Ahmet Taşgetiren

Ahmet Taşgetiren

Dervişlik olaydı tâc ile hırka

Tasavvuf ve tarikatlarla ilgili yazım, 400’e yakın yorum aldı. Tasavvufi bağlılığı olandan, kendisini seküler, hatta ateist olarak tanımlayanlara kadar, siyasetçisinden sokaktaki insana kadar yüzlerce kişi, benim görüşlerimi değerlendirdi, kendi aralarında tartıştı.

Sadece bu yorumlara sığan dünya bile, ülkemizde “dini alan”ın ne kadar geniş bir kesimi ilgilendirdiğini göstermeye yeter. Dinin ve tasavvuf gibi dini alanla bağlantılı tüm alanların ister doğru anlaşılsın ister yanlış, ülke atmosferini derinden etkilediği kesin.

Doğru anlaşılsın, istismar konusu olmasın ve topluma sağlıklı enerji taşısın, en azından bu istenir. Ötesi ise, kişinin kendi iç âleminin sıhhati ile ilgili bir durum.

Bugün “Sûfî dünya” ile hasbihal etmek istiyorum. Ben sufiliğin Kur’an ve Sünnet (Hazreti Peygamber) merkezli olanlarını kabule şayan buluyorum.

Kur’an’da “kalb” bildiğimiz et parçasından farklı bir anlamda zikredilir. “Kalb Allah zikri ile doyuma eren” bir şeydir. “Allah zikri” ise hayatın bütün safhalarında “Allah’ı unutmamak” ya da “Allah’ı anmak” anlamına geliyor. Kur’an’da, “Allah – insan” ilişkisi “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir” denilerek belirtiliyor.

Sufi büyükleri bu ayetten yola çıkarak insanın “gaflet”ine işaretle “O bizimle beraber ama biz kiminle beraberiz?” sorgulamasını yapıyorlar.

Belli ki “İnsanın Allah ile birlikteliği” bir idrak meselesi. İdrak ise bir emeği gerektiriyor. Bir bilinç kuşanmasını…

Aslında namaz gibi vakitli ibadetler insanı tam da bu bilinçle donatmak içindir. Tabii, namazda namaz unutulmazsa…

Tarikatlarda bu idrak, “Ezkâr- Zikirler ” ve “Evrad- virdler” ile yapılır. Tabii zikirler ve virdler kalbe iniyorsa…

Acaba bu yollarda bir “kalb kıvamı” testi yapılır mı, bunun bir yöntemi var mı?

Bunu soruyorum, çünkü ülkemizde ve dünyada, milyonlarca insan, seyrü süluk yapıyor, yani bu yollara girerek, bir kalp kıvamı elde edeceğini düşünüyor…

Bazen düşünüyorum, bu yolların “Büyükleri” kendilerine bağlanan insanların hangi kalb seviyesinde olduğunu nasıl ölçüyorlar ya da bununla ne kadar ilgilenme imkânı buluyorlar, ya da bu işin bir sorumluluk oluşturduğunu düşünüyorlar mı?

Diyorum ya, bir düğmeye bastığınızda binlerce – milyonlarca insanı etkiliyorsanız, doğru düğmeye bastığınızdan emin olmanız gerekir.

“Sûfi ibn’ül vakt” diye bir ifade var, tasavvuf dünyasında. “Sufi vaktin çocuğudur” anlamına geliyor. Ne anlarsınız siz bu ifadeden bilmem ama ben bunun çok önemli bir söz olduğunu düşünürüm. “Vaktin çocuğu” yani her an yeniden doğan bir insan sufi… Bu ne demek, Sûfi her an yeniden doğar demek, her anı diridir demek, her anı bilinçle seçilmiştir demek… Ölü zamanı yoktur, demek…

Nasıl olabilir bu? Sufi bu bilinç diriliğini nasıl kazanır? Sûfiliğin bir yanında bağlandığı insana “Teslimiyet” varsa, teslimiyet ile şuur diriliği nasıl mezc olur?

Diyelim yolun büyüğü, irşad makamı, yol gösterici, mürşid, sûfîyi böyle bir bilinçle donatmak için nasıl bir eğitim yolu oluşturur?

Tasavvufa yöneltilen “insanları miskinleştirme” iddiası ile, “İbn’ül vakt – Vaktin çocuğu” olmak arasında derin bir farklılık olduğu muhakkak. Soru şu: Yaşayan sûfîlik gerçekten insanları diri bir bilinçle mi donatıyor, yoksa ülkesinde, dünyada olan bitene bigâne bir pasifizmle mi?

Bu soruyu, zaten tasavvufa eleştirel yaklaşanlarımıza sormuyorum. Bunu doğrudan, şeyh efendilere soruyorum.

Bana müridler dünyasından “Sen kim oluyorsun da, şeyhlerimize soru sorma cür’etinde bulunuyorsun?” diye tepki gösterenler olacaktır. Aslında bu soruyu, bir yola girmek isteyen herkesin sorması gerekir: “Ben bir yola gireceğim, ama acaba bu dergâhın şeyhi benim mesela ibn’ül vakt olmamı sağlayacak bir kalp donanımını gerçekleştirme yeteneğine, gücüne, birikimine, bu iş “Allah vergisi” ise o “Allah vergisi”ne sahip mi?”

Bana “Kime bağlansam?” diye soran okuyucularım olmuştur. Bu bir ”kalite arayışı”dır. Ona “Sen kimsin ki kalite sorgulayacaksın?” diye itiraz edilebilir. Ama kalbiyle irtibatlı bir yolculuğa çıkacak kişinin yol kılavuzunun kalitesini sorgulamasından daha tabii ne olabilir?

Başlığa Yunus Emre’den bir ifade koydum. “Dervişlik olaydı tâc ile hırka” şeklinde… Onun devamı da şöyledir: “Biz dahi alırdık otuza kırka…” Şekil işi değil tasavvuf, yani dervişlik, Yunus’a göre… Kılık kıyafetini dervişane yaparsan kalbin içi de belirli bir kıvama gelmiyor.

Nefsini sına bir, mesela bir paylaşım anında… Mesela birisine öfkelendiğinde… Mesela hesapların yanlış çıktığında… Mesela çalıştırdığın kişinin ücretini belirlerken… Mesela ev içinde, eşinle çocuklarınla ilişkilerinde…

Yunus boşuna “Sen derviş olamazsın” demiyor bir çok insana ya da kendisine… Ben derim, yol içinde veya dışında her insanın bir “Kalb davası” olmalıdır. Kalbimiz bir insan kalbi mi başka bir şey mi bakmalıyız. Orası bir bakıma “insan kalitesi”ni de ifade ediyor çünkü.

İZİN: Biraz dinleneyim istiyorum, izninizle. Yeniden buluşmak dileğiyle…

Bu yazı toplam 442 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar