Abdestli Sosyalizm'e Giderken

Abdestli Sosyalizm'e Giderken

ELİÇABUKluğuyla "ne sihirdir ne keramet elçabukluğu marifet" babından bir kaç satır eksik alıntı...

"Abdestli kapitalizme" tavrını göstermek için "abdetsli kapitalizme" doğru bevletmeye kalkışanlar, karşılarına yakın çağımızın ilim rüzgarlarından Mevdudi'yi alarak def-i hacetlerini yaptıklarında bevlin kendi üzerlerine sıçrayabilceğini ve bu sıçramışlığın "abdestli sosyalizme" sebeb olabileceğini de hesaba katmalıdırlar.

ELİÇABUKluğuyla "ne sihirdir ne keramet elçabukluğu marifet" babından bir kaç satır eksik alıntı, biraz hakaret ve sonunda da rahmet dilemek gibi hem nalına hem mıhına vurma yiğitliğinin(!) ilme aşık yüreklerin atıştığı rahlede beş para etmeyeceği akl-ı selim olan herkesin bildiği bir hakikattir.

Mevdudi'nin gerek eserlerini okuyanlar gerek hayatını bilenler bilir ki Mevdudi "ödü kopacak"sığlıkta sıradan birisi olmayıp tam aksine öd koparıcı, ezber bozucu bir derinliğe sahip kıymetli, yiğit bir şahsiyettir. Akademik anlamdaki farklı yorumları kahvehane ağzıyla eleştirmek, "ben büyüklere dil uzatacak kadar büyüdüm"(!) hissiyatına kapılmak ilimin ilk kademesindeki cehalet şımarıklığından başka bir şey değildir. Allah Teala büyüklerimizin de bizlerin de kusurlarını bağışlasın inşaallah.

Kıymetli Alim Mevdudi'nin kaleme aldığı meşhur tefsiri Tefhimu'l Kur'an adlı eserinden infak ayetlerinden bir kaçına getirmiş olduğu açıklamaları aktarıyoruz.

Bakara Suresi'nden

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Elif, Lâm Mîm(1) ,

2- Bu, kendisinde şüphe(2) olmayan, muttakiler(3) için de kılavuz olan bir kitaptır.
3- Ki onlar, gayba(4) inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar(5) ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.(6)

AÇIKLAMA

1. Elif-Lam-Mim gibi Kur'an'da bazı surelerin başında yer alan Huruf-u Mukatta Kur'an'ın nazil olduğu dönemde Arap edebiyatında yaygın bir kullanıma sahipti. Şairler ve belâgat ehli bunları kullanırdı. Hatta bunun örneklerine İslâm öncesi şiir ve nesrinde rastlanmaktadır. O dönemde, herkes, bu harflerin anlam ve önemini kavradığı için, bunların Kur'an'da kullanılmasına karşı çıkan veya sorular yönelten olmadı. Çünkü bu tür kullanım onlara yabancı değildi. Hatta hiçbir saldırı fırsatını kaçırmayan İslâm ve Kur'an düşmanları bile bu harflerin kullanımına karşı çıkmadılar. Fakat zamanla, bu harfler kullanılmamaya başlandığından, tefsirciler bunların anlamını ve önemini tayin etmede güçlüğe düştüler. Bununla birlikte, sıradan okuyucunun bunların anlamı konusunda kafa yormasına gerek yoktur. Çünkü Kur'an'ın hidayeti (yol göstermesi) söz konusu olduğunda, bunlar hiçbir şeyi değiştirmiş olamazlar.
2. Bunun anlamı basitçe "Şüphesiz bu, Allah'tan gelen bir Kitap'tır." olabildiği gibi, "Bu Kitap'ta şüpheli birşey yoktur." anlamına da gelebilir. Kur'an, spekülasyon ve tahminlere dayanan sıradan metafizik ve din kitaplarına benzemez. Bu tür kitapların yazarları bile, kendi teorileri hakkında olumlu düşündüklerini söylemelerine rağmen, şüpheden uzak değildirler. Onların aksine bu kitap gerçeğe dayanır.
Çünkü O'nu indiren Allah, gerçeği tam anlamıyla bilip kuşatmıştır. Bu nedenle Kur'an'ın içindekiler hakkında da şüpheye yer yoktur. Ancak insanın kendi aklının noksanlığı nedeniyle şüpheye düşmesi başka bir meseledir.
3. Kur'an'dan yararlanabilmenin birinci şartı muttaki, yani Allah'tan korkan, hakla bâtılı ayıran ve salih kimseler arasına girmek isteyen biri olmaktır. Şüphesiz bu Kitap'ta hidayetten başka bir şey yoktur. Fakat kişi ondan faydalanabilmek için sağlam bir kafa ile yaklaşmalıdır. Her şeyden önce Allah'tan korkan, hakkı seven biri olmalı, hakla bâtılı birbirinden ayırabilmeli ve doğru yaşamalıdır. Bunun tersine, hakla bâtılı gözetmeyen, kendi ihtirasının veya dünya nimetlerinin yolundan giden veyahut da dünyadaki yolculuğu boyunca amaçsız dolaşan kimseler için Kur'an'da hidayet yoktur.
4. Kur'an'la hidayete ulaşabilmenin ikinci şartı ise "gayb"e -duyularla algılanamayan ve insanın deney ve gözlemlerine konu olamayan şeylere- inanmaktır. Allah, melekler, vahiy, öldükten sonra dirilme, Cennet, Cehennem vs.nin tadılıp koklanamayacağı ve ölçülüp tartılamayacağı bilinen bir gerçektir; bu tür şeyler fiziksel dünyadaki birçok durumda olduğu gibi, uzmanlara (peygamberlere) güvenilerek kabul edilmelidir. Bu nedenle, sadece, "gayb"e inanan bir kimse Hidayet'ten bir pay alabilir. Sadece duyularla algılanabilen şeylere inanan kimseye gelince, o bu Kitap'tan hidayet alamaz.
5. Kur'an'dan faydalanabilmenin üçüncü şartı, kişinin Kur'an öğretilerini hemen pratiğe uygulamaya hazır olmasıdır. Namaz Kur'an'ın emrettiği ilk ve en önemli görevlerden biri olduğu için, imandaki samimiyetin ölçüsü ve pratik bir delilidir. Bu nedenle, bir kimse İslâm'ı kabul ettikten sonra ezanı duyduğunda cemaate katılıp, namazı kılmalıdır. Çünkü şehadetin samimi olup olmadığını bu belirler. Eğer ezana kulak asmaz ve cemaata katılmazsa, bu onun imanında samimi olmadığının bir göstergesidir.
"İkâmet'üs-Salat" (Namazı dosdoğru kılmak) teriminin çok geniş anlamlı olduğuna da dikkat edilmelidir. Bu, namazın cemaatle kılınması gerektiğine ve namaz için her yerde sürekli düzenlemeler yapılması gerektiğine işaret eder. Aksi takdirde bir yerin sakinlerinin hepsi tek tek namazlarını kılsalar bile,namaz ikâme edilmiş olmayacaktır.
6. Kur'an'dan faydalanabilmenin dördüncü şartı, kişinin, Allah'ın ve insanların hakkını vermek üzere Kitap'taki talimatlara uygun olarak parasını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Bu çok önemli bir şarttır. Çünkü bir cimrinin veya parayı her şeyden çok seven bir servet düşkününün, İslâm uğrunda malî fedakârlıklar yapması beklenemez.


261- Mallarını(298) Allah yolunda infak edenlerin örneği(299) yedi başak bitiren, her bir başakta yüz 'tane' bulunan bir tek 'tane'nin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir.(300)
262- Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rabbleri katındadır, onlar için korku yoktur, onlar mahzun olmayacaklardır.(301)

263- Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.(302)

AÇIKLAMA

298. 243. ayetle başlayan hitapta müminler, inandıkları büyük ve soylu amaç uğruna canlarını ve mallarını feda etmeye teşvik edilmişlerdi. Uğruna bu fedâkarlıkları yaptıkları Allah'a olan imanlarını güçlendirdikten sonra, buradan itibaren müminlere bu tür fedakârlıkları yapabilmeleri için gerekli olan tutumun gelişmesi için emir ve talimatlar verilmektedir.
Muhakkak ki ekonomik görüşleri tamamen değişmedikçe insanlar ahlâkî bir sebeple mâlî fedakârlıklarda bulunamazlar. Servet biriktirmek için yaşayan ve ölen, her şeyi kâr ve zarara göre değerlendiren materyalistlerden, yüce bir amaç uğruna bir şeyler harcamaları beklenemez. Hatta onlar soylu bir gaye uğruna harcama yapıyor görünseler bile, gerçekte bunun kendilerine, kabilelerine veya uluslarına neler kazandıracağını hesaplamakla meşguldürler. Bu tip bir kafa yapısıyla Allah yolunda bir adım bile ilerlemek imkânsızdır. Allah kelâmını yüceltmek için kişi, dünyevî bir kazanç veya kayıp sözkonusu olmaksızın tüm hayatını, servetini ve enerjisini harcamalıdır. Bu yol, geniş bir görüş açısı, büyük bir cesaret, geniş bir kalp ve herşeyin ötesinde Allah rızasını kazanmak için samimi bir istek gerektirir. Bundan başka materyalistik ahlâkı kaldırıp, yerine manevî değerleri koymak için, sosyal sistemde de köklü değişiklikler yapmak gerekir. Bu nedenle buradan itibaren 281. ayete kadar bu tür ahlâkî davranış kalıplarını geliştirmek için gerekli talimatlar yer almaktadır.
299. İlâhî ilkelere uygun şekilde ve Allah rızası için harcanan her şey, kişinin kendi ihtiyaçları veya akrabalarının ihtiyaçları için, kamu yararına veya İslâm'ı tebliğ için, ya da cihad için harcanmış olan her şey, Allah yolunda harcanmış demektir.
300. Allah'ın sınırsız kaynakları olduğu ve O her şeyi bildiği için, kişi Allah yolunda harcarken ne kadar samimi ve istekli olursa, Allah'tan göreceği mükâfat da o denli büyük olacaktır. Kişi, bir tohumdan yedi sekiz yüz dane üreten Allah'ın, yapılan iyilikleri de yedi yüz misli ile mükâfatlandırmaya kâdir olduğuna kesinlikle inanmalıdır.
Bu gerçeği gözler önüne serdikten sonra, bu bağlamda Allah'ın kaynaklarının sınırsız olduğunu ve O'nun ameleri hakettikleri ölçüde mükâfatlandırabileceğini göstermek ve O'nun her şeyi bildiğini, neyin hangi niyetle harcandığından habersiz olmadığını göstermek amacıyla, Allah'ın iki sıfatı özellikle zikredilmiştir. Bu nedenle kişinin hakettiği mükâfatı kaybetmesi sözkonusu değildir.
301. Onlar için ne haketikleri mükâfatı kaybetme korkusu vardır, ne de onların harcadıkları şeyler için üzülecekleri bir zaman gelecektir.
302. Bu, iki şeyi ifade eder. Birincisi, Allah kimseye muhtaç olmadığı için hiç kimsenin harcamasına da (infak) ihtiyaç duymaz. İkincisi, O, cömert ve geniş yürekli insanları sever, cimri ve nekes insanları sevmez. Çünkü O Cömert'tir, Bağışlayan'dır ve Eliaçık olandır. O halde hayat için gerekli olan şeyleri insanlara sınır tanımadan veren ve onları hatalarına rağmen tekrar tekrar bağışlayan Allah, nasıl olur da, yaptıkları bağışı sürekli hatırlatarak karşılarındaki insanın gururunu inciten ve sadece bir zerre vermiş olsa bile bunu başa kakıcı ifadeler kullanan kimseleri sever?
Hz. Peygamber'in (s.a) bir hadisi de, kıyamet gününde Allah'ın birisine verdiği hediyeyi sürekli başa kakan (ve bu konuda îmâlı konuşmalar yapan) kimselerle değil konuşmak, onlara bir kez bile bakmayacağını bildirmektedir.


273- (Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı cahil olan (kişi,) onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.(314)
274- Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlar için korku yoktur, onlar mahzun olmayacaklardır.

275- Faiz (riba) yiyenler,(315) ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar.(316) Bu, onların: "Alım-satım da ancak faiz gibidir"(317) demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi ise haram kılmıştır.(318) Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah'a aittir.(319) Kim de (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada onlar sürekli kalacaklardır.
276- Allah, faizi yok eder de, sadakaları arttırır. (320) Allah, günahkâr olan kâfirlerin hiç birini sevmez.(321)

AÇIKLAMA

314. Bu ayette Allah, müslümanlara, kendilerini tamamen İslâm hizmetine adamış, bu nedenle de hayatlarını kazanamayan kimselere yardım etmelerini emretmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) döneminde Ashab-ı Suffa denilen sahabe grubu bu tür bir topluluktu. Onlar her an Hz. Peygamber'in (s.a.) hizmetindeydiler. Hz. Peygamber (s.a.) de onlara İslâm'ı öğretiyor ve İslâm'a hizmet için onları eğitiyordu. Ashabı Suffa öğrendiklerini başkalarına aktarıyor ve Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle çeşitli görevlere ve seferlere gidiyorlardı. Böyle kişilerin özellikle yardıma muhtaç oldukları açıktır; çünkü bunlar, tüm zamanlarını İslâm'a hizmetle geçirmektedirler ve maişetlerini kazanmaya ayıracakları vakitleri yoktur.
315. Arapça "riba" kelimesinin sözlük anlamı "bir şeyi arttırmak" veya "bir şeye eklemek"tir. Teknik olarak ise, borç verenin, borçludan verdiği para üzerinden belli bir yüzde alması, yani faizdir. Kur'an'ın vahyedildiği dönemde faiz çok çeşitli şekillerde alınıyordu. Örneğin, bir kimse bir mal aldığında ödeme için belli bir vade belirleniyor ve borçlu borcunu belirlenen tarihte ödeyemezse, ona belli bir zaman daha tanınıyor, fakat ödenecek meblağa biraz daha ekleniyordu. Veya borçlanan kişi, borç aldığı miktardan fazlasını ödemek zorunda kalıyordu. Veya belli bir vade için bir faiz oranı belirleniyor, eğer borçlu belirlenen zaman içinde ödemede bulunmazsa faiz oranı artırılıyordu.
316. Kur'an faizle borç vereni deli bir adama benzetir. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hâkimiyetini kaybederse, aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o denli dengesini kaybeder ki, şuurunu yitirir. Onun akılsızlığı o denli büyüktür ki, benciliğinin ve açgözlülüğünün nasıl insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluğuna kökten bir darbe vurduğunu ve insanlığın genel maslahatına zarar verdiğini farketmez. Birçok şeyi feda ederek zengin olduğunun farkına varamaz. İşte o da, bu dünyada sanki deli bir adam gibi davranır. Ahiret'te de aynı bu dünyadaki gibi deli olarak dirilecektir. Çünkü herkes hangi konumda ölmüşse ahiret'te o konumda dirilir.
317. Onlar görüşlerini yanlış bir teori üzerine dayandırdıkları için kâr ile faiz arasındaki farkı göremezler. Onların iddiası şudur: Ticarette sermayeden kâr etmek helâl olduğuna göre, borca yatırılan paradan faiz almak neden haram olsun? Sadece Arap müşrikleri değil, günümüzün bankaları, finans kuruluşları da faiz hakkında bu tür düşüncelere sahiptirler. Borç veren bir kimse o parayı borç vermeyip bir yere yatırsa kâr eder, borç alan kişi de bir yere yatırım yapıp kâr ettiğine göre, borç veren kişi diğerinin kârının bir kısmını neden almasın,diye fikir yürütürler. Fakat onlar dünyada risksiz ve belli bir oranda sabitleştirilmiş kâr getiren hiçbir iş olmadığını unutmaktadırlar. Ticarette, endüstride, tarımda ve her tür girişimde, hem sermaye, hem de işgücü kullanılmalıdır. Aynı zamanda müteşebbis sabit bir kâr oranı beklememeli ve belli bir riski göze almalıdır. Şimdi, aldığı borçla yatırımda bulunup üretimde bulunan borçluyu bir tarafa bırakalım ve aldığı borcu tüketimde kullanan kişinin faiz ödeme durumunu ele alalım. Parasını kârlı bir işte kullanılmak üzere belli bir faiz oranıyla borç veren kimse ile başka tür yatırım ve girişimlerle meşgul olan kimseyi karşılaştıralım. Herhangi bir girişimde bulunan kişi veya kişiler tüm zaman, işgücü, kafa ve sermayelerini kullanırlar ve işlerinin başarılı olabilmesi için ellerinden geleni yaparlar. Fakat yine de sabit bir kâr oranının garantilemiş değillerdir ve birçok riskle karşı karşıyadırlar. Tam tersine,sadece sermayesini veren kredici ise, üzerine hiçbir risk almaksızın sabit bir kâr oranını garantilemiştir. Hangi mantıkla, hangi adalet ve ekonomi düşüncesine göre onun sabit bir kâr oranını garantilemesi doğrudur? Bir kimse, bir fabrikaya, yirmi yıl içinde hangi fiyat oyunlarının olacağını hesaba katmaksızın, nasıl yirmi yıllık sabit bir faiz oranıyla borç verebilir?
Bütün ülke riskle karşı karşıya bulunduğu, zarar yaptığı ve fedakârlıklar yapmak zorunda kaldığı halde, savaş borçlarına karşı bir yüzyıl boyunca faiz ödenmesini haklı gösterecek bir sebep var mıdır?
318. Farklı ekonomik ve ahlâkî sonuçlar doğuran faiz ve kâr arasındaki en önemli ayrılıklar şunlardır:
1) Alıcı ile satıcı arasındaki kâr anlaşması eşit şartlarda olmaktadır. Alıcı ihtiyaç duyduğu maddeyi satın alır ve satıcı da bu maddeyi alıcıya sağlarken kullandığ zaman, işgücü gibi harcamaları için kâr alır. Bunun aksine faizde, borçlu, zayıf konumu nedeniyle krediyi verenle eşit şartla anlaşma yapamaz. Borç veren kişi ise, kârı olarak belirlediği miktar kadar sabit oranda bir faiz alır. Eğer borçlu aldığı parayı kişisel ihtiyaçları için kullanırsa, elbette zaman faktörü hiçbir kâr getirmez. Eğer borçlu aldığı parayı ticaret, endüstri, tarım gibi sektörlere yatırırsa o zaman eşit oranda kâr ve zarar şansı vardır. O halde faizle borç vermek bir tarafa sabit ve garantili bir kâr getirirken öte tarafa zarar veya bir tarafa kesin ve garantili bir kâr, öte tarafa ise belirsiz ve kesin olmayan bir kâr getirebilir.
2) Tüccar yüksek de olsa bir kez kâr talebinde bulunur; fakat kredi veren, tekrar tekrar ve zamanla oranı artan bir faiz ister. Borçlunun borç aldığı para üzerinden kazandığı kâr kendi içinde sınırlıdır; fakat, borç verenin parası üzerinden istediği faizin sınırı yoktur. Borç veren kişi bazen borçlunun tüm kârını alabilir, hatta tüm kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu borcunu ödeyemeyebilir.
3) Bir madde el değiştirdiğinde veya fiyatı değiştiğinde ticarette alışveriş sona erer. Bundan sonra alıcıdan satıcıya bir şeyler ödemesi istenemez. Mobilya, ev veya toprak kiralarına gelince, borç verilen şeyin aslı harcanıp tüketilmez, fakat kararlaştırılan zaman sonunda sahibine geri verilir. Fakat alınan borç para olduğunda,borçlu önce bu sermayeyi tüketir, sonra da alacaklıya üzerine bir miktar faiz katlayarak öder. Yani borçlu için iki risk vardır; borçlu hem borç aldığı ana parayı üretmeli, hem de faizi karşılayacak parayı kazanmalıdır.
4) Ticaret, endüstri ve tarım gibi ekonomik sektörleriyle uğraşan kimseler zaman, işgücü ve beyin gücü harcayarak kâr elde ederler. Fakat borç veren kimse, hiçbir riske atılmaksızın ve işgücü de harcamaksızın, ihtiyacı dışındaki parayı borç vererek borçlunun kârının en büyük hissedarı olur.
O, yapılan işteki kâr oranına, gerçekten, kâr olup olmadığına, belki de zarar olduğuna bakmaksızın, sadece kendisine verilen sabit garantili faiz nisbetinde işe ortaktır.
Yukarıda anlatılanlardan, ekonomik yönden de, ticaretin toplumda yapıcı bir etkisinin, faizin ise yıkıcı bir etkisinin olduğu açığa çıkmaktadır. Ahlâkî yönden ise faizin bencillik, katı kalplilik, paraya tapma gibi kötü özelliklere yol açtığı ve insanlar arasında sevgi ve yardımlaşma ruhunu öldürdüğü bilinmektedir. O halde faiz, toplum için hem ekonomik, hem ahlâkî yönden zararlıdır. Kişinin ihtiyacı olmayan parayı ne yapacağı sorusuna gelince, bu para aynı zamanda hem kâr, hem zarara aynı olmak şartıyla ticarete, endüstriye vs. yatırılabilir.
319. Bu izin sadece, faizi haram kılan ayet nazil olmadan önce alınan faizin kanunî yönü ile ilgilidir ve o faizden kazanılan gelirin de helâl olduğu anlamına gelmez. Bu ayetten bu meselenin Allah'a havale edileceği ve bunun Allah tarafından bağışlanmamış olduğu anlaşılmaktadır. Sonu gelmez tartışma ve istekleri engellemek bakımından borçlanılan faizin geri ödenmesi için kanunî bir istekte bulunulmaması bildirilmektedir. Fakat ahlâkî yönden faiz pisliktir ve onu alan kimse kendisini temizlemek için elinden geleni yapmalıdır. Eğer şeytana uyup almışsa, aldığı faizi kendisine harcamamalı ve faiz aldığı kimseleri araştırıp onlara aldıklarını geri ödemeye çalışmalıdır. Faiz aldığı kimseleri bulamadığı takdirde bu haram ve pis kazancı sosyal refah için harcamalıdır. Kıyamet gününde, kişi hakkında kesin hüküm verecek olan Allah'ın azabından korunmanın tek çıkar yolu budur. Bu haram serveti kullanmaya devam eden kimse ise, geçmişte verdiği borçlar nedeniyle bile cezalandırılacaktır.
320. Bu sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal yönlerden doğrudur. Görünüşte faizin zenginleştirip, infakın fakirleştirmesine rağmen, gerçekte bunun tersi olur. Faiz, tabiatı itibariyle sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal gelişmeye engeldir ve infak (faizsiz borç vermeyi de içerir) tüm bunların gelişmesini sağlar.
Faize ahlâkî ve ruhsal yönlerden bakacak olursak, onun açgözlülük, bencillik, cimrilik, haset, katı kalplilik gibi özelliklere dayandığını ve borç veren kişide bu özellikleri beslediğini görürüz. Diğer taraftan infak, cömertlik, tokgözlülük, yumuşak kalplilik ve sevgi üzerine kurulmuştur ve bu yüce niteliklerin gelişmesine yardımcı olur. Hiç kimse bu özelliklerin bir önceki özelliklerinden daha iyi olduğu gerçeğini yalanlayabilir mi?
Toplumsal yönden bakıldığında birazcık düşünme bile insanı, eğer toplumdaki bireyler karşılıklı ilişkilerini bencillik üzerine kurarlarsa ve bireylerarası yardımlaşma ancak şahsî çıkar karşılığında olursa, o toplumun kuvvetli, dayanıklı ve dengeli bir toplum olamayacağı sonucuna götürür. Eğer zenginler fakirlerin sadece sömürülmek için varolduğuna inanıyorlarsa, bu durumda bir çıkar çatışması meydana gelecek ve toplumda ayrılıklar ortaya çıkacaktır. Eğer diğer şartlar da bunları desteklerse bu durum bir sınıf çatışmasına neden olacaktır. Diğer taraftan, eğer toplumun bireyleri karşılıklı ilişkilerini sempati üzerine kurarlar ve birbirlerine cömertçe davranırlarsa, toplum güçlenecektir. Eğer her birey ihtiyacı olan diğer bireye yardım ederse ve "varlıklı"lar "varlıksız"lara sempati ile veya en azından adaletle davranırlarsa, o toplumda karşılıklı sevgi ve saygı gelişecek ve toplum güçlü, dengeli bir toplum olacaktır. Tabii ki toplumdaki gelişme bu karşılıklı işbirliği ve sevgi ile de desteklenecektir.
Şimdi de faizi ekonomik yönden ele alalım. Borçlar iki çeşittir: Tüketim borçları, ihtiyacı olan kimseler tarafından kişisel gereksinimlerini karşılamak amacıyla alınır. Ekonomik borç ise işadamları tarafından ticaret, endüstri,tarım ve benzeri sektörlere yatırılmak üzere alınır. Birinci tür borçta faizin kötü sonuçlar doğurduğu herkes tarafından bilinmektedir. Her ülkede bankerler ve kredi veren kimseler işçilerin, köylülerin ve genelde fakir kesimin kanını emmekte ve onların durumlarının daha da kötüye gitmesine neden olmaktadırlar. Faiz talepleri bu insanların borçlarını ödemesini hemen hemen imkânsız kılar ve onları bu işten kurtulmak için sürekli borç almaya iter. Anaparanın birkaç katı kadar faiz ödeseler bile anapara ödenmeden kalır. Borçlunun gelirinin büyük bir bölümü alacaklı tarafından alınır ve fakir borçlu yakasının iki ucunu bir araya getiremez. Doğal olarak bu, işçilerin işlerine olan ilgilerinin azalmasına neden olur. İşlerin meyvesi başkaları tarafından alınınca, onlar da kendilerini tüm kalpleriyle işlerine veremezler. Bundan başka, üzüntü, tedirginlik, yetersiz beslenme sağlıklarını bozduğundan, parasızlık nedeniyle gerekli ilaçları bile alamazlar. O halde faizle borç verme çoğunluğun kanının emilmesi pahasına küçük bir grubun palazlanıp gelişmesine ve toplumda genel bir bozulmaya neden olur. Bu yolla ortaya çıkan randıman düşüklüğü millî üretimin kalite ve standardını düşürür. Sonunda kan emiciler de kendi açgözlülüklerinin ve zulümlerinin kurbanı olurlar.
Ezilen ve sömürülen insanların bastırılmış kızgınlıkları, borç verenlerin acımasızlığı ile su yüzüne çıktığında kanlı bir devrime dönüşür ve sömürenlerin tüm şeref ve kötü yoldan kazanılmış servetlerini yerle bir eder.
Ekonomik borçlarda sabit bir faiz oranının uygulanmasının doğurduğu birçok kötü sonuçtan üçü şunlardır:
1) Piyasa oranına eşit veya ondan daha yüksek faiz ödemeyen projeler, toplum için gerekli ve faydalı olsa da sermaye elde edemez. Kullanılması mümkün olan tüm para, ulusal yönden ne denli zararlı olsa da, piyasa oranına eşit veya daha yüksek faiz verebilen ticari ve endüstriyel sektörlere akar.
2) Ticari, endüstriyel veya tarımla ilgili her şartta yüzde beş, altı veya daha fazla kâr oranı garanti edebilen hiçbir iş yoktur. Böyle bir garantinin olmayışı bir yana, hiçbir işte zarara karşı garanti yoktur. O halde sermayenin sabit faiz oranı ile borç alan hiçbir iş, riske ve zarara karşı garanti altında değildir.
3) Borç veren kimse işin kârına ve zararına doğrudan ortak olmadığı ve sadece sabit bir faiz oranını gözönünde bulunduğu için, yapılan işin sosyal refahla olan ilişkisine dikkat etmez. Onun ilgilendiği tek şey kendi çıkarıdır; bu nedenle piyasada ne zaman bir kriz görse parasını hemen piyasadan çeker. Bu şekilde bencilliği nedeniyle panik yaratmış, piyasada kriz yolu açmış ve varolan krizi ise felâkete dönüştürmeye yardım etmiş olur.
Yukarıda anılan faizin üç kötü sonucu o denli açıktır ki, ekonominin alfabesinden haberdar olan herkes bunu bilir. Hiç kimse Allah tarafından konan tabiî kanunun, yani faizin millî serveti azalttığı gerçeğini inkâr edemez.
Şimdi de infakı (sadaka) ekonomik yönden ele alalım. Eğer bir toplumun zenginleri paralarını serbestçe kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak için harcasalar ve servetlerinin bir bölümünü ihtiyacı olan kimselere dağıtsalar, faizsiz borç olarak işadamlarına verseler veya bir işe ortak olsalar ya da sosyal hizmetler için hükümete faizsiz borç verseler, o zaman elbette ticaret, endüstri ve tarım gelişecektir. Millî servet artacaktır. O halde faizin bir ulusun gelişmesini engellediği ve infakın gelişmeye yardım ettiği apaçık ortadadır.
321. Borç veren (Tefeci) şüphesiz narkör bir zavalıdır. Kendisine servet veren Allah'a karşı şükreden bir kul olarak, en azından O'nun kullarına faizsiz borç vermelidir. Eğer, bunun tersine Allah'ın nimetini, kendisinden fakir olan diğer kulları sömürmekte kullanırsa, o zaman sadece nankör olmaz, aynı zamanda kötü kalpli ve zalim de olur.

Al-i İmran Suresi'nden

92- Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe erişemezsiniz.(75) Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.
93- Tevrat indirilmeden evvel, İsrail'in(76) kendine haram kıldıklarından başka, İsrailoğullarına(77) bütün yiyecekler helal idi. De ki: "Şu halde eğer doğruysanız, Tevrat'ı getirin de onu okuyun."

94- Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.
95- De ki: "Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah'ı bir tanıyan (Hanif) ler olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi."(78)

AÇIKLAMA

75. Bundan kasıt, Yahudilerin fazilet konusundaki yanlış anlayışlarını ortadan kaldırmaktır. Onlara göre en büyük fazilet, yüzyıllardan beri ataları tarafından uygulanan gelenekleri dış görünüşlerinde sergilemekti.
Bunun yanısıra onlar, fazileti (birr) , bilginlerinin ortaya koyduğu legal sistemin standartlarıyla ölçüyorlardı. Dıştan çok dindar görünmelerine rağmen en "muttaki"leri bile bağnaz, açgözlü ve cimri idi. Bunun da ötesinde onlar Hakk'ı satmakta veya Ona ihanet etmekte tereddüt etmiyorlardı. Yine de sıradan insanlar onları faziletli olarak tanıyorlardı. Burada onların gerçek fazilete (birr) , sadece dışta kendi icat ettikeri bazı ibadetleri yapar görünmekle sahip olamayacakları; ancak Allah'ı sevip, O'nun dileğini her şeyden üstün tutarak birr'e erebileceklerinin söylenmesinin nedeni işte budur. Herhangi dünyevi bir şeyi Allah'tan çok seven bir kişi için fazilet kapısı kapalı olduğundan, Allah aşkı için sevdiği şeyleri feda etmeye hazır olmayan bir kimse gerçek iyiliğe (birr) ulaşamaz.
Bu sevgi ruhu olmaksızın yapılan ibadetler, kurtlar tarafından yenmiş bir tahta üzerine çekilen boya gibidir. Bir insanın bu dıştaki boya ile aldatılması mümkündür; fakat, Allah'ı bu tür düzenlerle aldatmak imkânsızdır.
76. 93. ayet bir itiraza cevap vermektedir. Yahudiler, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in (s.a) talimatlarının esas noktalarında bir hata bulamayınca -çünkü bu din ile daha önceki peygamberlerin getirdiği din arasında fark yoktu- fıkıhla ilgili itirazlarda bulunmaya başladılar. İtirazlardan biri de Hz. Peygamber'in (s.a) diğer peygamberler zamanında helâl olan şeyleri haram kıldığı konusu idi.
77. Eğer İsrail kelimesi İsrailoğulları'nı kastediyorsa, onların Tevrat'ın indirilmesinden önce, geleneksel olarak yasak olan bazı şeyleri kendilerine yasakladıkları anlaşılır. Fakat eğer kelime Hz. Yakub'u (a.s) kastediyorsa (ki bu ihtimal daha kuvvetlidir) , o zaman Onun bazı şeyleri sevmediği için veya bazı hastalıklara neden olduklarından dolayı yemediği, fakat Onun soyundan gelenlerin bunları yasak olarak kabul ettikleri anlaşılır. Bunu izleyen ayet, Kitab-ı Mukaddes'te devenin, yabanî tavşanın, vs. haram olduğunu bildiren hükmün Tevrat'ta olmadığını, fakat sonradan Yahudi bilginleri tarafından Tevrat'a sokulduklarını gösterir. (Bkz. Enam an: 122) .
78. Burada onlara şu ders anlatılmak isteniyor: Hz. İbrahim (a.s) tarafından öğretilen yalnız Allah'a itaat ilkesi gerçek imanın köküdür. Fakat siz bunu terkettiniz ve O'nun yanısıra başka ilâhlar edindiniz. Bundan başka, yüzyıllar süren sürgün hayatınız boyunca Hz. İbrahim'in (a.s) dinini bıraktıktan sonra, bilginleriniz tarafından ortaya konulan küçük meselelerle uğraşmaya daldınız.

Maun Suresi'nden

2- İşte(4) yetimi itip-kakan,(5)
3- Yoksulu doyurmayı(6) teşvik etmeyen odur.(7)

4- İşte (şu) namaz kılanların vay haline,(8)
5- Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,(9)
6- Onlar gösteriş yapmaktadırlar,(10)
7- Ve 'ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da' engellemektedirler.(11)

AÇIKLAMA

4. Burada "fe zâlike'llezî" buyurulmuştur. Bu cümledeki "fe" bir cümle yerine geçmektedir. Yani, "sen bilmiyorsun, bilmelisin ki odur" anlamındadır. Ya da şu manadadır: "ahireti inkâr ettiği için o şahıs böyledir ki..."
5. "Yedi'ul yetim" kullanılmıştır. Bunun birkaç manası vardır. Birincisi, yetimin hakkını yer ve babasının bıraktığı mirasa el koyarak yetimi kovar, şeklindedir. İkincisi, yetim ona yardım için gelirse merhamet etmez, hatta yanından kovar. Yetim çaresizlik dolayısıyla gitmez ve beklemeye devam ederse iterek kovar, şeklindedir. Üçüncüsü, o yetime zulmeder. Mesela yetimi evine akraba olarak aldıysa bütün ev halkına hizmet ettirir. Yetim evde herkesin kahrını çekmek zorunda kalır, şeklindedir. Bunun yanısıra bu kelimeden, o şahsın bu tip davranışları arasıra yapmadığı, tamamen âdet haline getirdiği de çıkar. Yaptığı işin kötü olduğunu da düşünmez. Hiçbir şey hissetmeden bu tavrına devam eder ve yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin olmadığını zanneder. Onun için yetimin hakkını yemekte bir sakınca görmez. Ya elinden tutar ama zulmeder, ya da yardım için geldiğinde kovar.
Bu konudaki ilgi çekici bir olayı Kadı Ebu'l Hasan el-Maverdî, A'lamun Nübüvve isimli eserinde yazar. Ebu Cehil bir yetimin varisiydi. Bu çocuk bir gün çıplak halde Ebu Cehil'in yanına gitti. Babasının bıraktığı maldan kendisine yardım etmesi için ona rica etti.
Ama zalim Ebu Cehil çocuğa aldırmadı bile. Yetim, üzgün olarak geri döndü. Kureyş'in bazı ileri gelenleri kötülük olsun diye çocuğa Hz. Muhammed (s.a) 'e gidip şikayet etmesini tenbihlediler. Ayrıca, malını vermesi gerektiğini Ebu Cehil'e söylemesini Hz. Muhammed'e (s.a) rica etmesini de tenbihlediler. Çocuk çaresizdi ve Ebu Cehil ile Hz. Muhammed (s.a) arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Ayrıca Kureyş'in bedbaht ileri gelenlerinin de kendisine bunu niçin tavsiye ettiklerini bilmiyordu. Onun için çocuk Resulullah'a giderek durumu anlattı. Rasulullah hemen ayağa kalktı. Çocuğu yanına alarak en büyük düşmanı olan Ebu Cehil'in yanına gitti. Ebu Cehil Rasulullah'ı karşıladı. Rasulullah, "bu çocuğun hakkını ver" dedi. Ebu Cehil kabul ederek hemen çocuğun malını teslim etti. Kureyş'in ileri gelenleri Rasulullah ile Ebu Cehil arasında neler geçeceğini görmek için bu olayı izliyorlardı. İkisinin arasında tartışma çıkacağını zannediyorlardı. Ama Ebu Cehil'in uysal davrandığını görünce hayretler içinde kaldılar. Ebu Cehil'e gelerek "Sen de mi atalarının dininden döndün?" dediler. O, "Allah'a yemin ederim ki dinimi terketmedim. Ama ben Muhammed'in sağ ve solunda birer mızrak gördüm. Hareket edersem bana saplanır zannettim" dedi. Bu olay Arapların ileri gelen ve şerefli kabile reislerinin bile yetimlere, zayıflara nasıl davrandıklarını göstermekle kalmaz, ayrıca Rasulullah'ın ne kadar yüksek ahlâk sahibi olduğunun da delilidir. Onun bu ahlâkı karşısında en kötü düşünceli bir kimse bile etkisi altında kalır. Buna benzer bir olayı daha önce de bir yerde naklettik. Rasulullah, bu muhteşem ahlâkî etkisi dolayısıyla Kureyş'teki kafirler tarafından sihirbaz olarak isimlendirilmiştir.
6. "İt'amu'l miskin" değil, "ta'amu'l miskin" kelimesi kullanılmıştır. Eğer "İt'amu'l miskin" denilseydi, "miskinlere yemek yedirmeye teşvik etmez" olurdu. "Ta'amu'l miskin" denilmesi şu anlamı taşır: "Miskinin kendi yemeğini vermez." Diğer bir ifadeyle, o yemek miskine aittir, yemeği verenlere değil. Bu yemek, verenlerin üzerine vacip olan yetimin hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak vermemekte, tersine, yetimin hakkı olduğu için zorunlu olarak vermektedir. Aynı konu Zariyat suresi 19. ayette de belirtilmiştir: "Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır."
7. "La yehuddu"nun anlamı, o şahsın kendisi bu işi yapmadığı gibi, evdekileri de miskinlere yemek yedirmek için teşvik etmemesidir. Ayrıca diğer insanları, toplumdaki fakir ve muhtaçlara yemek yedirmek için teşvik etmemesi de bunun içine girer. Böylece toplumda fakir ve muhtaçların hakkını vererek açlığı gidermek için insanları teşvik etmez.
Allah'ın burada iki bariz misalle anlattığı konu, ahireti inkar edenlerin ne kötü meziyet sahibi olduklarını göstermektedir. Burada asıl maksat, ahireti yalanlayanlarda bulunan yetimi itip kakmak ve miskinlere yemek yedirmemek kötülükleri üzerinde durmak değildir; aslında burada dikkat çekilen nokta, sayısız kötülüğün ahireti yalanlamanın sonucu olarak meydana geldiğidir. Ama ayette, her şerefli insanın ve selim fıtrat sahibinin en kötü ahlâkî tutum olarak kabul edebileceği sadece iki kötülük örnek gösterilmiştir. Ayrıca şuna da işaret edilmiştir: Aynı şahıs Allah (c.c.) huzurunda hesap vermeye inansaydı, yetimin hakkını yemek, ona zulmetmek, onu kovmak, miskinlere yemek yedirmemek ve başkalarını ona yedirmekten alıkoymak gibi rezil hareketlerde bulunmazdı. Ahirete inananların özellikleri Asr ve Beled surelerinde açıklanmıştı: Onlar insanlara rahmet beslerler ve birbirlerine hakkı yerine getirmeyi tavsiye ederler.
8. "Fe veylün lil musallîn" ifadesi kullanılmıştır. Burada "fe"nin anlamı, ahireti açıkça inkar edenlerin, az önce zikredildiği üzere halini gördün demektir. Şimdi namaz kılan münafıkların hali açıklanacaktır. Yani müslümanların saflarına katılırlar. Zahiren müslüman görünmelerine rağmen ahireti yalanlarlar. Onun halini görün ki, kendine ne gibi bir felaket hazırlamaktadır.
"Musallîn"in manası, "namaz kılanlar"dır. Siyak ve Sibaka göre "musallîn"in anlamı, ileride özellikleri açıklandığında da görüleceği gibi, aslında "namaz kılan" değil, "ehl-i salat" yani müslümanların topluluğuna dahil olandır.
9. "Fî salâtihim sahun" denmemiştir. "An salâtihim sahun" buyurulmuştur. Eğer "fî salâtihim sahun" kullanılsaydı ayetin anlamı, "namazlarında gafildirler" olurdu. Oysa namaz kılarken bir şeyi unutmak şeriatte nifak değil, hatta günah bile değildir. Aslında bu tip gaflet, hakkında korkutma yapılacak bir eksiklik değildir. Rasulullah da namazda unutmuş ve telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır. "An salatihim sahun"un manası, "onlar namazlarından gafildirler" şeklindedir. Namaz kılıp kılmaması farketmez. Bazen kılar bazen kılmazlar. Kılarken de tam son vakitte kılarlar. Vakit bitmek üzereyken formalite gereği namazı çabucak yerine getirirler. Namaza isteksiz kalkarlar. Namazı kılmaları, bir musibeti başlarından atmak ister gibidir. Namazda elbiseleri ile oynar ve esnerler. Namazlarının Allah'ı anmakla en ufak ilgisi yoktur. Namaz boyunca ne okuduklarını hissetmezler. Okurken de kalpleri başka yerdedir. Namazı çabuk çabuk kılar, rüku ve sücudu doğru dürüst yapmazlar. Namazı sadece bir şekil olarak eda eder ve kurtulurlar.
Pek çokları da, bir yerde namaz kılan varsa kılar, yoksa namaza aldırmazlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler. Ezan sesinin neye davet etmekte ve kimi davet etmekte olduğuna aldırmazlar. Bütün bunlar ahirete iman etmediklerine işarettir. Çünkü müslüman olduklarını söyleyenlerin bu amelleri, aslında namaz kılıp kılmamanın ceza ve mükafat ile karşılanacağına inanmadıklarını gösterir. Namaz kılmazlarsa onlara bir ceza verileceğine, kılarlarsa da mükafat verileceğine inanmazlar. Onun için Enes b. Malik ve Ata b. Dinar diyorlar ki, "Allah'a şükrederim ki O -fi salatihim sahun- değil de, -an salatihim sahun- buyurdu." Yani biz namazlarda unuturuz, ama namazlarımızdan gafil değiliz. Onun için münafıklardan sayılmayacağız....
Kur'an-ı Kerim'de münafıkların durumu başka yerlerde şu şekilde açıklanmıştır. "Namaza üşene üşene kalkarlar." (Tevbe 54) Rasulullah, bunun münafığın namazı olduğunu bildirmiştir. Rasulullah bu sözünü üç kere tekrarlamıştır. Sözüne devam eden Rasulullah şöyle demiştir: "Asr vaktinde oturarak güneşin batışını seyreder. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girene kadar seyretmeyi sürdürür. (Yani gurup vaktine yakın bir zamana kadar oturur.) Bu vakitten sonra kalkar, horozun yerden yem toplaması gibi dört defa eğilir kalkar. Allah'ı da çok az zikreder" (Buharî, Müslim ve Müsned-i Ahmed) Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, oğlu Mus'ab şöyle rivayet etmiştir: "Ben Rasulullah'a namazdan gafil olanlar hakkında sordum. Rasulullah, onların namaz vaktini geciktirdiklerini söyledi" (İbn Cerir, Ebu Ya'la, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî Evsat'ta, İbn Merduye, Beyhaki es-Sünen'de bu rivayet Sa'd'ın kendi sözü olarak da nakledilmiştir. Bu naklin senedi daha kuvvetlidir. Bu kavlin, Rasulullah'tan hadis olarak merfuen rivayet edilmesini Beyhakî ve Hakîm zayıf kabul etmiştir.)
Mus'ab'ın diğer bir rivayeti de şöyledir: Babasına bu ayet üzerinde düşünüp düşünmediğini sormuş ve "Bunun anlamı namazı terketmek mi? Yoksa murad namaz kılan kişinin başka şeye dalması mı? Bundan murad namazı ziyan etmektir. Namazı gecikerek kılmaktır." (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya'la, İbn Münzir, İbn Merduye, Beyhakî Sünen'de.)
Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, namaz sırasında başka düşüncelere dalmak ayrı şeydir, namaza hiç dikkat etmemek ve namazda her zaman başka şeyler düşünmek ayrı şeydir. Birinci özellik insanın zaafındandır. İrade dışı olarak insanın aklına bazı düşünceler gelebilir. Bir mü'min dikkatinin namazdan kaydığını hissettiği anda yeniden dikkatini toplamaya çalışır. İkinci özellik ise, namazdan gafil olma tarifine girer. Çünkü onun namazı bir egzersiz gibidir.
Kalbinde Allah'ı zikretme şeklinde bir niyet yoktur. Namazın başından sonuna kadar, kalbi hiçbir an Allah'a yönelmez. Hangi düşünceyle namaza başlamışsa o düşünceyle namazdan çıkar.
10. Bu cümle müstakil bir cümle de olabilir, önceki cümle ile ilgili de olabilir. Eğer müstakil bir cümle olarak anlarsak anlamı şöyle olur: Hiçbir iyi işi Allah (c.c.) için halis niyetle yapmaz. Onun her yaptığı başkalarına gösteriş içindir. Başkaları onu medhetsin ve onu dünyada hayır sahibi olarak meşhur etsin diyedir. Yaptığının karşılığını bu dünyada görmekten başka bir şey düşünmez. Eğer önceki cümleyle birlikte düşünürsek anlamı şöyle olur: Namazı gösteriş için kılar. Müfessirler genellikle ikinci manayı tercih etmişlerdir. Çünkü ilk bakıtşa bu cümlenin, önceki cümleyle birlikte olduğu anlaşılıyor. İbn Abbas, bundan muradın gösteriş için namaz kılan münafık olduğunu söylemiştir. Çünkü o tip insanlar, başka kimse varsa namaz kılarlar, kimse görmüyorsa namaz kılmazlar. İkinci bir rivayette cümle şöyledir: Yalnızken namaz kılmazlar başkası olduğunda kılarlar. (İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye, Beyhakî) Kur'an'da münafıkların bu hali açıklanarak, "namaza kalktıklarında üşenerek kalkar ve gösteriş için namaz kılarlar. Allah'ı da çok az zikrederler" buyurulmuştur. (Nisa, 142)
11. Burada "maun" kelimesi kullanılmıştır. Hz. Ali, İbn Ömer, Said b. Cübeyr, Katade, Hasan Basrî, Muhammed b. Hanefiyye, Dahhak, İbn Zeyd, Mücahid, Ata ve Zührî'ye göre bundan kasıt zekattır. İbn Abbas, İbn Mesud, İbrahim Nehaî, Ebu Malik ve pek çoklarına göre de bundan kasıt, günlük ihtiyaç olan eşyadır. Mesela tencere, kova, balta, terazi, tuz, su, ateş vs. İnsanlar bunları kullanmak için birbirlerine ödünç verirler. Said b. Cübeyr ve Mücahid'den bir kavil de bunu teyid etmektedir. Hz. Ali'nin bir kavline göre de bundan kasıt hem zekat hem de zarurî eşyalardır. İbn Ebi Hatim, İkrime'den nakletmiştir ki, "Maun'un en üstü zekat, en aşağısı da insanın ödünç olarak verdiği elek, kova veya iğnedir." Abdullah b. Mesud şöyle buyurmuştur: Biz Rasulullah'ın ashabı olarak şöyle diyoruz. (Bazı rivayetlerde Rasulullah döneminde böyle denmiştir.) "Maun'dan kasıt tencere, balta, kova ve ödünç verilen bu gibi eşyalardır." (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Bezzar, İbni Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî, İbn Merduye, Beyhakî) Sad b. Iyaz, isimlerini açıklamadan Rasulullah'ın ashabından hemen hemen aynı kavli nakletmiştir. Yani O, bunu müteaddit sahabeden duymuştur. (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe) Deylemî, İbn Asakir ve Ebu Nuaym, Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın bu ayeti şöyle tefsir ettiğini rivayet etmişlerdir: "Bundan kasıt balta, kova ve bu gibi diğer eşyalardır."
Eğer bu rivayet doğruysa, galiba bundan diğer ashabın haberi yoktu. Yoksa onların bu ayeti başka türlü tefsir etmeleri mümkün değildir.
Aslında "maun", kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye denir. Bu anlamda zekat da maun'dur. Çünkü o da pek çok maldan, yoksullara verilen küçük bir paydır. Diğer taraftan genel ihtiyaç eşyaları da maundur. Nitekim İbn Mesud bu görüşte olanlardandır. Müfessirlerin çoğuna göre "maun", komşuların birbirlerine ödünç verdiği ufak tefek eşyalara şamildir. Bunları almakta bir mahzur olmayan ve zengin olsa da fakir olsa da insanın ihtiyaç duyduğu eşyalardır. Bu tür şeyleri vermekte cimrilik gösteren, ahlâken çok zelil bir hareket yapmış olur. Çünkü bu gibi şeyler ödünç verildiğinde onda hiç bir eksiklik meydana gelmez. "Maun"un tarifi şöyle de olabilir: Evine misafir gelen bir kişinin, komşusundan ödünç yatak alması, komşusunun tandırında ekmek pişirmek istemesi veya bir kaç gün için misafirlik nedeniyle ayrıldığında kıymetli eşyalarını komşusuna emanet olarak bırakmasıdır. Hulasa olarak maksat, ahireti inkar eden bir kimsenin başkalarına böyle küçük fedakârlıkları bile göstermeyecek kadar küçük kalpli olduğunu vurgulamaktır.
MAUN SURESİNİN SONU