Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Askeriye"nin "cumhuriyet"inden, Cumhûriyet"in "askeriye"sine...

Askeriye"nin "cumhuriyet"inden, Cumhûriyet"in "askeriye"sine.. Müthiş bir parmak ısırma yarışı

 

"Yüksek Askerî Şûrâ" (YAŞ) toplantısı (bu satırların yazıldığı 4 Ağustos 2010 günü,  saat 16.30  itibariyle) henüz de bir sonuca varamadı.. Halbuki, prosedüre ve önceden açıklanan resmî proğrama ve geçmiş yıllardaki teamüllere göre, YAŞ"ın bu 4. gün toplantısı son formalite gereklerinin yerine getirildiği ve kararların Cumhurbaşkanı tarafından imzalandıktan sonra açıklandığı bir gün oluyordu..

Şimdi ise..

Ortaya çıkan tablo, gerçekte, Başbakan Erdoğan ile, TSK generalleri arasında basit bir zıdlaşmadan değil, Osmanlı saltanatının sona ermesinden sonra sahneye çıkan yeni saltanat sahiblerine karşı, "önce devlet değil, insan" öncelikli bir dünya görüşüne sahib olduğunu devamlı vurgulayan,  "insanı yücelt ki, devlet yücelsin.." şeklindeki anlayışın sahibi olduğunu sık sık hatırlatan Tayyîb Erdoğan"ın şahsında, milletin haklarını, hukuku koruma ve gereğini yerine getirmeye çalışan bir millî  iradenin direnişidir.. Bu bir parmak ısırma yarışıdır ve ilk "pess.." diyen kaybedecek, direnen de kazanacaktır.

Umulur ki, Erdoğan, mevcud kanunların kendisine verdiği imkanlar çerçevesinde sergilemekte olduğu kararlı tutumunu sonuna kadar değiştirmez ve milletin ordusunu; yaptıklarından hesab sorulmayan, hesabını vermek gibi bir anlayışı aklının kenarından bile geçirmeyen, herşeyi kapalı kapılar ardında, kendi içinde, "al gülüm-ver gülüm" mantığı içinde halleden ve sıkıntıya düştüğü zaman, "resmî ideoloji" ve "ikon"unun ismine ve ilkelerine sığınıp, darbeler yapan bir "çağdaş yeniçeri" ve "ihtilal odağı ve darbe örgütü" haline getiren zihniyet ve görüntüden kurtarır..

Bu çok çetin bir iştir, biliyoruz.. Ve siyasî mücadeleye atılmak, kelle vermeyi taa baştan kabullenmeyi gerektirir..

Ama, milletin ve ülkenin yönetimine, doğru bildiği, hak bildiği yolda gerekirse kellesini de vermeyi göze alamıyanlar, oynanmakta olan oyunun bir parçası olmaktan öteye geçemezler. Ve Erdoğan"ın bu konuda, karşı karşıya bulunduğu ve milletin geleceği ve kaderiyle ilgili bu çetin imtihanı yüzakıyla vereceği umulur..

Ortaya çıkan ve milletin gözü önünde, milletin ülke ve milletin hayatı ve haysiyetini koruması için kanıyla, canıyla, vergisiyle oluşturduğu bir ordunun üniformaları ardına sığınarak utanmazca oynanan oyunun sadece şu son günlerdeki görüntülerini bir daha hatırlayalım..

YAŞ toplantıları sürerken, İstanbul"da 25-30 kadarı yüksek rütbeli "muvazzaf"  (halen vazifede) ve diğerleri em. subaylardan oluşan 102 kişinin tutuklanması için verilen mahkeme kararına karşı, işbu yüzlerce subay tarafından ve onların arkasında, Genelkurmay"ın vazifelendirme, yönlendirme ve yüreklendirmesiyle hareket eden yüzlerce avukatın mahkemelerde 13 gündür sergilenen ve traji-komik oyun, tahakkümlerini 100 yıldır sürdüren kemalist-laik kadroların güçlerini yitirmemek için, sırtlarını üstünlerin hukukunu uygulayan yargıçlar diktatoryasına dayayarak verdikleri bir mücadeledir.

Burada gaayet açıktır ki, bu parmak ısırma ve iktidar yarışında, yargı kurumu da büyük çapta, TSK adına hareket eden bir "eli silahlı taife"yle, hukuk adına bir işbirliği halindedir..

Buna karşı, milletten vekalet alanlar da en azından o tepeden inmeci, darbeci mantıkla milletin ensesine çökmüş olan kadroların direnişinden geri kalmayan bir kararlılık ve direnç sergilemelidirler..

Unutmayalım ki, TSK adına darbe yapan bir avuçluk 27 Mayıs 1960  ihtilalcileri, büyük gövdeyi tam teslim alabilmek için,  16 Haziran 1960 günü, yani ihtilalden henüz üç hafta geçmemişken, bir gecede, 236"sı general olmak üzere, 8 bin subayı ordudan atmışlar ve bütün TSK"da, general rütbesinde sadece 15-20 kişi bırakmışlar ve ordu içinde kendilerine tehlike oluşturduğuna inandıkları herkesi safdışı etmişlerdi..

Bugün ise, sergilenen parmak ısırmanın sonucunda, öyle bir ihtimal de sözkonusu değil..

*

Evet, 100 yıllık bir geçmişi olan "askeriyenin cumhuriyeti"  artık son bulmalı ve milletimiz ve ülkemiz, "cumhuriyetin askeriyesi"ne kavuşturulmalıdır.. Bu hedef için, milletin ensesine oturmuş ve  ve ordunun içinde yuvalanmış o "ihtilalci damar"ın tasfiyesi şarttır.. 

Böyle bir arınma, milletin, ülkenin ve ordunun zayıflaması değil, tam tersine, sağlıklı bir bünyeye ve güce kavuşması sonucunu getirecektir.. Yoksa, son 300 yıllık tarihimiz boyunca, giderek daha bir çürüme ve zorbalığın sembolü haline gelen‚ "yeniçeri"nin modern zamanlardaki tahakkümünü ve üzerimizdeki gölgesini sürdürecektir..

Ümidimiz, bu ilkelliğin artık son bulmasıdır ve bunun için, milletten vekalet alanların kararlılıkları kadar, halk kitlelerinin de, kendilerine vekalet verdiklerinin arkasında olması gerekmektedir..

*

Karanlığın harekete geçirdiği öfke ve linç psikolojisi..

Üç yıla yakın zamandır, askeriye ilgili olarak, bu zamana kadar görülmedik-duyulmadık cinsten sorgulamalar gündemde, ülkemizde.. Ergenekon, Balyoz, Kafes, Sarıkız, Ayışığı ..  İsimlerini bile unuttuk..

Halbuki, bunların sadece birisi bile, toplumu derinden sarsmalı idi..

Bu dâva dosyalarının herbirisi için, binlerce sahifeden oluşan iddianâmeler..

Öyle entrikalar ki, bir suçlamayla karşı karşıya kalınacak olursa, nelerin nasıl tevil edileceği, nasıl gösterileceği, ne gibi savunmalar veya yalanmalar getirileceği, taa baştan planlanmış..

Bu da tabiîdir.. Hele de, son yarım yüzyılında, 5 adet ihtilal ve askerî darbe/ müdahale görmüş ve bunlardan sadece en sonuncusu (27 Nisan 2007 e- muhtırası) siyasî otoritenin dik durmasıyla etkisizleştirilmiş bulunan Türkiye gibi bir ülkede geçmiş darbelerin içinde olanların, aradan nice zaman geçtikten sonra kaleme aldıkları, yayınladıkları hatıralara bakılacak olursa, TSK"nın içinden bir "ihtilalci/ darbeci damar"ın, işinin gücünün, kendi arzularına ve isteklerine göre "ülkeyi kurtarmak"  için darbe yapmak fikri ve saplantısı etrafında odaklandığı görülür..

Ve onlar da, her hareketlerinin, bir yakalanma halinde nasıl tevil edileceğine dair, aynen bugünküler gibi, hukukî dalaverelere başvurmak için kaşarlanmış oldukları görülür..

Bu iddianâmelerdeki iddiaların mutlaka doğru olduğu gibi yaklaşım gibi, mutlaka yalan olduğu gibi bir yaklaşım kadar yanlıştır..

Konu yargıda.. Bunun gerçeğini yargı ortaya çıkaracak (çıkarmalı)!.

Ama, özünde halkın temel değerlerini ölçü kabul etmeyen diktatoryal bir rejimin, kemalist-laik bir rejimin kanunlarına göre işleyen bir yargıdan mı bekliyeceğiz, adâleti?..

Bu da bir ayrı facia tarafı, işin..

Bu dâva dosyalarında suçlanan kişilerin neredeyse üçte ikisi eski yüksek rütbeli em. subaylar ve em generaller.. Onlar, yüksek maaşları, lojmanları, makam arabaları ve korumaları, orduevleri, dinlenme tesisleri, alış-veriş merkezleri vs., her şeyiyle, halkın büyük kesiminden kopuk, bir müstemleke kolonisi gibi yaşayan bir taife..

Gerisi de büyük çapta muvazzaf  ve yine büyük ekseriyeti yüksek rütbeli subaylar.. Garnitür veya yem olarak kullanılmak için de, medya, üniversite, iş ve sermaye çevrelerinden bazı kimseler..

*

Ve son olarak, "Balyoz"  isimli dâva dosyası için, yakalanmaları istenen 102 kişiden sadece 2 tanesinin dışarda yakalanmaları ve diğerlerinin, sadece yargı sistemiyle değil, bütün bir halkla alay edercesine, millete nanik yaparcasına sergiledikleri hukukî entrikalar karşısında, yüzbinlerce insanın, cezaevlerinde veya mahkeme salonlarında, bu ayrımcı anlayışın yüzde birine bile sahib olamadıkları ve aynı hukukî dalaverelere başvuracak olsalar, bu başvuruşların bile mahkemeyi oyalamak ve yanıltmak için tezgahlanmış kasıdlı hareketler olarak suçlanacağı açık..

*

Böyle bir ordunun, bırakınız büyük savaşları, bir terör örgütüne bile, 30 yıla yakın bir mücadele boyunca bir türlü, kesin üstünlük sağlıyamamasında şaşılacak bir durum yoktur..

*

Ama, acı olan şudur ki, bunca bu ididanâmelerde ortaya çıkan bunca entrika ve fitnelere rağmen, halkımızın bazı kesimlerinin, hâlâ da uyanamaması ve bir küçük manipulasyonla, bir takım iddialarla harekete geçmeleri, bir sürü halinde, önüne çıkan hereşeyi tahrib etmeye kalkışmalarıdır..

Bunu, son olarak önce İnegöl"de, ve sonraç da Hatay- Dörtyol"da en acı şekliyle gördük..

İnegöl"de, alacak mes"elesi yüzünden kavga eden kimseler arasında meydana gelen ve bıçaklamaya kadar varan bir kavgayı takiben, taraflardan birinin kürd kavminden olması delil gösterilerek, kürd  kavminden her kim varsa, onların ev ve işyerlerine yönelik saldırıların bir ilkel sürü mantığıyla tezgahlanması ve bu duruma engel olmak isteyen güvenlik güçlerinin, resmî arabaların ve karakolların, "şehidler ölmez, vatan bölünmez.." gibi, artık gelişigüzel tekrarlana-tekrarlana çürümüş bir sakız haline gelen bir sloganın arkasına sığınılarak saldırılması, sadece İnegöl adına değil, toplumumuzun her kesimi adına bir utanç tablosu oluşturmuştur..

Bu alçak ve ilkel saldırı, yarınlarda, ekseriyetini kürd kavminden oluşturan insanların yaşadığı ülkemiz şehirlerinde de, başka kavimden insanların, bir-iki tahrikle bir ateşin içine atılmasının yolunu açmıyacak mıdır?

*

Aynı durum, hattâ daha da ustaca planlanan bir şekli, Hatay- Dörtyol"da tezgahlandı.

Dört polis katledildi.. Arkasından, o hadisenin kim tarafından yapıldığı bile bilinmeden, hemen, birilerinin tahrikiyle ve yine "Şehidler ölmez / Vatan bölünmez.."  bağırtılarıyla, bu cinayetle hiçbir ilgisi olmayan ve amma kürd kavminden oldukları bilinen insanların işyerleri ve evleri ve duruma engel olmaya çalışan güvenlik güçlerinin arabaları, karakollar ateşe verildi..

Devlet"i ve ülkeyi ve milleti korumak adı altında, barbarca, ilkelce ve alçakça oyun ancak bu kadar açık sergilenebilirdi..

Inşan hayret ediyor, bu insanlar haber bültenlerini, sadece şu son iki-üç yıl içinde resmî ididanâmelerde sırıtan yığınla ihtilal ve benzeri fitne hareketleri için hazırlanan entrikaları, şeytanlıkları hiç mi izlemiyorlar!..

 Tv. dizilerinde, senaryo gereği oluşturulan hayalî kişilikler arasındaki ilişkileri yerli- yerine oturtmak için bile aile sohbetlerinde saatlerce tartışan geniiiş bir kesim, nasıl oluyor da,  "kurulan" bu gibi entrika tezgahları için, akıl yürütmez..

Akıl gidince, aklı-başında sanılan insanların bile nasıl, bir sürü gibi, hadiselerin içinde hem de en azgın şekillerde yer alabildiğine dair, bu zamana kadar nice örnekler varken, düşünememeleri akıl alacak şey değil..

Nitekim, İçişleri Bakanı Beşîr Atalay, hadiselerin hemen ardından Hatay'a ve Dörtyol'a özel istihbarat ekipleri gönderdiklerini belirterek, "Onları çağırdım, dinledim. Hadiseler , hiç öyle geriden göründüğü kadar yalın değil..' diyordu, 1 Ağustos günü..

Ve şimdi ortaya çıkan durumdan, o hadiselere katılanlar, kendilerinin o linç hadiselerinin, o "sürü"nün içinde ilkelce, şuûrsuzca nasıl yer aldıklarını düşünüp hayret etmiyorlar mı, utanç duymuyorlar mı; ya da, "Öfke gelir göz kararır, öfke gider, yüz kızarır!" şeklindeki atasözünü olsun, hatırlamıyorlar mı?

Üstelik, ortaya çıkan tabloya bugün, hadiselerin birkaç gün gerisinden baktığımızda görülüyor ki..

MHP ilçe idare heyeti üyesi Bestamî Kılıç isimli bir kişi, yayladaki evine giderken.. Birileri yolunu kesmişler.. Arabasını gasbetmişler.. Kendisine hiç bir zarar vermeden, hattâ kimlik yoklaması bile yapmadan, bir yerde tutmuşlar.. Sonra bu kişi, kendi arabasının o polislerin öldürülmesinde kullanıldığını görmüş..

Sonra da, o polisleri öldürenlerin PKK"lı oldukları ileri sürülüyor..

Ama, gerçekten PKK"lı mı, o da ayrı bir mes"ele.. PKK"nın bu gibi eylemleri sahiblenmesi bile tek başına bir delil olamaz..

Ama, burada ilginiç bir nokta daha var.. Jandarma Genel Komutanlığı'nın internet sitesinde 4 Ağustos günü yayınlanan  ve " bölgede özveri ile çalışan ve terörle mücadele eden jandarma personelini zan altında bırakacak ifadelere yer verilmesinin üzüntü ile izlendiği" nin bildirildiği bir açıklamada, "Saldırı olayında teröristler tarafından gasp edilerek aracı kullanılan Bestami Kılıç, Jandarma istihbarat elemanı olmayıp, bölgede zaman zaman bilgisine başvurulan vatandaşlardan birisidir. Söz konusu maksatlı ve gerçek dışı ifadeleri kullanan basın yayın organları ve şahıslar hakkında yasal işlem başlatılacaktır.." denilmekteydi. 

Çok mâsûm bir açıklama mı, bu?

Ve bu noktada, isterseniz, em. Koramiral Atilla Kıyat"ın 2 Ağustos akşamı, Habertürk'te katıldığı bir TV programında dile getirdiği,  "1990'la 2000 yılları arasında yapılanlar bir devlet politikası olmasına rağmen bölgede ülkesine karşı kin kusan bir neslin yetişmesine sebep olmuştur. Hukuk dışı uygulamalar olmuştur. Bugün Ergenekon'da faili meçhul cinayetlerden dolayı suçlanan ve içeride olan kimseler vardır. Ama ben devamlı söylüyorum. Bu arkadaşlar o zaman (şimdi albay bunlar) üsteğmendi, yüzbaşıydı. Şimdi diyorlar ki, 'Sen Cizre'deyken muhtarı öldürdün' ya da "Muhtarla beraber oldun filancayı öldürdün.' Sene kaç? 1994, 1995... Şimdi ben de diyorum ki, lütfen 94'ün, 95'in, 93'ün, 96'nın, 97'nin başbakanları, cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları, OHAL valileri... Yatağınızda nasıl rahat uyursunuz! Lütfen çıkıp açıklayın, bu yıllarda işlenen faili meçhuller terörle mücadele için devlet politikası mıydı ve bu çocuklar devlet politikası mı uyguladılar? 'Hayır böyle bir devlet politikası yok' diyorsanız, söyleyin.

Hayır söylemiyorlar. Ben o zaman devlet politikası olduğunu düşünüyorum. O zaman maalesef ülkeyi idare edenler, faili meçhullerin de terörizme önlem olarak gördüklerini düşünüyorum. Çünkü bir üsteğmen, 'Ben Hasan'la Mehmet'i bir halledeyim de bu terörizmi bitireyim' diyemez. Birileri emir verdi.." şeklindeki sözleri üzerinde, kitleler hem de bir-iki  tahrikle, ve de "devleti kurtarmak" adına, millete büyük acılar çektirmemeleri gerektiğini düşünmeli değil midirler?

Bu vesileyle, JİTEM"in çekirdek kadrosundan olduğu anlaşılan, ele-avuca sığmaz, afacan bir "zamâne Ya"kub Cemili"  durumundaki Binb. Cem Ersever"in kimleri nasıl öldürdüğünü ve öldürttüğünü ve sonunda kendisinin de öldürülüp bir yolkenarına atıldığını da hatırlayalım..

TSK"nın, bir darbeler ve cinayetler galerisi olmaktan kurtarılması, ülkenin geleceği için şarttır..

haksöz

Bu yazı toplam 2119 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar