdaki yaygın kullanılışı, Hz. Peygamber’in vefatından sonraki döneme rastlar. Söz konusu hadis şu şekildedir: “Benden sonra, benim Sünnet’imden ve Raşid Halîfeler’imin yolundan ayrılmayın” (Ebû Davud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlim, 16; İbn-i Mace, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16). “Raşid Halifeler” ifadesinden, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun yolunu sürdüren/sürdürecek olan kimseler anlaşılmalıdır ki, böylece söz konusu kimselerin ne tür bir görev üstlendikleri konusuna gelmiş bulunuyoruz.

Kur’an, Ulû’l-Emr’den söz eder. Hz. Peygamber’in vefatından sonraki dönemde -özellikle Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman -ilk altı yılı- ve Hz Ali dönemlerinde- Ulû’l-Emr, en-Nâs’ın (insanların) işlerini görmekle yükümlü olan kişilerdi. Söz konusu anlayış, Muaviye ile birlikte yerini Saltanat’a bırakmıştır. 8. Emevî Halifesi Ömer b. Abdulaziz (II. Ömer), kökleri Hz. Osman dönemine -ilk altı yıldan sonraki döneme- dayanan ve Muaviye ile birlikte egemen hale gelen bu anlayışı kırmış, ancak menfaatleri sarsıntıya uğrayan çıkar odakları tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir.

İnsanların işlerini yürütebilmek ve adaleti sağlayabilmek için gerekli organizasyonların yapılmasının kaçınılmaz olduğunu söylemiştik. Bu nedenle halkın bu görevi üstlenecek insanları belirlemesi gerekir. Ancak işlerin kendilerine tevdi edildiği bu insanlar, hiç kimsenin amiri değil, aksine en-Nas’ın işlerini görmekle yükümlü olan memurlardır. Yani halkın memurları… Dolayısıyla sözü edilen kimseler halk üzerinde baskı unsuru oluşturan, “sürü”yü güden -ki, siyasetçiler toplumla “sürü”yü kast ederler- iktidar sahipleri değillerdi.

Ayetin ifadesiyle Ulû’l-Emr’in görevi, “insanlar arasında adaletle hükmetmek”tir (Nisâ: 58). Buraya dikkat etmek gerekiyor; insanlara hükmetmek değil, insanlar arasında adaletle hükmetmek… Şu halde Ulû’l-Emr, kayıtsız şartsız itaat edilmesi gereken bir makamı işgal etmeyecektir, aksine Ulû’l-Emr, halkın hizmetçiliğini üstlenmiş bir memur olacaktır. Ulû’l-Emr, özerk değildir, halkın denetimi altındadır. Ulû’l-Emr’e itaat (Nisâ: 59), meydana gelen anlaşmazlıklarda Ulû’l-Emr’in verdiği karara riayet etmek, can, mal, akıl, nesil ve din emniyetini, dolayısıyla inanç ve düşünce hürriyetini sağlamak üzere alınan kararlara uymak, bunun yanı sıra herhangi bir iş sırasında o işte ehil olan kimselerin iş bitene kadar diğerlerini belli noktalarda sevk ve idare etmesi ve bu durumda söz konusu organizasyonlara katılanların da görevlerini eksiksiz bir biçimde yerine getirmeleridir.

Örneğin bir duvar boyanacak ve bu işi beş kişi yapacak, bunların içinde boya işinde ehil olan kimse, iş bitene kadar diğerlerine işin inceliklerini de öğretmek kaydıyla onları sevk ve idare edecektir. Buna karşın onlar da ehil olan kimsenin gösterdiği şekilde görevlerini eksiksiz bir biçimde yerine getirmekle yükümlüdürler. Ancak iş bittiğinde ehil olan kimsenin de görevi bitmiş olur. Bunun gibi… Bunun dışında -genel olarak anlaşıldığı şekilde- insanın insanı yönetmesi “kula kulluk” dediğimiz şeyin ta kendisidir.

Bunun yanı sıra dış dünyada halkı temsil, müşterek amaç ve ihtiyaçlar için oluşturulması gereken ortak bütçeye katkı, saldırı karşısında ortak savunma (savaş) ve sosyal işleyişin sağlıklı biçimde devamı için gerekli organizasyonların yapılması, insanlar tarafından işlerin kendilerine tevdi edildiği Ulû’l-Emr’e aittir.

Ulû’l-Emr, gerekli organizasyonları halkın -klasik anlamda- amiri değil, memuru olarak yapar ve yaparken de bir bütün olarak halkın maslahatını gözetir. Halk da bir bütün halinde Şûra’ya katılır, görüş bildirir. Bunun dışında Ulû’l-Emr, Müslümanlara İslamî açıdan tavsiyelerde bulunabilir, diğerlerine ise İslam’a ilişkin inanç, düşünce, dünya görüşü, amel ve ibadetleri dayatamaz. Bir başka ifadeyle herkesin dini, düşüncesi, dünya görüşü ve yaşam felsefesi kendinedir.

Hak’tan-adaletten sapmadığı, ma’ruf’u emredip münkerden nehyettiği, dolayısıyla Allah’a isyan etmediği ve O’na isyanı emretmediği sürece Ulû’l-Emr’in, halkın memuru olarak ve onun gerçek anlamda maslahatını gözeterek aldığı kararlara uymak gerekir. Ancak bunun, pasifliğe varan klasik “itaat” anlayışıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Aksine bu, kesin birleştirici bir role sahiptir; böylece insanlar birlik-beraberlik içerisinde hareket eder, halk birbiriyle yardımlaşır ve işlerini dayanışma içerisinde yürütür.

Hukuk, adaletin yegâne teminatıdır, zira hukuk, hakları belirler, koruma altına alır ve sınırları tayin eder. İslam hukuku, servet ve iktidarın halkın geneline yayılmasını sağlayacak, yeni bir hâkim sınıfın ortaya çıkmasına engel teşkil edecek şekilde vazedilmiştir. Bu bakımdan yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam söz konusu olduğunda, servet ve iktidardan kaynaklanan siyasî ve hukukî imtiyazlardan söz edilemez. Dolayısıyla Marksist teorinin aksine hukuk, İslam’da üst yapıyı değil, alt yapıyı oluşturur. Marksist teori, ancak insanların menfaat çatışmalarını çözüme kavuşturmak amacıyla hâkim sınıf tarafından belirlenen ve buna bağlı olarak hâkim sınıfı imtiyazlı kılan hukuk kurallarının yürürlükte olduğu toplumlar açısından geçerli olabilir.

Bu noktada özellikle belirtmek gerekir ki, İslam tarihinde zengin-fakir uçurumunun olabildiğince derinleştiği, servet ve iktidarın siyasî ve hukukî imtiyaza mesnet teşkil ettiği dönemleri, “hukukun devre dışı kaldığı dönemler” olarak anmak icap eder.

Ulû’l-Emr, kanun önünde herkesin eşitliğini, halkın temel ihtiyaçlarının eksiksiz bir biçimde karşılanmasını, dolayısıyla bireylerin manevî olduğu kadar maddî haklarının da emniyet altına alınmasını ve insanların yığdıkları değil, fakat kullanabildikleri mallarının mülkiyetini garanti etmelidir. Ulû’l-Emr’in en geniş anlamda görevi, hem hukukî hem de iktisadî yönden adaleti sağlamak, halkın maddî-manevî her alandaki çıkarlarını gözetmek, yetimleri ve kimsesizleri korumak, ülkeyi yabancı saldırılarına karşı savunmak üzere gerekli organizasyonları yapmak, içtimaî birlik ve beraberliği temin etmek, hayatın her alanında fitne ve fesadın önünü kesmektir.

Had cezalarını gerektiren suçlar, bir bütün halinde topluma yönelik karşı bir saldırı olarak görülür ve beş temel suçtan herhangi birini (cinayet, hırsızlık, fuhuş, iftira ve fesat çıkarma) işleyenlere ceza-i müeyyide uygulanır. Bu bakımdan hadler, can, mal, akıl, nesil ve din emniyetinin sağlanmasına yöneliktir.

Ulû’l-Emr, kamunun malını kendi malı olarak göremez ve kendi mevcudiyetini de baskı ve hegemonya aracı haline getiremez, kamu malları üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunamaz ve toplumun malî kaynaklarını israf edemez. Şeriat, kendi malını israf eden kimselerin dahi harcama yetkisini elinden almaktadır. Hal böyle iken halkın amiri değil memuru olan, kamunun malını korumakla görevli bulunan ve bu bakımdan bir nevi işçi konumundaki Ulûl-Emr’in kafasına göre harcama veya dağıtma yetkisi yoktur.

Bu noktada “Devlet malı-Kamu malı” ayrımının yanlış olduğunu belirtmek gerekir, zira “Devlet malı” olarak nitelendirilen şeylerin tümü aslında kamu malıdır. Örneğin dağlar, sahiller, ormanlar, kişilere ait olmayan ölü araziler, köprüler, hastaneler, okullar, limanlar, devlet daireleri ve buralardaki tüm eşyalar gibi. Dolayısıyla Ulû’l-Emr’in tüccar veya işletmeci zihniyetiyle hareket etmesi ve zaten kamuya ait olan malları kamuya ücretli hale getirerek, deyim yerindeyse halkın sırtından gelir elde etmesi söz konusu olamaz. Ancak birtakım arazi, bina, tesis ve malların kiraya verilerek kamu yararına gelir elde edilmesi mümkündür. Ulû’l-Emr, bu şekilde elde edilen geliri adil bir biçimde bölüştürmekle yükümlüdür.

Bir başka önemli konu, bireysel hak ve özgürlüklerdir. Ulû’l-Emr, toplumu meydana getiren tüm unsurların can, mal, akıl, nesil ve din emniyetini sağlamanın yanı sıra yine toplumu meydana getiren muhtelif unsurların inanç ve düşünce hürriyetini, dillerini serbestçe konuşabilmelerini, kültürlerini yaşatabilmelerini, inanç ve düşüncelerini her alanda rahatça ifade edebilmelerini sağlamakla görevlidir.

Aynı şekilde mirasın varisler arasında Şeriat’ın hükümlerine uygun bir biçimde taksim edilmesi ve ihtiyaç duyulan muhtelif muamelelerin adalet esasları doğrultusunda yapılması sağlanmalıdır; zira insanlar, ihtiyaç duydukları, Şâri’ tarafından yasaklanmamış olan muameleleri yapma hakkına sahiptirler.

Bütün bunların gerçekleş(tirilebil)mesi için, öncelikle halkın işlerini ehliyet ve liyakat sahibi kimselere tevdi etmesi, Ulû’l-Emr’in de kendisine tevdi edilen göreve dünyada emanet, ahirette ise rezillik ve pişmanlık gözüyle bakması gerekmektedir(1). Allah, bu emaneti hakkıyla alan ve layıkıyla ifa edenlerin mükâfatlarını elbette zayi etmeyecektir.

İslam’ın amacı tahakküm etmek değil, adaleti sağlamak, servet ve iktidar temerküzünden kaynaklanan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak, zenginle fakiri, işverenle işçiyi, ezenle ezileni, hâkimle mahkûmu aynı değerler etrafında toplayarak onları birbirinin arkadaşı, kardeşi ve ortağı haline getirmektir. Bundan ötesi istibdattır, zulümdür.

Atilla Fikri Ergun – akilvefikir.org

———————–

1- Müslim, İmâret, 16